Pakize Suda

Başbakanlar anlatırlar

3 Nisan 2008
BAŞBAKANLAR "icraatın içinden" derler...<br><br>Ulusa seslenirler... Memleketi nereden nereye getirdiklerini anlatırlar.

Dinlerim.

Ama dinlemekle kalmam.

Kalkar bakarım, hakikaten öyle mi...

Öyle çok "derin" bakmalar değil.

Elektrikler yine kesik mi diye bakarım mesela.

Sonra pencereden bakarım...

On gün içinde iki kere kazılan kaldırım ne durumda?

Yoklarım kendimi sonra...

Ne şaşırtır beni bu topraklarda?

Yok öyle parti kapatma meselesi falan değil...

Daha bireysel, daha ufak tefek ama insanın hayatını daha derinden etkileyen şeyler.

Mesela, arabamın yerinde yeller estiğini görürsem bir sabah...

Çok şaşırır mıyım?

Katiyen!

Hatta bir akşam geldiğimde apartmanı bulamasam yerinde...

Ona bile şaşırmam.

Veya eski lirayla iki trilyon doğalgaz faturası gelse...

Yine şaşırmam.

"Bu topraklarda her şey olabilir" hissi yani... Hani "Delidir ne yapsa yeridir" yaklaşımının memlekete uyarlanmış hali.

İşte bu his duruyor mu içimde, ona bakarım.

Şu ana kadar gittiği olmadı.

* * *

Başka, başka...

Ha, bir resmi daireye telefon açarım mesela...

Basit, ufak bir sorunumu iletmek için.

Mesela, borcum olmadığı halde suyum kesilmiştir veya birileri kapının önüne bir çukur açıp gitmiştir falan filan...

Elime bir káğıt kalem alıp beklerim.

Her "transfer"de káğıda bir çizik atarım.

"Bi dakika ben sizi yetkili arkadaşa ileteyim" der biri... Bir çizik!

"Ben sizi başka bir arkadaşa bağlıyorum" der öteki... Bir çizik daha!

Geçen gün saydım 18 çizik olmuş, fakat sorunum sorun olarak duruyor.

Daha da fenası, 18 kere üst üste anlata anlata, soruna yabancılaşmışım.

Böyle şeylere bakarım ben.

Başbakanların anlattıklarını dinlerim gerçi.

Ama anlamam.

MIŞ-MUŞ

Demet Akalın, ABD’de ikinci evini almış.

Aferin bize!

Hülya Avşar, "Ölüm bile para eder" demiş.

Yine aferin bize!

Erdoğan, "Milletin gönlüne odaklanan partiyiz" demiş.

Rahmetli de öyle düşünüyordu.

Rusya’da beş aydır bir mağarada kıyameti bekleyen 14 kişi, mağarada çöküntü olunca dışarıya kaçmış.

Haklılar! Büyük kıyamete heves etmişken "amorti"ye neden razı olsunlar?
Yazının Devamını Oku

Kendimizi pazarlıyoruz

1 Nisan 2008
Hepimiz "pazarlamacı"yız. "Tezgahtar" ya da. Şimdiki adıyla "satış görevlisi".Kendimizi pazarlıyoruz! Defolarını, eksiklerini, fazlalarını en iyi bildiğimiz "mal"ı! Bu durumda işimiz kolay gibi görünüyor ama değil.

Yalan yoruyor insanı çünkü.

Ateşi görünce eğrilip büğrüleceğini bildiğiniz tencereyi ha bire övmek gibi... Üstelik orada sıkışınca kaçma ihtimali var her zaman.

"Üretim hatası" dersiniz...

Başka tencere verirsiniz...

Olmadı, tencereyi bırakıp ütü pazarlamaya başlarsınız.

Ama sizin yedeğiniz yok.

Başka modeliniz de.

Kaçacak yeriniz de.

Onun için durmadan öveceksiniz kendinizi... Övmek dediysem, taşın üstüne çıkıp gelen geçene ne şahane biri olduğunuzu anlatmak ya da üstün niteliklerinizi anlatan yaftayla dolaşmak değil.

