Pakize Suda

’Köşe yazarı’ olacaklara tavsiyeler

22 Ocak 2008
EN büyük hayali "bir gazetede köşe yazmak" olan okurlarım, eksik olmasınlar, bunun yolunu benden sormak suretiyle iltifat ediyorlar zaman zaman. Aslında kimseye sormalarına gerek yok. Dikkatli bir okur da en az bu işin içindekiler kadar fikir sahibi olabilir bu hususta.

Ne gerekir, ne gerekmez...

Bugüne kadar anlamamış olan zaten bu işe hiç kalkışmasın derim.

Fakat ben yine de naçizane birtakım tavsiyelerde bulunacağım.

* * *

* Bir kere hemen şunu söyleyeyim, bu işe soyunanın "kadın, erkek, ilişki, aşk" konularında söyleyecek sözü olacak. Aksi "dikiş bilmeyen terzi" misalidir.

"Fakat bu mevzu çok didiklendi" demeyin! Benim tespitime göre insanoğlunun okumaya doymadığı tek konu budur.

Özellikle kadınlar... İlişkiyi yaşamaktan çok masaya yatırmaya meraklı olduklarından... Diyeceğim, bu konuyu her gün didikleyip bir gün ara verseniz, o gün okurdan gelen tepkilere bakan, kendilerini havasız bırakıp boğulmaya terk ettiğinizi falan düşünebilir. O derece yani.

* * *

* Tam sizin yazı gününüzde Üçüncü Dünya Savaşı çıktı diyelim...

Hiç tınmayacaksınız!

Tahriklere kapılmayacaksınız!

"Konu"nuzdan sapmayacaksınız!

Hayat devam ediyor olacaktır, kuşkunuz olmasın!

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nı düşünün... Yani onlarla ilgili çekilen filmleri... Görünen odur ki aşk ve aşna fişne işleri başka hiçbir dönemde böyle tavan yapmamıştır!

* * *

* Bakın en başta sormam gereken şeyi unuttum!

Sizde, üç cümleyle anlatılabilecek meseleyi yüz otuz üç cümleye yayabilme becerisi var mı?

Yoksa, hiç heves etmeyin bu işe!

* * *

* Yazılarınız birilerine dokunacak fakat zülfü yare dokunmayacak!

"Nasıl olacak?" derseniz...

Vallahi bilmiyorum.

Zira bu benim değil annemin fikri.

Yani "Yazarın annesinden bir adet burma bilezik!"

Ama benim de benzer bir tavsiyem var.

Sataşınız!

Fakat sataşacağınız adamın soyağacını araştırıp inceleyiniz!

Yoksa bakmışsınız patronun teyzesinin oğlu çıkmış!

Maazallah!

* * *

* Son olarak, kelleyi koltuğa almaya hazır mısınız?

"Uğur Mumcu olmaya soyunacak değilim" demeyin!

Şart değil.

Mesela "kapıcı" dediniz bir yazınızda... Bu bile yeter.

* * *

Daha bir sürü şey... Fakat okuldan bile her şeyi öğretip de mezun etmiyorlar adamı!

MIŞ-MUŞ

Türkler öpüşme sahnelerinde başka kanala geçiyormuş.

Ya da kendi sevişmelerini kameraya alıyorlar. İkisinin ortası yok!

Erdoğan, "Herkes yerini bilsin" demiş.

O hariç!

30 yıl önceki piyango talihlisi sefalet içinde ölmüş.

DİKKAT! Size de çıkabilir!
Yazının Devamını Oku

Rahat durun kızlar!

20 Ocak 2008
GELDİM gidiyorum, aldatılan ya da dayak yiyen kadınlara durumu büyütmemeleri yönünde akıl verilmesini anlayamadım. Fakat bugün yüksek sesle düşünmek suretiyle anlamaya kararlıyım.

Bakın, kendi ifadesiyle kocasını "affedenler"i çözdük sayılır!

"Affetmek" lafın gelişi elbet. Aslında buna "savaş ilanı" demek daha doğru.

Ama kiminle savaş?

Kocayla değil. Kocaya musallat olan kadınla!

Kadınların kanaati budur ya... Mutlaka bir kadın musallat olmuştur kocalarına!

Kadınlar kalan ömürlerini "o kadın"la savaşmaya adarlar. Duya duya, göre göre bunu iyice belledik artık.

