11 Mart 2008
BİR odaya kapatsalar...<br><br>Görmesem dışarıda kar mı var yağmur mu, güneş mi... Bilmesem aylardan hangisi...
Ruh halimden anlarım baharın geldiğini.
Bakarım gitmek istiyor canım...
Bakarım pembelerde, yeşillerde gönlüm...
Bakarım kuşlara, ağaçlara, çiçeklere gidiyor kalemimin ucu...
Bakarım içimden bir şarkı geçiyor...
Bakarım düşmanım bile gelse aklıma, yüzümde bir gülümseme...
Bakarım hayat hiç de fena değil...
Anlarım bahar gelmiş.
* * *
Bugünlerde yine bu kıvamdayım. Nitekim geçen hafta sonu attım siyahları üstümden, çektim gittim Çeşme’ye. Nasıl anlatsam...
Bahar tek bir ağacın, bir karış toprağın olduğu her yerde güzeldir, güzeldir de...
Ege’de bir başkadır.
Ege’yle bahar fazladan yakışırlar birbirlerine.
Hani "kar"la kartpostallık hale gelir bazı yerler... Baharın da Ege’ye böyle bir torpili vardır. Her yörenin bir mevsimi varsa eğer, Ege’ninki bahardır.
* * *
Bahara yol yakışır bir de.
Kıyısında ağaçların, tarlaların, tepelerin, köylerin, çardakların, tezgáhların olduğu yollar.
Nereye giderseniz gidin baharda, mümkünse karadan gidin.
Yol kenarlarının, aslında bütün mevsimlerde, bu kadar şenlikli olduğu başka bir ülke var mıdır bilmiyorum.
Hani, tatilin amacı olabilir yolların kıyıları.
Kamyonla çıkmak lazım belki de. Her çardağın, her tezgáhın önünde durmak, her gördüğünü arkaya atmak lazım.
Soğan, patates, kavun, ceviz, kestane, turşu, pekmez, salça, reçel, peynir, yağ, saksı, çiçek, sepet, darbuka...
* * *
Bir de kuzu sevmek lazım.
Hayatı yeniden, birdenbire, daha çok sevebilmek için.
Ben sevdim. İstedim çobandan. Tuttu getirdi, verdi kucağıma. Aman Allahım!
Kasap vitrinlerinde yazan "süt kuzusu" mu bu? Yazıklar olsun bize!
Burnunu yaklaştırdı ağzıma... Naneli sakızı kokladı. Melerken minicik vücudu titredi... Elimde tuttum sanki sesini.
Sarıldım sımsıkı... Fotoğraf çektirdik beraber. Sonra yalpalaya yalpalaya gitti annesinin bacaklarının arasına girdi.
Tavsiye ediyorum...
Bu hafta sonu yola çıkın. Hayır, bir yere gitmeniz şart değil. Şehrin biraz dışına çıkmanız yeterli. İlk çardağa kadar diyelim.
Ama en önemlisi, koyun sürülerini kollamayı unutmayın. Kuzuyu kucağınıza aldığınızdaysa kulaklarımı çınlatın.
MIŞ-MUŞ
Hesaplama değişince kişi başına düşen milli gelir 5 bin 480 dolardan 7500 dolara çıkmış.
Ne diyelim, Allah razı olsun!
Erdoğan, Yunan Dışişleri Bakanı Bakoyanni için "Aile dostumuz" demiş.
Erdoğanlar, piyangodan ikramiye kazananların aniden türeyen akrabaları gibi.
İtalyan mahkemesi, aldatan kadının yalan ifade verme hakkı olduğuna karar vermiş.
"8 Mart hediyesi" diye ben buna derim!
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2008
YILLARCA günahını almışız gariplerin... Meğer 24 saat seks düşündükleri falan yokmuş.
Erkeklerden bahsediyorum.
Yıllardır suçladık, ayıpladık... Meğer haksızlık etmişiz. Akıllarına bile gelmiyormuş. Hatta o kadar ki bilim adamları hallerine acıyıp çare aramaya koyulmuşlar. Bulmuşlar nitekim.