Çok güzel olduğunu düşündüğünüz bacaklarınızı sergilemek de övmektir, kötü göründüğünü düşündüğümüz göbeğimizi gizlemek de...

Göstere göstere ibadet etmek de, milyonların önünde bağış yapmak da...

Her zaman kendimizi haklı çıkarmaya çalışmak da, "Sadece belgesel seyrederim" demek de...

Hatta "olduğu gibi görünmek" de. Doğallığımızı pazarlamış oluyoruz.

***

Evet, hayatımız kendimizi pazarlamakla geçiyor.

Ana-babamıza, öğretmenimize...

Arkadaşlarımıza...

Patronumuza...

Sokaktaki adama...

Ne zeki, ne akıllı, ne güzel, ne duyarlı, ne merhametli, ne dindar, ne vatansever, ne yetenekli, ne becerikli, ne külyutmaz, ne çalışkan, ne başarılı, ne sevilir, ne güçlü, ne güvenilir, ne sadık, ne cömert, ne zevkli, ne bilgili, ne iyiliksever, ne saygılı, ne dost canlısı, ne, ne, ne...

Olduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz durmadan. Birazı doğru, çoğu yalan.

Anlatmasak ne olur?

Bu devirde mi?

Hiç olmaz!

Ha, dağ başında yaşıyorsanız, tamam!
Yazının Devamını Oku

Kendinizi belgeletmeyin!

1 Nisan 2008
EĞER katil ya da maktul ünlü biri değilse...<br><br>İşin siyasi yönü falan yoksa... Cinayetler üçüncü sayfa haberidir.

Bir kriter daha var yalnız... Katil ya da maktul veya her ikisi de, bizim "öldürmeyi ve öldürülmeyi yakıştırmadığımız kesim"dense veya taraflardan biri "artiz" gibiyse, o cinayet de "baş sayfalık"tır.

Nitekim iki genç kızın, annelerini aynı günlerde, aynı biçimde öldürmelerine karşın, ana-kızın "sıradan Anadolu insanları" olduğu hadiseyi ara sayfalarda şöyle bir görüp kaybederken, kızın "lepiska saçlı, kıvrım kıvrım dudaklı", anneninse "profesör" olduğu vakayı günlerce baş sayfadan takip etme imkánı bulduk.

Hálá da bitmedi. Gazeteler "baş sayfa güzeli" sıkıntısı mı çekiyorlardır, nedir, bilmiyorum.

Neyse...

Benim değineceğim nokta başka.

* * *

Bu "lepiska saçlı, kıvrım kıvrım dudaklı" genç kızın, annesi gibi "profesör" olan babası, gazetelere bir mektup gönderdi geçenlerde.

Söylediğine göre, kızı daha 4 yaşındayken ciddi uyku problemi çekiyormuş. Bunun için psikiyatrik yardım gerektiğini karısına defalarca ifade ettiği halde, her seferinde "Sen kızımı damgalamak istiyorsun" cevabını almış.

İşte buna takıldım ben.

Anne bir tıp mensubu...

4 yaşındaki bir çocuğun uyku problemini biz önemsemeyebiliriz ama o bunun ne anlama geldiğini bilir, bilmeli.

Üstelik psikiyatri asistanlığı da yapmış.

Hem, bu mesleğin içindeki insanlar bile bu işe "damgalanmak" olarak bakıyorsa, "deli derler" korkusuyla psikiyatra gitmekten kaçan "sokaktaki adam" çok haklı demek!

Yağmurdan kaçarken doluya yakalandı profesör anne.

Fakat hak vermiyor da değilim rahmetli kadıncağıza. Bu topraklarda "zırdeli" olsanız, doktor tarafından konmuş bir teşhis ya da kullandığınız bir ilaç yoksa mesele yoktur. Hasta sayılmazsınız.

Buna karşılık "medeniyettir" deyip psikoloğa gittiniz... Okumuş yazmış arkadaşlarınızın bile arkanızdan, "Ha, o mu, tescilli manyak!" diyeceğinden emin olabilirsiniz.