Fakat belki de haklıdırlar. Özellikle 45’ini geçmiş olanlar. 45’ten sonra kadının hayatında pek öyle yeni "aksiyonlar" söz konusu olamayacağından... Yani yolun geri kalan kısmı da "aşk ve eş" kaynıyor olsa yürüyüp gidecek kadın... Fakat olmayınca ne yapsın.

Tamam bunu anladık, "Başına iş gelen kadının otomatik ruh halidir" deyip geçiyoruz. Peki ana-babalara, hatta psikologlara ve de bütün akıl hocalarına ne oluyor?

Bazen gazetelerin, dergilerin tarihine bakma ihtiyacı hissediyorum. "Otuz sene önceki gazete elimde ne arayacak" diye düşünemeden.

Neden kadının hálá unutması, büyütmemesi, katlanması gerekiyor.

Neden hálá bu devirde "kadının yeri kocasının yanı" oluyor?

Neden hálá gelinlikle girilen evden ancak kefenle çıkılıyor?

Bu cümlelerle ifade edilmese de...

Bazı yörelerde olduğu gibi, koca evinden kaçan kızlar, babaları tarafından dövüle dövüle tekrar oraya gönderilmese de...

Ana-babaların çoğu hálá, "Kocaya her şartta katlanılması gerektiği" inancında.

Siz bakmayın bir avuç "AB standardında aile"ye... Dul kadından korkuluyor hálá.

"Dul kadının ön eteği arka eteğine düşmandır" falan gibi abuk laflar dilimizden silinip gittiyse de bunların doğruluğuna olan inancımız kafalarda yerli yerinde duruyor galiba.

"Başa dert" olmasından korkuluyor kızların... Bundansa koca evinde "dert çekmeleri" uygun görülüyor.

Evet hálá.

Hatta belki şimdi daha da çok. Çünkü "kıçını kırıp oturan dul kadın" modeli çok gerilerde kaldı.

Ne diyeyim... Kızlar!

Boşandıktan sonra "rahat" duracağınıza söz verirseniz, kimse "yuva"nızı "muhafaza etmeniz" için size baskı yapmayacak, söz!

MIŞ-MUŞ

Ünlü film yıldızı Eddie Murphy, 2 hafta önce evlendiği film yapımcısı eşinden ayrılmış. Gelin bakire çıkmamış olabilir!

Yargıtay, iki yıl nişanlılık dönemini uzun bulmuş.Bunların hepsi böyle! RTÜK de Petek Dinçöz-Can Tanrıyar için sekiz yılı uzun bulmuştu biliyorsunuz.

Diyarbakır’da itfaiye brandası yarım açılınca iki kardeş yere çakılarak can vermiş.Bu ülkede neredeyse bütün ölümler "Size sürprizimiz vaar" şeklinde gerçekleşiyor.
Yazının Devamını Oku

’Beni bırakma’ demeyin

19 Ocak 2008
Eğer ayrılmaya niyetiniz yoksa sevgilinize "Beni bırakma!" demeyin sakın! Bırakmayacağı varsa bırakır gider.

Sebebini tam olarak bilmiyorum ama ters teptiğini biliyorum bu yakarışın.

Belki de bu noktada amaca ulaşılmış oluyor, devam etmek anlamsızlaşıyor.

Amaç?

Karşıdakinin artık size mecbur olduğunu görmek!

Gören terk edip gidiyor.

Siz siz olun sevgilinize "Beni bırakma" demeyin!

*

Daha ekim ayında başlardım "Yaz gelsin" demeye... Ama arkadaki yıllar öndekilerden fazla olunca... Yani birisi "Her mevsimin ayrı güzelliği var" demeye başladı mı anlayın ki telaş başlamıştır.

*

Bir gün kameralar noter gibi iş görmeye de başlar mı acaba?

Bakmışsınız kameralar önünde gerçekleşmemiş hiçbir şeyin geçerliliği yok!

*

"Bir gün her şey tam istediğim gibi olacak."

Hayır!

Pazılın parçalarından en az biri her zaman eksik olacak. Kayıp parçayı bulduğunuzda bir başkası yok olacak.

*

Siz hiç sabahın 08.45’inde, bir oynak şarkıya el çırparak eşlik ettiniz mi?

Ben yapıyorum... Her sabah. Olabiliyor yani.

*

"-34 dereceyi de gördük."

" Göller, ırmaklar, ağaçlar buz tuttu."

"Sibirya soğukları."

"Trabzonluları
’buz’ ısırdı."

Sizi bilmem, ben bu küresel ısınmayı yanlış anlamışım galiba!

*

Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?