İngiltere’de, bu yolda yapılan çalışmalar neticesinde, 2006 yılında, cinsel gücü etkileyen hormonu tetikleyen bir bant geliştirilmiş. Koku bandı.
Bileğe takılıyormuş ve saat başı kokladığında insana 24 saat cinsellik düşündürüyormuş. İcadından iki yıl sonra bize de gelmiş bant.
Beni ilgilendiren kısmı da bu zaten. Gerçi hangi millete mensup olursa olsun, yeryüzündeki hiçbir erkeğin, 24 saat cinsellik düşünmek için bir mücadeleye ihtiyaç duymadığına inancım tamdı, başta da belittiğim gibi, fakat özellikle Türk erkeklerinin de ihtiyaç içerisinde olduğunu duyunca...
Öyle ya... Kim ithal ettiyse bir araştırma yapmıştır herhalde.
Yaptı ve gördü demek... Aksi, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışmak demektir ki, aklı başında hiçbir müteşebbis yapmaz bunu.
Vay be! Peki neydi o "Hiç aklımdan çıkmıyor ki" halleri?
Söylenti falan da değil ki, bütün kadınların bizzat tespit etmişliği vardı durumu!
***
Aslında sadece erkekler için değil... Kadınlarda kullanabiliyorlarmış bandı. Fakat ben hiçbir kadının "24 saat seks düşünme talebiyle" ortaya çıktığına inanmam.
Erkek bilim adamlarının durduk yerde kadının bir derdine derman olmak üzere kolları sıvayacağına da inanmam. Onlar ancak kendi cinsleri için girerler laboratuvara. Yani erkek ihtiyacından ortaya çıkmıştır bu buluş bana göre. Kadınların da işine yaraması ise ayrıca işlerine gelmiştir erkeklerin. Neden?
24 saat talebe karşı 24 saat de arz lazım haliyle!
Yoksa ne anlayacaklar bu işten?
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2008
"DEMOKRASİYİ severim ama bizim parti kazanırsa." Bir cümleyle bir toplumu tarif etmek... Olursa bu kadar olur.
Bakıyorsunuz, demokrasiyi sevmeyen yok. Fakat mümkünse bizimle aynı fikirde olmayanlar ağzını bile açmasın!
Hayır, o fikre, üstünde çok düşünerek sahip olsak bari...
O da yok.
Çoğunluk nerede biz oradayız.
Çünkü çoğunluğun olduğu yer hem tehlikesiz, hem de orada bizim yerimize birileri önceden düşünmüş, diyeceğini demiş, bize onları tekrar etmek kalıyor sadece.
Hazıra konuyoruz yani.
Şimdi kalkıp yeni bir şey söylemek için kafa yormak lazım.
Zor iş!
Düşünce tembeliyiz yani aynı zamanda.
Ha, hem çoğunlukla aynı fikirde olursak alkışımız da garanti. Hazır müşterisi var söylediklerimizin.
Bizimle aynı fikirde olmayanlarla tartışmaya da yanaşmıyoruz pek.
Tartışmak bilgi gerektiriyor çünkü. Oysa bizim öyle derin bir bilgimiz yok. Dedim ya, biz o fikirleri hazır bulduk. Enine boyuna düşünüp inandığımız şeyler değil ki onlar.
Tartışmak yerine kavga ediyoruz.
Bunda başarılıyız bakın... Küfür konusunda bir eksikliğimiz yok.
Karşıdakine etiketi yapıştırıp düşman ilan ediyoruz.
Kendi kendimize öcüler yaratıyor, sonra onlardan korkuyoruz.
* * *
En büyük haksızlığı da Atatürk’e yapıyoruz.
Hani bazen "Allah Atatürk’ü ’sevenlerinden’ korusun" diyesi geliyor insanın.
Sözde sevenlerinden elbet.
Aslında pek de söyleyecek sözü olmayan, sıkıştığında akan suların durması için onun adını kullananlardan yani.
Bilmesek, neredeyse "statükocu" belletecekler Atatürk’ü.
Atatürk bir devlet kurdu arkadaşlar!