Siz siz olun kendinizi belgeletmeyin!

* * *

Mektupta takıldığım bir nokta daha oldu.

"Olayın en tuhaf kısmı, Olcay, Başak tarafından öldürülmekten gerçekten korkuyormuş. (Basına yansıyan haberlere göre). Buna rağmen Başak’ı devamlı yanına çağırıyordu. Bir geceden çok dayanamayan Başak, babaannesinin evine geri kaçıyordu. Madem Olcay’ın böyle bir korkusu vardı, Başak’ı neden Beysukent’teki evine çağırıyordu ve Başak her gidişinde tartıştığı annesinin yanına neden tekrar tekrar gidiyordu? Bunu hiçbir zaman anlamayacağım."

Belli ki profesörün, annelerle kızları arasındaki özel ilişkiden haberi yok.

İki iş arkadaşı ya da karı-koca ilişkisi gibi zannediyor ana-kız ilişkisini.

Anlaşamıyorsan görüşmezsin!

Geçinemiyorsan boşanırsın!

Sancılı olmayan ana-kız ilişkisi pek azdır beyefendi!

Buna karşılık birbirinden kopabilen ana-kız hiç yoktur.

Eski eşiniz bu olaydan yaralı olarak kurtulsaydı emin olun Başak’ı yine çağıracaktı yanına, Başak da gidecekti.

Bunu sizin anlayamamış olmanız... Belki de bütün mesele bu.

MIŞ-MUŞ

Günler 25 saat olacakmış.

Fazlalık mesaiye eklenecekse kalsın!

Erdoğan, "En az 3 çocuk yapmazsanız yarın ağlarız" demiş.

Her 3 kişiden biri AKP’ye oy veriyor ya...
Yazının Devamını Oku

Uzak akraba kadınlar

30 Mart 2008
BENİM çocukluğumda, olmazsa olmaz "uzak akraba kadınlar" vardı... Aynı evin değil ama hayatın paylaşıldığı...

Kimin nesiydiler?

Birden cevap veremezdi kimse.

Önemi de yoktu zaten.

Genç miydiler, yaşlı mı?..

Şimdi bile tahmin edemiyorum.

Ama bir yaşa sabitlenmiş gibiydiler.

50 mesela.

Şimdiki durum tersine, bütün kadınlar "yaşlı"ydı o zamanlar.

Daha doğrusu kadınlar ikiye ayrılırdı... Genç kızlar ve evli kadınlar.

Evli kadınların hepsi "yaşlı"ydı. Evlenmiş olmak "yaşını başını almak" demekti çünkü.

Bu bir "çocuk zannı"ydı çokça, tamam da, görünüşün de bunu destekleyici bir etkisi vardı.

Hani Afrika’da kabilelerde, halkanın, uyduruyorum kulak yerine buruna takılmasıyla genç kızla evli kadının birbirinden ayrılması gibi... Siyah ya da kahverengi, etek üstüne aynı renkte triko bluz giyilmesi "evli kadın" olmanın bir işaretiydi adeta. E, takdir edersiniz ki kahverengi jorjet etek ve triko bluzla bir kadının genç görünme ihtimali pek zayıftır. (Hatırlayınız Rahşan Ecevit).

Henüz 35’indeki "uzak akraba kadınlar"ın 50’sinde görünmesinin müsebbibi bu etek bluzlardı herhalde.

Bir de hemen hepsinin biraz kilolu olmaları...

"Biraz kilolu" olana "toplu" denirdi o zaman.

Bakın, "toplu olmak" da evli olmanın bir işaretiydi.

* * *

Joker gibiydi "uzak akraba kadınlar".

Mevlit mi okutulacak... Bakmışsınız şerbet kaynatıyorlar.

Alışverişe mi çıkılacak... Kapıda eşlik için hazırlar.

Hasta mı var... Refakat onlardan.

Düğün, dernek, kız isteme, kabul günü, doğum, ölüm... "Uzak akraba kadınlar" seferber.