"Çok gezen" Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Amerika’dan geldi, ayağının tozuyla Mısır’a gitti.

Fakat yanında "çok okuyan" eşi Hayrünnisa Gül’le beraber. Bu durumda Hayrünnisa Gül otomatikman önde oluyor!

*

Nur Vergin bir laf etti... Bakın ben bile fikrimi söyleyeceğim şimdi.

Daha doğrusu merakımı dile getireceğim.

Acaba Vergin’i mevlit okutmaktan vazgeçiren "mahalle baskısı", "din" kaynaklı mıdır?

Sakın Vergin "Öteki Türkiyeli" görünmekten çekinmiş olmasın?

Belki kendisi nasıl "sadece temizliğe gelen kadınların başını örttüğünü" düşünüyorsa, komşuların da sadece "öteki Türkiyelilerin mevlit okutacağı"nı düşünüyor olmaları ihtimalini göz önüne almıştır?

Çünkü bu ülkede bazı şeylerin sadece bazı kesimlere has olduğu kabul edilir sahiden. Vardır bu.

Yani kısaca elinde marka olmayan çantayla "Nişantaşı kafeleri"ne girmeye çekinmek gibi bir şey olabilir Vergin’inki.

MIŞ MUŞ

Æ Dinozorlar 8 yaşında bile çiftleşiyormuş.Hakkı Bey! Hakkı Bey! Duydunuz mu? Düşmanlarınız çatlasın!

ÆSeray Sever "Hem derin hem yüksek adam arıyorum" demiş.İyi bari... "Arayanlar" olarak ne kadar kalabalık olursak, "bulma" ihtimali o kadar yüksek olur, lakin hangimize yetecek bulduğumuz?

Æ İstanbul dünya mirası listesinden çıkarılabilirmiş.Zaten ne dünyası... O bizim "babamızın malı" bi kere!
Yazının Devamını Oku

Huysuz Virjin

17 Ocak 2008
MANTIK çerçevesine oturtamadığım duyumlara inanmama huyum var. Yalandır diyorum.

RTÜK’ün Huysuz Virjin’e ekran yasağı getirdiğini duyduğumda yine böyle yaptım.

Gazeteler yazdı, inanmadım...

Kendisi dile getirdi, "Yok canım" dedim...

Programlara mecburen Seyfi Dursunoğlu olarak çıktı yine tınmadım...

Olacak iş değildi çünkü.

Belki de yanlış hesabın Bağdat’tan döneceğini umdum.

Fakat dönmedi.

Neticede ekranların gelmiş geçmiş en renkli kişisinden mahrum kaldık.

İşin kötüsü, artık sahnede görme şansımız da yok galiba. Ama bu Seyfi Dursunoğlu’nun kararı elbet.

Fakat öteki...

Ben şimdi toplumun ahlak yapısında gözle görülür bir iyileşme bekliyorum.

En azından yeni çökmeler yaşamayız!..

Öyle ya... Değsin bari!

NOT Bu yazıyı Huysuz Virjin’in RTÜK’le barıştığı haberini almadan önce yazmıştım. Maalesef gazete baskıya gireceği için yeni bir yazıya zaman yoktu.

Hadi Çaman

BELKİ de tiyatroya en áşık tiyatrocuydu...

Tiyatroların arka arkaya kapanmak durumunda kaldığı dönemde, o kapatmadı tiyatrosunu.

Televizyona bir şeyler yapabilirdi, dizilerde rol alabilirdi... Gayet doğaldı bu ama onu da yapmadı.

Sadakat yemini etmişti adeta.

Sevgili köpeği Candaş’la nöbet tuttu "Hadi Çaman Tiyatrosu"nun önünde. Yani tiyatroculuğun nöbetini...

Ama şimdi çok sevdiği tiyatrosundan da, Candaş’ından da ayrı. Kocaeli Üniversitesi Araştırma Hastanesi’nin bir odasında artık o... Seyrini daha önce futbolcu Sedat’tan ve Suna Kıraç’tan bildiğimiz hastalıkla boğuşuyor.

Boğuşmak da denmez aslında. O hastalığa ancak teslim olunuyor çünkü.

Şimdi bize düşen, en çok da devlete, bir "gönül almak"tır.

Nejat Uygur’a gösterilen ve herkesi sahiden çok sevindirdiğini düşündüğüm ilgiden yüz bularak söylüyorum bunu. İnşallah duyan olur.