Bir ilkokul bilgisi olarak tekrar ede ede anlamını kaybetmiş olabilir bazılarınız için.
Ama o azmetti, cesaret etti, mücadele ette, yoktan var etti ve bir devlet kurdu.
Dile kolay!
Peki böyle bir adam, sağ olsaydı, durur muydu acaba?
Yetinir miydi?
"Yeter" der miydi?
Hiç sanmıyorum.
Ama biz bıraktığı yerde duruyoruz.
Oysa Atatürk sağ olsaydı zamanı dondurmazdı.
Bakardı başını alıp gitmiş ülkelere... Bir de yerinde sayanlara... Hangisi yasaksız, hangisi bol yasaklı, görürdü mesela.
Sahi bana yasaklarla abad olmuş bir ülke göstersenize!
Sokağa tükürme yasağından falan bahsetmezsiniz ama değil mi?
* * *
Son olarak, söyleyeceklerimin hiçbir işe yaramayacağını bile bile, öyle kendi kendime diyorum ki devletten, askerden, birbirimizden korkmadan konuşabilsek, tartışabilsek keşke aklımızdan geçenleri...
İstediğimiz gibi yaşayabilsek.
İstediğimiz gibi giyinebilsek...
Özgür olsak yani.
"Savaş bitsin" diyenler PKK’lı sayılmasa.
"İsteyen başını örtsün" diyenler "Atatürk düşmanı" ilan edilmese.
İçki içenlere "káfir" diye saldırılmasa...
Fişlemesek birbirimizi...
Böyle saçmalayıp durmasak...
Özgürlüğü karşımızdaki için de istesek... Bunu istedik diye birileri dışlamasa bizi, birileri de sahiplenmese... Etiketlenmesek yani illaki...
Olmaz mı?
NE ACI!
HEM doktorluğuyla hem insanlığıyla, ihtiyacımız olduğu her an yanımızda bulabildiğimiz Sevgili Cengiz Aslan, oğlunu kaybetti. 29 yaşında gencecik oğlunu.
Böyle zamanlarda söyleyecek söz bulamıyorum.
Hem hangi söz teselli edebilir en yakınının ölümünü yaşayanları...
Çok ama çok üzgünüm.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, "En az 3 çocuk doğurun" demiş.Eyvah! Bu da fıkradaki padişah gibi oraya buraya savaş açacak galiba durmadan!
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2008
AT, AVRAT, SİLAH<br><br>İstanbul’un temel sorunu, raylı toplu taşıma sisteminin gelişmiş olmamasıymış yetkililere göre. Ben de yetkisiz biri olarak diyorum ki, esas sorun insanda.
Demir ağlarla örsek İstanbul’u dört baştan...
Herkesin evinin kapısına bir durak koysak...
Binmek bedava olsa...
Ne yazar?
Toplu taşıma aracını kullanmak bir kültür meselesidir. Bizde o kültür yok. Biz "at, avrat, silah" kültüründen geliyoruz. "At"ın yerine "araba"yı koyduk.
Kimse vazgeçmez arabasından.
Ha, saygınlık aracı olmaktan çıkarsa bir gün... Uzak, çok uzak.
DÖRTKÖŞE BİSKÜVİ
Çok süslüleri çıktı... Hani koy karşına seyret.
Çok çeşitlisi çıktı... Hani neredeyse bir tek turşulusu yok.
Çok lezzetlisi çıktı... Hani yeme de yanında yat.
Ama "dörtköşe"nin yerini tutan yok.
Esas adı "pötibör." Fakat ben ona çocukluğumda "dörtköşe bisküvi" demiş bulundum bir kere, öyle gidiyor.
O bir klasik epeydir.
"Sade"nin zaferi diyorum ben buna.
PEMBENİN ÜÇ TONU
Acaba benden başka fark eden yok mu?
Düzelmeden sürüp gittiğine göre...
Mesele şu:
Gazeteler zaman zaman birtakım haritalar yayımlıyorlar. "İstanbul’un deprem haritası" gibi mesela. Bölgeler değişik renklere boyanıyor, alt köşede de bu renklerin ne anlama geldiği açıklanıyor falan, filan.