Onlarsız gün geçmezdi.

Sabahtan çıkar gelirlerdi.

Evet, "Sabahtan çıkıp gelmek" diye bir şey vardı eskiden. Sonra "yatıya kalmak"... Samimiyetin bir göstergesiydi ikisi de.

Mantı açanı vardı "uzaktan akraba kadın"ların... Çiğbörek yapanı... İyi fal bakanı... Ağzından bal damlayanı...

Bazı akşamlar "bey"leri de çıkar gelirdi. Kalabalık sofralarda yemekler yenirdi, "Gitmeyin, kalıverin" denirdi. Kalınırdı.

* * *

"Uzak akraba kadın"
ların evine gidilmezdi pek. "Ziyaret"lerinin "iadesi" olmazdı yani.

Belki de kendi evlerinin acemisiydiler...

Sahi sabahtan çıkıp gelmedikleri günlerde ne yaparlardı?..

"Bey"leriyle sevişirler miydi?..

Kendi evlerinin "üs" olmasını isterler miydi?.. Başka "uzak akraba kadınlar"ı her aradıklarında yanı başlarında bulmayı...

Neredeler şimdi?..

Nereye kayboldular?..

Hayatı kolaylaştıran o "candan" kadınlar...

"Yeni evler"de olmamaları ne büyük eksiklik!

MIŞ-MUŞ

Paris Hilton, "Siyasetten anlamam, bana alışverişi sorun" demiş.Adı Paris ama kendisi Nişantaşı, Etiler dolaylarından!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, herkesin ülkeye anne şefkatiyle bakmasını istemiş.Fakat bu aralar anne olmanın heves edilecek bir yanı yok, kelle koltukta!

Uykusuz kadınlar, erkeğe göre daha hırçınmış.Bu durumda belli ki uykusunu alabilen kadın yok!
Yazının Devamını Oku

Memur alımı gibi

29 Mart 2008
Gecenin bir vakti... Bir klip çıkıyor karşıma kanalın birinde...

50 yaşını çoktan geçtiğini bildiğimiz, ünlü bir erkek sanatçımız... "Sevgili"yse "çıtır" diye tanımlanan kızlardan.

Deniz kenarında cilveleşiyorlar... Biri kaçıyor öteki kovalıyor, küsüyorlar, barışıyorlar...

Benzer sahnelerin olduğu filmleri de vardı erkeğin. Çok gençken ve daha sonraları çektiği filmler... Hepsinde daima şimdiki gibi genç ve güzel kızlar eşlik etti kendisine. O, 30 oldu, 35 oldu, 40 oldu, 50 oldu, kızlar 20’de kaldı.

"Klip sahibi" erkeklerin "sevgili"ye koyduğu bir yaş sınırı var galiba.

"21 yaşından gün almamış olacak!"

Memur alımı gibi bir nevi.

Benim de dediğime bakın... Sanki hayattaki durum farklıymış gibi!..

Assolist ruhu

Demet Akalın...

Hoş kız doğrusu.

"Türkiye’nin en iyi şarkıcısı" değil elbet, ama "en çok iş yapan" olmak için ne yapması gerektiğini iyi biliyor.

E, bu da yeter.

Öteki türlüsü bu topraklarda çoğunlukla "hüsran" demektir. Dünyanın en iyi sesleri arasına girebilecek nice sanatçımızın durumu ortada.

Demet Akalın, konsere, gece kulübüne kim gider, kim albüm satın alır ve bu insanlar ne bekler biliyor, gereğini yapıyor.

Buraya kadar iyi.

Fakat ah o topuklar olmasa!

Beyaz Show’da gördüm, topuklu ayakkabılarının üstünde duramıyordu.

İşin acı tarafı, son albümünde gençleri dansa davet ediyor.

Gençler davete icabet etsinler, fakat Demet Akalın’dan kendilerine eşlik etmesini beklemesinler!

O topuklarla ancak tay tay durabilir o!

Nitekim bütün gece öyle yaptı.

