Ahmet Altan’ın yazısı

GAZETEYE yazmak aslında suya yazmak gibi.

İsterseniz dünyayı yerinden oynatacak laflar edin... Bir roman cümlesi gibi yıllarca anıldığını duydunuz mu hiç bir köşe yazısından bir satırın?

Hadi bundan vazgeçtim, üç gün akılda kalsa...

Bırakın silinip gitmesini, güme de gidiyor çoğu zaman. Yani bir günlük saltanatı bile olmuyor. Sizin çok önemli bir laf ettiğiniz gün, tesadüf bu ya, bir kısım okurun gazete okumaya vakit bulamadığı güne denk geliyor. Kimi tatile çıkmış oluyor, kimi misal dişi ağrıdığı için gözü gazete falan görmüyor...

Ya da gündemde aslında birkaç gün içerisinde unutulacak bir "balon bomba" bulunuyor, o önemli lafların önüne geçen.

Hadi, herkes okudu diyelim, nedir bir gazetenin tirajı, o da ayrı konu.

Uzun lafın kısası, önemli bulduğum bazı yazılar için üzülüyorum, "Yeteri kadar kişiye ulaşamadıysa" düşüncesiyle...

El ilanı gibi bastırıp kapıların altından atmayı düşündüğüm oluyor.

İki gün önce yine aynı şey oldu. Ahmet Altan’ın Hürriyet Pazar’daki yazısını okuduğumda...

Bir de günlerden pazar ya, mesela pazar gezmesi yüzünden atlayan olmuştur belki, gazeteleri okumayı akşama bırakıp sonra yorgun argın uyuyakalan...

İşte bu ihtimale karşı, içinizde kaçıran bir kişi bile varsa ona da ulaşması arzusuyla, Ahmet Altan’ın beni çarpan yazısından bazı bölümleri bu köşeye almayı, klasik bir deyişle borç bildim.

***

"Hep merak ederim, eğer ’savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar’ diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?

Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci ’hadi çocukları cepheye gönderelim’ diye bağıracaktı.

.....

Her savaşta ilk ölen bir çocuk var.

O ’başkasının’ çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça söz ediliyor?

.....

Ölü bir çocuk, ölü bir çocuktur.

Üniformasının rengi ne fark eder?

Hepsi ölürken aynı acıyı, aynı korkuyu, aynı dehşeti, aynı koyu yalnızlığı hissediyor.

Hepsi aynı kan kokusunu duyuyor.

Ah, biliyorum, şan şöhret isteğinin, zafer arzusunun, servet beklentisinin kutsal isimleri var, ’vatan için’ diyorsunuz, ’din için’ diyorsunuz, ’ırk için’ diyorsunuz.

Ama çocuklar ölüyor.

Kimin tanrısı ’çocukların ölümünden’ bu kadar memnun oluyor?

Böyle bir tanrı var mı?

Hangi kutsal kitapta ’çocukları öldürün’ yazıyor?

.....

Bir tek çocuğun hayatını kurtarabileceğimi bilsem, vatanımdan, bayrağımdan, dinimden, ırkımdan vazgeçerim.

Bir Kürt çocuğunu bir Türk çocuğundan, bir Yahudi çocuğunu bir Arap çocuğundan, bir Amerikalı çocuğu bir Iraklı çocuktan ayırt etmem.

Hiçbir çocuğun ölümü sevindirmez beni."

***

Ne güzel ifade etmiş gönlümüzden geçenleri!

Fakat ne yazık ki bir işe yaramayacak. Ne Yılmaz Erdoğan’ın güvercinin kanadına yazdıkları, ne Ahmet Altan’ınki... Sadece biz, yani zaten onlar gibi düşünenler "Tabii ya!" diyeceğiz, "Evet evet, çok doğru!"

Ötekilere vız gelecek.

İnsanoğlu ikiye ayrılıyor zira. Kimsenin sarsmasına gerek olmayan, kendiliğinden "adam"larla, sonsuza kadar sarssanız "adam olmayacaklar".

Birinin diğerine dönüşmesi mümkün değil.

Nitekim şu yazılanlara kıs kıs gülüyorlardır şimdi ikinci gruba dahil "savaşseverler".

Ama bu yüzden yazmayacak, söylemeyecek, bağırmayacak değiliz elbet. Umut etmeden, mucizelere inanmadan yaşanmaz hem. Onun için kim bu konuda "seslenme"ye kalkarsa ağzına sağlık.

MIŞ-MUŞ

Kız öğrenciler kendilerini şişman gösteren pilili etekten şikáyetçiymişler.

Biz eteğin boyuyla uğraşmaktan modeline gelememiştik, "aşama" diye ben buna derim!

*

Pınar Altuğ, "Artık özgür bir kadınım" demiş.

Fakat Pınar’ın "esaret"ten özgürlüğe geçişi her zaman muhteşem oluyor; daima öperek uyandıran bir prens var ortada.
Yazarın Tüm Yazıları