Sizi bilmem ama benim bugüne kadar bu haritalardan bir fayda gördüğüm olmadı. Çünkü bunları hazırlayan arkadaşların "değişik renk"ten anladığı, mesela pembenin üç tonu!
Bakıp da ayırabilene aşk olsun!
Bilgisayarda durum gayet başarılı olabilir ama gazetedeki sonuç fiyasko.
Hiç istisnasına rastlamadım. Fakat kimsenin umurunda değil belli ki.
ÇOCUKLAR NE ZAMAN ÖLSÜN
"Çocuk" dendi mi akan sular duruyor.
Kimin çocuğu olursa olsun...
Eğer sapık ya da cani değilse insan, hiçbir çocuğun canının yanmasını istemiyor.
Çocuklar ölmesin!
Herkesin temennisi bu. Bunun için çalışan sivil toplum örgütleri var.
Fakat nasıl oluyorsa bir gün artık ölebileceklerine karar veriyoruz.
Vazgeçiyoruz koruyup kollamaktan.
Sahi çocuklarımız kaç yaşına gelince artık ölmesinde bir sakınca yoktur?
Var mıdır öyle bir yaş?
Ölüm sözkonusu olduğunda her yaşta çocuktur insan, bana sorarsanız. 80’inde bile.
SİZ KARDEŞSİNİZ EVLENEMEZSİNİZ
Yarın emekli paşanın biri "Ben senin babanım" diye çıkar mı karşıma?
Ya da annem telefon açıp "Siz kardeşsiniz evlenemezsiniz" der mi birdenbire?
Dizilere bakarsanız olmayacak şey değil. Her dizide iki kişiden birinin ailesi gerçek ailesi değil.
Hadi onlar film... Gündüz programlarında karşımıza çıkan gerçeklere ne demeli?
Bana aksi olmayacak şeymiş gibi geliyor.
ÖNGÖRÜNÜZÜ SEVEYİM
İstanbul Boğazı’na üçüncü köprünün eli kulağında biliyorsunuz.
Yok, gerekli mi gereksiz mi meselesine girecek değilim cumartesi cumartesi. Sadece Atlas dergisinin son sayısında okuduğum bir şeyi aktaracağım. Birinci köprüyle ilgili.
Yetkililer köprünün yapımından önce ne demişler biliyor musunuz... "Bostancı’dan Bakırköy’e 15 dakikada gidilecek."
Gidiliyormuş sahiden... Fakat bir şartla. Sabah beşte yola çıkarsanız!
Memlekette her gün birileri herhangi bir konuda öngörüde bulunuyor. Bunların isabeti hususunda bir fikriniz olsun istedim.
MIŞ MUŞ
Evin önüne araba park etmekten doğalgaza, şans oyunlarına kadar her şeye vergi geliyormuş.Kısaca, ölmemiş hayattaysanız gidip vergisini vereceksiniz.
Ankara’da tesettür defilesi yapılmış.Gitti laiklik!
Aşkın hastalık olduğu anlaşılmış.E, biz biliyorduk zaten "yatırıyordu" insanı.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2008
BURCU Kara’ya Yavuz Bingöl’le dostluklarının sürüp sürmediğini sormuşlar. "Hayır" demiş Burcu Kara, "Ama onun için en iyisini istiyorum."
Anladınız... Bugünkü konumuz "Ayrılan sevgililer dost kalabilir mi?"
Önce şu "dostluk"a bir açıklık getirsek...
Herkesin ağzında... "Dostum", "Dostuz", "Dostumsun"...
Birbirinizin hangi derdine derman oldunuz diye sormak lazım.
Hangi sevinci sizin de sahiden sevinciniz oldu...
Hangi sırrını tuttunuz içinizde yıllarca...
Beraber içmeye gidip dağıtmak değildir dostluk.
Dostluğun zamana ihtiyacı vardır.
Birtakım sınavlardan geçmek gerekir.
Belki de arkadaşlıktan farkı budur; arkadaşlığın sınavlardan başarıyla geçmiş şeklidir dostluk.