Şeytan dedi ki, git bas stüdyoyu, çıkar o topukluları ayağından, giydir lastik ayakkabıları!..

Ayrıca yüzünü gözünü de yıka, o keten helvası saçlarını da indir!..

Ben anladım... Aslında hepimizin içinde "assolist ruhu" var. Bir gün aniden çıkıveriyor ortaya.

Köşe yazarları deplasmana gitmeli

Köşe yazarları zaman zaman zıt görüşteki gazetelerin köşelerine misafir olmalılar.

İşi gereği bütün gazeteleri takip etmek durumunda olan gazetecilerin dışındaki okur, kendi görüşüne yakın olan gazeteyi satın alıp okuyor. Ve haliyle hemen hemen hepsi aynı görüşte olan köşe yazarlarını.

E, ne oluyor o zaman?

365 gün körler sağırlar birbirini ağırlıyor.

Bütün köşe yazılarında "okuru ikna etme çabası" var dikkat ederseniz. Ama "senin okurun"un ikna olmaya ihtiyacı yok ki! O zaten senin gibi düşünüyor.

Senin gibi düşünmeyen "öteki" gazeteyi okuyor. Esas ona anlatmalısın.

Onun için "gazetem benim fikrimde değil" diye köşesini bırakıp gitmemeli yazarlar...

Aynı sebeple gazeteler yazarlara kapıyı göstermemeli...

Meclis gibi olmalı belki de her gazete.

Olamıyorsa da işte zıt görüşten konuk yazarlar almalı zaman zaman.

Belki böyle böyle düşünmeyi öğrenir toplum. Öteki türlü ezberini tekrar ediyor durmadan. Kime benziyor durumumuz biliyor musunuz, yıllarca yurtdışında kalmış ama hep Türklerle arkadaşlık ettiğinden tek kelime yabancı dil öğrenemeden dönmüş birine!

Ama kendisi gibi düşünmeyen biriyle aynı kaldırımda yürümeyi bile reddeden yazarlar nasıl ikna edilir bu işe...

Gazetesinin her yazarının "ortak bir davanın neferi" olduğunu düşünen, bunun dışına çıktığına inandığı yazarlar için "Atın bu adamı!" diye gazeteye baskı yapmaya kalkan okur nasıl zaptedilir...

Bilmiyorum.

MIŞ MUŞ

ÆAysun Kayacı’yla sevgilisi işlerinin yoğunluğu nedeniyle ayrılmışlar.Sanki bütün çiftler boşta geziyor!

Æİspanya’nın Cadiz kentinde mini etek giymeyen hemşire 30 Euro ceza ödeyecekmiş.Şimdi ister misiniz "dinci kesim" "İspanya olur muyuz?" diye bunalıma girsin!
Yazının Devamını Oku

Cüce susamuru

27 Mart 2008
DARICA’daki hayvanat bahçesinde, cüce susamuruyla görevlilerin mücadelesini geçtiğimiz günlerde bizim gazetede okumuşsunuzdur. Atlayanlar için, yaşananları özetleyeceğim şimdi. Hemen oflamayın, bir sebebi var herhalde! Lafı bir yere getireceğim!

Hayvanat bahçesinin iki cüce susamurundan erkek olanı, kendi boyundaki koi balığını -ki sahibini tanıyabilen ve insanlarla oynayabilen balıklarmış koi balıkları- yerken suçüstü yakalanmış.

Ve görevlilerce kafesine kapatılmış.

Fakat bir süre sonra tekrar koi havuzunun yanında görülünce, bu defa havuzu çeviren çitler boşluk kalmayacak şekilde uzatılmış.

Ancak susamuru bir yolunu bulup tekrar havuza ulaşınca bu defa çitlerin altına beton dökülmüş.

Susamuru yine durmamış.

Meğer kafesin içindeki oyun ağacına çıkıp aradan atlayarak geçiyormuş çiti.

Bu anlaşılınca görevliler ağacın gövdesine set çekmişler.

Fakat setteki küçücük aralıktan ağaca çıkmayı başarmış susamuru. Bunun üzerine kafes, ağaç dışarıda kalacak şekilde küçültülmüş.