MIŞ-MUŞ

Keçiören’deki tapu dairesi, çalışanlarının çoğunun rüşvetten gözaltına alınması nedeniyle kapanmış."Emniyetteyiz, gelicez, malum zarfları paspasın altına bırakınız!"

Beyan ettiği gelirle yaşam standardı arasında büyük fark bulunanlara sorgu geliyormuş.Sorgu şu: "Abi bize de öğretsene şunu, nasıl oluyo?"

Aynı şarap pahalı sanıldığında daha keyifli içiliyormuş."Bari parasını çıkarsın" psikolojisi.
Yazının Devamını Oku

Devlet büyükleri sevişmez

15 Ocak 2008
İLKOKULA yeni başlamıştım...<br><br>Öğretmenim "insanüstü varlık"tı gözümde. Yalnız o değil, bütün öğretmenler...

Öğretmen dediğin, gülmez, ağlamaz, acıkmaz, uyumaz, sevişmez, çişini bile yapmazdı.

Ne yapardı peki öğretmen?

Durmadan ilim irfan düşünürdü!

Ve aklımca, bizim gibi insani duygu ve düşüncelerle donanmış olanlara çok kızardı!

Okul sınırları içindeyken, bizler de orada ilim irfan için bulunduğumuzdan mesele yoktu. Fakat okul dışında onlardan birine rastladığımda kendimi böcek gibi hissederdim. Çünkü ben o sırada hayatın içinde, misal dondurma yalamakta olan bir faniyken, o hálá "insanüstü varlık"tı.

Yalnız ben değil, bütün arkadaşlarım aynı düşüncedeydi tahminimce.

Epey sürdü bu böyle. Ta ki bir gün öğretmenimi manavdan domates alırken görene kadar.

Nasıl yani?!

Öğretmenler de domates yiyorlardı öyle mi?

Hatta pırasa pişiriyor, belki eve gidince terlik bile giyiyorlardı!

Tamam, şimdiki çocuklarla mukayese edildiğimizde biraz saf olduğumuzu kabul ediyorum ama o günkü öğretmenlerin de şimdikilerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu, bu da var. Bizimkiler kendilerine özellikle "insanüstü varlık" süsü verirlerdi. Hakikaten ders dışında bir hayat belirtisi göstermezlerdi. Benimle aynı kuşaktan olanlar ne dediğimi anlamışlardır.

* * *

Neticede öğretmenlerin de sıradan insanlar olduğunu anladım anlamasına da "Huylu huyundan vazgeçmez" mi desem yoksa "Saflık kalıcıdır" mı, bu defa devlet büyüklerimiz için aynı şeyi düşünmeye başladım.

Kanaatimce başbakanlar, cumhurbaşkanları, bakanlar falan gülmez, ağlamaz, acıkmaz, uyumaz, sevişmez, çişini bile yapmazdı.

Boyuna memleket meselelerine kafa yorarlardı!

Evde bile kravatlarını çıkarmaz, asla pijama giymez, ayakkabılarını dahi çıkarmazlardı. Çünkü insan pijama-terlikle gevşer, memleket meselelerinden uzaklaşabilirdi! Hem pijama laubali bir kıyafetti, memleket meselelerinin ağırlığıyla bağdaşmazdı!

Bu da epey sürdü.

Ta ki Özal, bir otel odasında, altında pijaması, üstünde az önce yediği yumurtanın izlerini taşıyan fanilasıyla gazetecilerle sohbet edene kadar.

O gün bugündür bilirim ki devlet büyükleri de bizdendir. Arada bir tek Sezer "nostalji" yaptırmıştır, o kadar!

Fakat yine de derinlerde bir yerde, "bazı konularla" ilgili bir "kondurmazlık" durumu vardır bende. Onun için, mesela Gül, AB, ABD, Irak falan dediğinde değil ama lafa "Hayrünnisa Hanım" diye başladığında kulaklarımı dikerim.

Geçenlerde yine diktim nitekim.

Gerçi elbet umduğum çıkmadı fakat yine de düşüncelerimi teyit eden bir şey yakaladım sayılır.

Şöyle diyordu Gül:

"Hayrünnisa çok kitap okur. Bazen takılırım
’Çok okuyorsun’ diye, kızar ’Kıskanıyorsun’ der."

Şimdi soruyorum size, bugüne kadar eşlerinizle on milyon kere cilveleşmişsinizdir muhakkak fakat bir keresinde bile buna kitap vesile olmuş mudur?

Devlet büyüklerimizin "insanüstü" olduğunu düşünmekte haksız mıyım, bunu da sorarım?