* * *
Gelelim ayrılan sevgililerin dostluğuna...
Olabilir bence. Mümkündür.
Hatta belki de taraflar zaman içerisinde çok iyi dost olabildikleri için bitiyordur bazı ilişkiler.
Dostluk, aşkı öldüren bir şeydir çünkü.
Aşk biraz da düşmanlık, kin, nefret, kıskançlık, hırs demektir. Bunların hiçbiri dostlukla bağdaşmaz oysa.
Birinin olduğu yerde öteki olmaz.
Ve aşkla başlayan bir ilişkinin dostluğa dönüşüp bitmesi çok rastlanan bir durumdur.
Uzun süren ilişkilerde kaçınılmazdır hatta. Hayatın akışı içerisinde türlü badireler atlatılır birlikte... Hastalıklarla boğuşulur... O arada bir bakarsınız aşk gitmiş dostluk gelmiş fark ettirmeden.
Peki yürümez mi "dost-sevgili"lerin ilişkileri?
Yürür.
Ama en çok aldatma haberi onlardan gelir.
* * *
Yani insanın ayrıldığı sevgilisiyle dost kalabilmesi, ayrılığın şekline bağlıdır biraz da. Hatta tamamen.
Dediğim gibi, sevgiliyle etle tırnak gibi olunduysa ki bu bir süre sonra insanın kendisini ana/babasıyla sevişiyormuş gibi hissetmesine neden olur ve derhal ilişki sonlandırılır, ömür boyu dost kalınır.
Ama bitmeyen ihanetler yüzünden ayrıldınız diyelim...
Veya baktınız bir müddet, ne teniniz, ne huyunuz suyunuz uyuştu...
Ya da adam psikopat çıktı...
Falan filan.
Ne diye dost kalacaksınız?
Zaten "Dost kalabildiniz mi?" diye soranların kastettiği şey bizim anladığımız manada dostluk değil. Onlar "Küs müsünüz?" demek istiyorlar aslında. Aradaki farkı çok az kişi biliyor çünkü.
* * *
Yazıyı gözden geçireyim dedim de baktım öğretmen gibiyim vallahi. Şuraya "Bana göre"yi ekleyeyim bari, siz her cümlenin başına yerleştiriverin bi zahmet.
MIŞ-MUŞ
İran’da cimri kocaya, eşine 124 bin gül alma cezası verilmiş.Bundan böyle "İran olur muyuz?"u endişeyle değil hevesle soracağım!
Deniz Baykal, "Türbanı biz çözseydik sorun çıkmazdı" demiş.Bir yandan da "Buyur çöz" diyecekler diye ödü patlıyor olabilir.
Maymunlaştıran gen bulunmuş.Darısı hepimizi koyunlaştıran genin başına!
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2008
SEVGİLİ Oğuz Aral, konuşurken arada "Anlıyor musun?" diyene kızardı... "Anlatabiliyor muyum, diye sorulabilir ancak" derdi. Fakat bazen nezaketi elden bırakasım geliyor doğrusu. Ve imkán olsa, yazdığım her satırdan sonra okura "Anladınız mı" diye sormak istiyorum.
Anlatamadığıma pek ihtimal vermiyorum çünkü.
Hayır, ben de anlatamıyorsam yani...
Kısa cümleler kurarım... Lafı dolandırmam...
Edebiyat parçalamaya kalkmam...
Sokaktaki adamın diliyle yazarım...
Pek öyle derin konulara girdiğim de söylenemez...
Gerçi bütün bunlara rağmen meramını anlatamıyor olmak da görülmemiş şey değildir. Fakat öyle olsa burada on yıl tutmazlardı beni herhalde.
Fakat işte bazen bir bakıyorum gelen mektuplara...
Şöyle söyleyeyim, birine "Ceylan gözlüm" diyorsunuz, "Vay, sen bana ’hayvan’ dedin!" diye yakanıza yapışıyor. Durum bu.
Geçenlerde, üniversitelerde türban yasağının kalkmasına verilen abartılı tepkileri tiye alan bir yazı yazdım, hatırlarsınız belki.
