Tam Yeşilçam’lık mevzu. Kadınların yumurtalarını verme hadisesi...
Bankadan sperm çekme...
Taşıyıcı anne...
Falan filan.
Ne filmler çıkar sahiden. Herkesin biyolojik olarak birer ana-babasının olduğu "Klasik Devir"de bile ne olmayacak durumlarla karşılaşırdık, hatırlasanıza.
Artık yaratıcılığa bile gerek yok. Olay kendiliğinden yaratıcı.
Mesela bakıyorsunuz dünyaya tek olarak gelmiş adamın, günün birinde, ülkenin birinden ikizi çıkıp geliyor.
Çift yumurta ikiziymişler meğer!
Kadın çift yumurtasının birini bir hemcinsine, ötekini başka bir hemcinsine vermiş!
Ne bilelim tıbben mümkün müdür değil midir... Çarpmayla açılan gözlere inandık da...
*
Normal hayatta "Çocuksuz çiftleri çocuklandırma"nın dışında başka işlere de yarayabilir bu yöntemler.
Karısını bir türlü boşanmaya razı edemeyen adam son çare olarak, "Biz aslında kardeşmişiz!" diye çıkabilir ortaya.
"Annemiz aynı ’yumurtacı’ymış!"
"Kaç kardeşsiniz?" sorusunun cevabı da bir hayli zenginleşebilir.
"Ana bir 325"
Diyeceğim, artık kimin yumurtası kimin rahminde, kimin spermi kimin yumurtasında belli değil.
Bir zamanların "Seni leylek getirdi yavrucuğum" şeklindeki aydınlatıcı izah tarzına geri dönülse iyi olacak galiba.
İşin aslı uzun ve karışık zira.
Nasıl anlatacaksınız çocuğa?
Kısaca "Kimi rahmini açtı, kimi spermini verdi, seni üç-beş kişi imece usulüyle dünyaya getirdik yavrum" deseniz, çocuk maazallah Hülya Avşar gibi buradaki "grup" çalışmasını yanlış anlayabilir.
Leylek masalı en iyisi.
Hiç olmazsa anneanneyle torunun bir ortak noktası olmuş olur.
Evet evet, leylek en iyisi.
Bakın, bu yumurta ve sperm işiyle uğraşan hastaneler, firmalar, şunlar bunlar kendilerine sembol olarak leyleği seçebilirler hakikaten.
Nasıl güvercin barışın sembolüyse, leylek de "karışım"ın sembolü olsun!
Leylek bu...
Ne bilsin kim kimin karısı, kocasıdır? Karıştırmış getirmiş!
Altı alay üstü kalay
Bir televizyon programında kaç kişinin görev yaptığını biliyor musunuz?
Program bitiminde ekrandan akar hani...
Dikkat edin bir defasında.
O kadar kalabalıktır ki ekip, hem isim izleyicinin rahatça okuyabilmesine imkán verecek kadar kalsa ekranda, neredeyse programın yarısı kadar süre gerekir. Bu yüzden hızla akar gider isimler.
Ve o isimlerin her biri nasıl ciddi ve hummalı bir çalışma içerisindedirler.
Toplantılar, aksilikler, tartışmalar...
Sınırsız mesailer, araştırmalar...
Koşuşturmalar, uykusuz geceler...
Bilgisayarlar, aletler, ışıklar, dekorlar...
Provalar, son kontroller...
Ve yayın başlar!
Bakarsınız bir kadın göbek atıyordur ya da ne bileyim Bülent Ersoy’un eski kaynanası anlatıyordur.
Anlatsınlar, oynasınlar.
Bir diyeceğim yok.
Ben arkadaki ciddiyete yanarım, o emeğe...
Bir yandan da gülerim.
O tezata.
Mozart olmadı Ankaralı Turgut verelim
İyi ki kimsenin ideali gerçekleşmemiş.
Herkesinki içinde ukde olarak kalmış.
Yoksa bir memleket düşünün ki, bir yarısı balerin, öteki yarısı piyanist!
Başka da bir şey yok.
İsabet olmuş bir mani çıkması. Yetenekten yoksun olunması falan.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir belki... Kiminle söyleşi yapılsa aslında ya piyanist ya da balerin olmak istediğini öğreniyoruz.
Ve yine dikkatinizi çekmiştir, piyanist ya da balerin olmak isteyenin bu kadar bol olduğu memleketimizde klasik müzik en az dinlenen müzik türüdür.