MIŞ-MUŞ

Meclis’in gözde mücevheri inciymiş.Erkekler arasındaysa "küçük parmakta taşlı yüzük" olduğunu tahmin ediyorum.

Yaşar Nuri Öztürk’ün lideri olduğu HYP ile Yaşar Okuyan’ın lideri olduğu Hür Parti birleşmiş.
"Bir Yaşar’ın nesi var" diye düşündüler zahir!

Erkekleri de doğuma girmeye mecbur kılan yasa çalışması başlatılmış.Amaç "tövbe ettirmek suretiyle nüfus planlaması" herhalde.
Yazının Devamını Oku

Genç Bakamayış

13 Ocak 2008
PROGRAMIN adı Abbas Güçlü’yle Genç Bakış... Konuklar Şener Şen ve Kenan İmirzalıoğlu...

Üniversite öğrencileri, iki sanatçıya sorular yöneltiyorlar.

Derken, bir kız öğrenci kalkıyor, Şener Şen’e, tam olarak bu kelimelerle olmasa da bu mealde bir soru soruyor:

"İnsan yaşlanınca güçten kuvvetten düşer, bu durumda yaşlı oyuncuların rolün altından kalkması zor olmalı, bu açıdan bakınca sinemaya nankör bir meslek denilebilir mi?"

Hani orası ilkokul olsa... Diyeceğim ki, "Kızcağız ne yapsın, oyuncu diye bildiği, uçan, kaçan, atlayan, zıplayan şu acayip çizgi film kahramanları..."

Ya da Malkoçoğlu’ndan başka film çekilmiyor olsa memlekette...

Veya konuk Cüneyt Arkın olur da "Siz artık oradan oraya atlayıp, ha bire dövüşemezsiniz, n’apıcaksınız?" diye üzüntülerini bildirir... O bile olmaz ya, hadi neyse...

"Futbolla fazla haşır neşir, sinema oyuncusunu futbol oyuncusu gibi bellemiş" desem...

Bilemiyorum.

Bir mazeret arıyorum, bulamıyorum.

Şener Şen kibar adam tabii... "Fakat galiba yaşlandıkça zeká seviyesinde bir artış oluyor, açığı öyle kapatıyoruz" falan demedi.

Çocuğun adı var

"SANATÇI" olmaya hevesli gençler var. (Heykeltıraş değil elbet!) Bazen bana da yazıyorlar... "Sesim güzel, yardımcı olur musunuz?"

Gerçi epeydir, "Ben şarkıcı olmak istemiyorum" diye yırtınsanız bile bundan kaçış yok. Popstar’lar olmasa Erol Köse var.

Fakat işte birkaç "dünyadan habersiz" çıkıyor yine de.

Bugün buradan onlara toptan bir seslenişte bulunmak istiyorum. Özellikle kızlara.

Arkadaşlar!

Tamam, sanatçı olmak istiyorsunuz da, çocuğunuzun adı hazır mı?

"Ne çocuğu, ben hamile değilim ki, hatta evli bile değilim!" derseniz hakikaten dünyadan habersiz olduğunuzu düşüneceğim.

Bakın, bu konu önemli kızlar!

Kafanızda bu meseleyi halletmiş olarak adım atacaksınız bu áleme!

Kaç çocuk yapacaksınız?

Kaçı kız, kaçı erkek?

Ve en önemlisi adı ne olacak bu çocukların?

Gazeteci arkadaşlar, ilk iş bunları soracaklardır sizlere!

Bakın Demet Akalın koydu çocuğun adını, koymakla da kalmadı, vücuduna yazdırdı, gazetecileri görünce açıp gösteriyor.

En son Seren Serengil de koymuş çocuğunun adını.

Bana "Bestelerim var!" falan diye yazmayın!

Çocuğun adı var mı adı?

MIŞ-MUŞ

Bu yıl ÖSS kolay olacakmış.

Son birkaç yıldır da pek zor değilmiş galiba. (Bakınız ’Genç Bakamayış’ başlıklı yazı.)

Gül için yapılan "Çankaya Noteri" tanımlamasına sert tepki gösteren Erdoğan, "Anayasa mı fırlatalım yani" demiş.

Ya "siyah" ya "beyaz" olacak illaki.

Baykal, "Türkiye 20 yılda İtalya olur" demiş.