A! Başörtülü kızlardan "Aşkolsun Pakize Abla"dan tutun da "Siz kim oluyorsunuz"a kadar uzanan bir tepki yelpazesi!
Allah Allah!
Kendimden şüpheye düştüm, bir daha, bir daha okudum yazıyı...
Yok. Anlamayacak bir şey yok.
Kızlar!
Ne diyeyim şimdi ben size?
Acaba gençler olarak "Kör kör parmağım gözüne" esprilerden mi anlıyorsunuz ancak?
Belki de başörtüsü konusunda öyle önyargılı, öyle alıngansınız ki, gözünüze "başörtüsü" sözcüğü çarptı, yazıyı tam okumadan "Bu başı açık sarışın kadın bize karşıdır nasıl olsa" dediniz, oturdunuz bilgisayarın başına!
Tamam, saçma ama başka ne diyeyim... En iyisi madem öğrencisiniz de "Allah zihin açıklığı versin" demek galiba.
* * *
Bu ilk değil, biliyorum son da olmayacak. Yanlış anlaşılan ilk ve tek köşeci ben değilim, onu da biliyorum.
O halde, Gazeteciler Cemiyeti mesela, okur için kurs açsa iyi olmaz mı?
İlkokulda okuma parçası verilirdi hani... Okur, ne anladığımızı anlatırdık... Böyle birtakım pratikler yaptırılabilir mesela kursta.
Sonra "ironi"nin ne olduğu, bazen etkiyi artırmak için bir şeyin tam tersini söyleyerek de yapıldığı öğretilebilir.
Ünlem işaretini parantez içerisinde gördüklerinde alay ifade ettiğini anlamaları gerektiği...
Tırnak işaretinin, içine aldığı sözcüğün anlamını "öz"den "söz"e döndürmeye de yaradığı anlatılabilir.
Fena mı olur?
Okuduğunu anlamakta bir sorunu olmayan okurlarımı tenzih ettiğimi söylemeye gerek duymuyorum. Onlar bunu da anlamışlardır nasıl olsa.
MIŞ-MUŞ
İki öğrenci, öğretmenlerin çayına fare zehiri koymuş.
Bizim kuşak en fazla sandalyeye raptiye koymaya cesaret edebilmişti.
BM’nin kadın haritası Türkiye’yi utandırmış.
Ne diyorsunuz siz!
Türkiye’yi kimse utandıramaz!
Hem, şehitler ölmez, vatan bölünmez!
İtalya’da nazara karşı penis avuçlamaya yasak gelmiş.
Bizimkiler sokak ortasında kadına karşı avuçladıklarından yasak falan yok!
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2008
Bülent Ersoy da şaşırmıştır herhalde. Bir hafta oldu, gazetelerin baş sayfasından inmiyor.
Yabancı basında bile yer almış.
O aslanda yine "Pes seslere iyi basamıyorsun çocuğum" ya da "Saçınızı bir daha böyle kuş yuvası gibi taratmayınız" gibi bir şeyler söylediğini zannediyordu belki de.
Fakat bir baktı ki "kahraman" olmuş.
Aslında söylediği şey demokrasinin olduğu ülkelerde şu yukarıdakiler kadar sıradan sayılabilirdi.
"Ne demek istiyorsun, bizde demokrasi yok mu?" diyeceksiniz.
Var elbet. Ama...Bizde her şeyin bir de "Ama"sı var.
Belki de onun için bol bol "kahraman" çıkartabiliyoruz.
Fakat bu bolluğun şöyle kötü tarafı var, onca "kahraman"ı nereye koyacağız tabii, onun için her yenisinde eskisinin hükmü kalmıyor.
***
Hakikaten bu ülke insanlarının ömrü "kahraman" yaratmakla geçmektedir.
Neden?
Çünkü bel bağladığı başka bir şey yoktur. "Kahraman" bazen kendi kendine çıkar. Kendi gelmediği zamanlarda ise toplum kahraman arama işine girişir.
Bir bakmışsınız ihale size kalmış!
Fena bir şey değil tabii.