Bunu okuyunca aklıma ne geldi dersiniz...

Hemen söylüyorum... Şu aşağıdaki sıralama!

Milli Nizam Partisi

Milli Selamet Partisi

Refah Partisi

Fazilet Partisi

Ve nihayet AK Parti’yle Saadet Partisi.

"Cüce su samuru" yılmıyor.

Görevliler de...

Ne?

Olmadı mı?

O zaman ben delirdim, nereye baksam gündemi görüyorum.

PENCEREDEN BAKMALIYMIŞIZ

GEÇEN seneydi... Adnan Menderes’lerin idamını seyrettik Hatırla Sevgili’de.

Sonra ev baskınlarını, gözaltıları, işkenceleri...

En son geçen hafta Deniz Gezmiş’lerin idamını...

O günleri yaşayan, yaşamayan herkes "Bir zamanlar Türkiye"ye bakıp üzülmüş, belki ağlamıştır. Sağduyu sahibi herkes...

Hatta o günlerde "karşı" taraftan olanlar bile. Zaman denen şey en ateşli savunucuları bile objektif yapabiliyor çünkü.

Ne tesadüftür ki biz televizyonun başında üzülürken, hatta biraz da utanırken dışarıda benzer şeyler yaşanıyormuş.

Birileri birilerini evinden almaya gidiyormuş yine...

Başka birileri buna karşılık pankart hazırlıyormuş... "Menderes’i unutma!"

Ağlamak için geçmişe bakmamıza gerek yokmuş, pencereden bakmak yeterliymiş meğer.

Ama bu son olayların, bir diziyle de olsa siyasi tarihin en acıklı zamanlarına dönüldüğü günlere denk gelmesi iyi oldu bir bakıma. Belki elini ovuşturarak "kan bekleyenler" bütün düşmanlıkların bir zaman sonra nasıl anlamını kaybettiğini görmüşlerdir. İki kişi kendine gelse kárdır.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, Bahçeli dahil herkese kızgınmış."Yaradılanı yaradandan ötürü sevmek" diye bir şey var ama "Yaradılana yaradandan ötürü kızmamak" yok zahir!

Baykal’a göre Ergenekon yokmuş.Ne çeteler gördü bu memleket, zaten yoktular!
Yazının Devamını Oku

D şıkkı

25 Mart 2008
A şıkkı: Ergenekon gözaltıları AKP’ye kapatma davasının intikamıdır.<br><br>B şıkkı: AKP’ye kapatma davası Ergenekon’un intikamıdır. C şıkkı: İkisi de.

D şıkkı: Hiçbiri.

Doğru cevap: Bilinmiyor.

Temennim: D şıkkı.

Temennisi benim gibi D şıkkı olanlar!..

Hayır, "Gelin birleşelim" demeyeceğim.

Bu memlekette birleşmelerin fayda sağladığı pek görülmüş şey değildir çünkü. Nedense...

Üstelik birileri hazır bulmuşken kalabalığa sahipleniverirler ve siz de kendinizi hiç düşünmediğiniz bir eylemin içerisinde buluverirsiniz.

Bakarsınız hiç aklınızda olmayan bir slogana, daracık bir alana hapsolmuşsunuz.

Nerede kalmıştık...

Ha temennisi benim gibi olanlara sesleniyordum.

Arkadaşlar!

Gelin, Ahmet Hakan’ın 23 Mart tarihli "İki Aradan Bildiriyorum" başlıklı yazısı bizim manifestomuz olsun!

Ta baştan beri malum konuda yazılmış neredeyse her yazıyı yutarcasına okuyorum.

Olup biteni anlayabilmek için...

Her görüşten, herkesi...

Bir bu tarafa hak veriyorum, bir öbür tarafa...

Bir bu tarafa "Hadi canım sen de!" diyorum, bir öbür tarafa...

Neticede iki taraftan da olamıyorum.

Tam bende bir tuhaflık olduğunu düşünüyordum ki Ahmet Hakan imdadıma yetişti.