Türkiye "Ayşegül" serisi gibi... Türkiye İran’da, Türkiye Malezya’da, Türkiye Pakistan’da, Türkiye Arjantin’de, Türkiye İtalya’da...
Yazının Devamını Oku

Çoban salatası

11 Ocak 2008
Ayrılırsın biter!<br><br>Ama nedense bitmiyor.

Yazının Devamını Oku

Picasso Türk olsaydı

10 Ocak 2008
ÁDET oldu...<br><br>Her albüm çıkardığında Tarkan’ı tartışmak, yalnız şarkılarını değil kendisini de didiklemek... Demek basın onu henüz "Dokunulmazlar" sınıfına dahil etmedi.

Ama kim ne yazarsa yazsın, Tarkan’ın hayranları pek öyle kolayca çözüleceğe benzemiyor.

Kredisi limitsiz yani.

Bu ülkede "hayran" denen kitle "seçmen"e falan benzemez. Birini sevmeyegörsün...

Orhan Gencebay, o çok sevdiğimiz, hálá dillerden düşmeyen, gece kulüplerinde bangır bangır çalınan şarkıları kaç yıl önce yaptı biliyor musunuz?

Onun hayran kitlesi farklı demeyin!

Bakmayın siz o farklılığa, aslında hepimiz aynıyız. Hem Orhan Gencebay’la Tarkan hayranlarının büyük ölçüde kesiştiği de söylenebilir.

Gelelim bu kitleye rağmen Tarkan’ın basında aynı "gözü kapalılıkla" kabul görmemesine...

E, normali budur aslında. Öteki türlüsü hastalıklı bir durum. İki taraf için de.

Fakat eleştirilerde tepeye çıkanı "Bakalım ne zaman düşecek" diye ellerimizi ovuşturarak bekleme huyumuzun payı da yok değil.

Hele karşıdaki iddialıysa bir de...

Yandı!

Tarkan da iddialı.

"İddialıyım" demesine gerek yok. Duruşuyla, bakışıyla, konuşmasıyla, konuşmamasıyla, Amerika’ya gidip gelmeleriyle, üstüne yapışmış, belki de bizim yapıştırdığımız bir "iddialı" hali var.

Bu durum "kaşıyor" bazı insanları.

Üstüne üstlük albümün adı da "Metamorfoz" olunca... "Hadi be! Bu bizim bildiğimiz Tarkan!" diyenler var tabii şimdi.

Bense çok memnunum bildiğimiz Tarkan oluşundan. Albümün adını duyunca ödüm patlamıştı. Şimdi karşıma "yeni biri" çıkacak diye. Hatta keşke elektronik müziği de sokmasaydı işin içine, saçını başını da değiştirmeseydi.

Tamam biraz tutucuyum, kabul ediyorum ama şöyle söyleyeyim, Frank Sinatra’yla Elvis Presley zırt pırt yeni sound denemişler miydi?

Peki imaj yenilemesi yaptılar mı hiç?

Ama kabahat bizde!

Kimsenin tanıdığımız, sevdiğimiz haliyle kalmasına izin vermiyoruz. Durmadan kışkırtıyoruz. Onlar da ne yapsınlar, ha bire değişmeye çalışıyorlar.

Size bir şey diyeyim mi, Picasso Türk olsaydı ve ömrü yetseydi bu aralar tarzını değiştirmek zorunda kalabilirdi, emin olun!

Aksi halde "Picasso kendini yenilemiyor" diye başlık atardık çünkü!

Bu değişim merakımızdan hiç kimse, hiçbir kurum "klasik" olamıyor bir türlü. Elin memleketine yirmi yıl aradan sonra gidiyorsunuz, yemek yediğiniz lokantanın aynı yerde, aynı dekorla, aynı garsonlarla yaşadığını görüyorsunuz.

Tarkan’dan nereye geldik...

Buradan kendisine seslenmek istiyorum...

Gözünü seveyim değişme Tarkan!

Dolduruşa gelme!

Sen zaten milyonlarca kişiyi yakaladın. Ha, yeni soundlarla yeni gençleri mi hedefliyorsun?

E, biz n’olucaz?

Memleketi "Eski Tarkancılar", "Yeni Tarkancılar" diye bölme!

MIŞ-MUŞ

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, "Diyarbakırspor’a Süper Lig yakışır" demiş.Durumu yine ufak jestlerle idare edeceğiz galiba.

İlk önseçimde rakibini hezimete uğratan ABD başkan aday adayı Obama’nın babası Müslüman, göbek adıysa Hüseyin’miş.Hadi yine iyisiniz... ABD yengeniz olur!
Yazının Devamını Oku