Ama her zaman için, birilerinin gözüne batıp "bok yoluna gitme" ihtimali de mevcuttur.
***
Bülent Ersoy’un başına gelen şeyin benzeri kaç kez benim de başıma gelmiştir.
Bir yazı yazmışımdır...
Gayet sıradan olduğunu düşündüğüm...
İçinde benim icadım olan dahiyane fikirlerin falan bulunmadığı...
"İnsan" olan herkesin aklından geçmesi gereken düşüncelerden ibaret...
A, bir bakarım "mail yağmuru"!
Bilmeyen ölüme çare buldum zanneder.
Bazen de hakikaten ölüme çare bulmuş kadar olduğumu düşünürüm...
A! Tık yok!
Daha bir kere bile denk getiremedik övgülerimizi.
Du bakalım!
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
TÜRKİYE’de birtakım sözcükler var... Herkes bu sözcüklerden biriyle tarif ediliyor.
İkinci bir kimlik gibi adeta.
Tarif edildiğimiz sözcüğe ait, her konu hakkında önceden belirlenip ortaya konmuş, neredeyse "matbu" diyebileceğimiz bir "fikirler paketi" var.
Konu başlığı verildiğinde paketi açıp uygun olan fikri çıkarıp ortaya koymamız bekleniyor.
Çıkarıp koyuyoruz.
Yani aslında işimiz kolay.
Her seferinde uzun uzun anlatıp yazmamıza gerek yok. Paketten çıkarmak yetiyor.
Aslında "parola"yı söyler gibi, tarif edildiğimiz sözcüğü fısıldamak bile yeterli olabilir.
"Laik" deriz mesela ya da "muhafazakár" veya "feminist"... Yeter. Altlarındaki klişeler herkesçe biliniyor nasıl olsa.
Bu işin kötü tarafı, herkesin tarif edildiği sözcüğün kapsadığı alana hapsolmuş olması.
Oradan dışarı çıkılamıyor.
Yasak mı?
Değil.
Ama çıkanlar "dönek"ten tutun da "şerefsiz"e kadar çeşitli sıfatlarla anılıyor.
* * *
Kimse kendi başına taraf olamıyor.
Bırakmıyorlar.
Oluşmuş taraflar var, illa onlardan birine dahil olmamız isteniyor. Ve illa öteki taraflara karşı. Daima, her şartta, her konuda.
Ana başlıkta hemfikir olup alt başlıklarda ayrılmak zaman zaman... Olmuyor, kabul görmüyor.
Herkes iyiden, güzelden, doğrudan, ahlaktan, dürüstlükten, özgürlükten, haktan, hukuktan, adaletten yana olduğunu söylüyor. Ama bunların bazen adres değiştirdiğini fark etmiyor. Sabitlendiği yerde boş yere nöbet tutuyor.
* * *
Herkes, herkesi kendi bulunduğu yere çekmek istiyor.
Oranın en doğru yer olduğunu düşündüğü için mi?
Her zaman değil.
Bazen sadece bunu kendi kendisine doğrulama ihtiyacı hissettiği için.
Herkes karşısındakinin sarıldığı öğretilerin köhnediği, yeniden yorumlanması gerektiği fikrinde. Fakat kendisininkinin her çağa uygun olduğunu düşünüyor.
Ve herkes birbirini yiyor.
Ve tarafların birbirinden böyle katı, kesin sınırlarla ayrılmış olması yüzünden Türkiye’de hiçbir sorun çözülemiyor.
Durumumuz bu doktorcum!
Ne dersiniz?
Kurtulur muyuz?
MIŞ-MUŞ
Evlilik, intihar eğilimini azaltıyormuş."Ölüm"ü görünce hayata razı oluyor demek insan!
Irak operasyonunun bitişi Başbakan’a bile sürpriz olmuş.Fakat Başbakan’a sürpriz olması bile sürpriz olmadı.
Tuba Ünsal, "En iyi dönem ilişkinin ilk 3 ayı" demiş."Ötesini kaç kere gördü acaba?" diye soran olur korkarım!
Yazının Devamını Oku