Ne diyor Hakan...

"Savcılardan savcı beğenmek istemiyorum...

Davalardan dava seçmek istemiyorum...

İddianamelerden iddianame tercih etmek istemiyorum."

Ben de!

"Bir ’savcı’ya karşı başka bir ’savcı’nın...

Bir
’dava’ya karşı başka bir ’dava’nın...

Bir
’iddianame’ye karşı başka bir ’iddianame’nin...

Piyasaya sürüldüğü ya da devreye sokulduğu bu çok tehlikeli savaşın geleceğimizi karartacağını görüyorum.

Dehşete kapılıyorum."

Ben de!

"Herkesin tarafını seçtiği şu fitne zamanında ’iki arada bir derede’ kalmayı...

Şeref sayıyorum."

Hay ağzına sağlık Ahmet Hakan!

* * *

Benim iki arada bir derede kaldığım bir konu daha var. Sonuçta yine "kapatmacı" ya da "Ergenekoncu" olmaya gelip dayanan...

İnsan hem Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin sonsuza kadar korunmasından yana, hem de demokrat (sahicisinden elbet) olamaz mı?

Son kertede herkes tercihini illa bir taraftan yana kullandığına göre, bu imkánsız bir şey mi?

Bir bünyede ikisi barınamaz mı?

Belki böyle bir soru sorulmaz bile... Cehaletime verin. Ama bunun olup olamayacağını, olmuyorsa nedenlerini, dediğini net ve açık ve de anlaşılır biçimde ifade eden bir kalemden okumak ve anlamak isterim doğrusu.

MIŞ-MUŞ

İçkiye yeni yasak geliyormuş.Anlaşıldı, "ek iddianame" istiyorlar!

Nevruz kana bulanmış.O biiir... O biiir... Türkiye klasiği!
Yazının Devamını Oku

Bilime karşı gelmek ne haddimize!

24 Mart 2008
En son bir psikiyatr diyordu ki "18 ay ila 24 ay arasında değişir"<br><br>Ne? Aşkın ömrü.

Üç yıl sürdüğünü daha birkaç yıl önce öğrenmiştik oysa. Meğer o kadar bile değilmiş.

Biraz daha uğraşırlarsa gençler haklı çıkacak. Hani bir hafta sürüyor ya onlarınki...

Diyorum ki keşke bilim hiç el atmasaydı bu işe.

Ne güzel "Bir ömür boyu" zannıyla yuvarlanıp gidiyorduk.

Ha, görmüyor muyduk sarsıntıyı?

Görüyorduk fakat "şuna buna" yoruyorduk. O "şunu bunu"yu değiştirmeye, düzeltmeye çalışıyorduk.

Umudumuz vardı... Yaşatma gayretimiz...

Düşüyorduk, düştüğümüz yerden kalkıp devam ediyorduk.

Fakat işte bilim çıktı, dedi ki...

"Aşk biter! İki kere iki dört"

Hay bin kunduz!

İnsan yetkili ağızdan duyunca işin üstüne gidemiyor haliyle.

Doktor nabzınızı tutsa "Sen ölmüşsün" dese, turp gibi olsanız bile upuzun yatar kalırsınız...

Doktorlardan iyi mi bileceksiniz!

Bilim de "Biter" diyor işte!

O zaman ne oluyor...İki sene doldu mu pipiriklenmeye başlıyor insan. Artık bir tarafın bir akşam uykusu erken gelse, öteki aşkın bittiğine yoruyor haliyle.

Hayır, araştırmadan duramıyorsa araştırsın, bir diyeceğimiz yok, fakat kendine saklasa hiç olmazsa!

Bize söyledi de ne oldu sorarım size?

Aşkın bir salgı hali olduğu, salgı durunca (ki durmadığı görülmemiş) karşı tarafa her türlü meyletme halinin de sona erdiğini bildik de ne oldu?

Bundan bir fayda gören oldu mu?

Bitmeyeceği varsa bitiyor!

Bilime karşı gelmek ne haddimize!
Yazının Devamını Oku