Pakize Suda

Sapık var!

29 Nisan 2008
ERKEK 76, kadın 26 yaşında.<br><br>50 yaş fark! Aslında bize ne... Hani ne derler, "Alan razı, satan razı."

Fakat insan refleks olarak bağırmak istiyor... "Sapık var!"

Hani konu komşunuzda varsa böyle aralarında 50 yaş fark olan çift, çoluğu çocuğu uzak tutun derim!

Nitekim bu yazıya vesile olan beyefendiye(!) 26 yaşındaki karısı yetmemiş, önce 20 yaşındaki bir genç kıza meyletmiş, sonra 14 yaşında çocukta karar kılmış!

O şimdi mahpus!

* * *

76 yaşında bir erkekle 26 yaşında bir kadın, ne konuşurlar, beraber gülebilirler mi, uyku saatleri birbirini tutar mı falan... O konulara girecek değilim. Belli ki bu "tuhaf" çiftlerin böyle bir derdi olmuyor.

Erkeğin derdinin ne olduğunu az çok tahmin edebiliyoruz. Eksik olmasın, Hüseyin Üzmez bizi "örnek"siz bırakmadı!

Ben daha çok, kendinden 50 yaş büyük erkeği kocalığa kabul eden kızların ruh halini merak ediyorum.

Daha yolun başındaki bir genç kızın "son çare"si midir bu adamlar?

"Aşk" diyenler olacaktır şimdi...

Sahi... "Aşk" var di mi?

"Hızır" gibi yetişip rezilliklerin üstünü örtmeye yarıyor!

Bir de "din" var böyle. Dört kadınla halvet olmaya kalkanların sığınağı!

Yutuyoruz biz de!

Uzatmayayım, kadınlara da en az erkekler kadar kızıyorum. Yaptıkları "yardım ve yataklık" suçu bir nevi.

* * *

Diyeceksiniz ki, "Erkekle kadın arasında kaç yaş fark olursa sapıklık sayılmaz?"

Rakam veremem.

Hem dedim ya... "Alan razı satan razı" olduktan sonra.

Ama 50 yaş fark...

Çok be arkadaşlar!

İnsanın vicdanını sızlatıyor.

Akla iyi şeyler gelmiyor. Kalp ne kadar temiz tutulmaya çalışılırsa çalışılsın...

Hele Hüseyin Üzmez gibileri de çıkınca insanın karşısına...

MIŞ-MUŞ

CHP’de Deniz Baykal 10. kez liderlik koltuğuna oturmuş; parti içi muhalefet tasfiye edilmiş.Koltuğa oturuyorlar, muhalefet yapıyorlar, iktidar oluyorlar... Kendi aralarında oyalanıyorlar.

Erkek beyni trafikte mağara adamı gibiymiş.Bu durumda bir de "Kendini devamlı direksiyonda zannetme" sorunları olduğu anlaşılıyor!

Avrupa ilanla astronot arıyormuş.Biz daha overlokçu açığını kapatamadık!

Kadına kötü muamelede ilk 10’daymışız.Buna da şükür, ilk 3’e girmek de vardı!
Yazının Devamını Oku

İki kere iki dört

27 Nisan 2008
ALIN size pazar eğlencesi!<br><br>Aşağıdaki liste, en az iki kere ikinin dört ettiği kadar kesinlik arz eden tespitlerimden oluşmaktadır. Siz de sizinkileri sıralayın.

*

Biz Türkler, olağanüstü, muhteşem, harika, şahane insanlarızdır!

*

İnsanların konuşa konuşa anlaştığı hususu koca bir yalandır.

*

"Zor günlerden geçiyor olmak" artık bir Türkiye klasiğidir.

*

Her insan çift kişiliklidir.

Biri, eskinin "misafir odası" misali göstermelik, öteki göstermemeliktir.

*

CHP, Baykal’ın partisidir. Giderken yanında götürecektir.

*

Erkek aldatır.

*

Kadın da aldatır.

*

Bilim sık sık fikir değiştirir.

*

İnsan, çokeşlidir.

*

Köşe yazarları okur için değil, birbirleri için yazarlar.

*

Herkes belgesel seyreder!

*

Akıl asla bir çift güzel memenin yerini tutamaz.

*

Amerika’da zenciler ve beyazlar, Türkiye’de ayaklar ve başlar yaşar!

*

Bu topraklarda Nene Hatun’dan sonraki en önemli kadın Aysun Kayacı’dır!

*

Laikliğin en büyük bekçisi, başı bağlı ama pantolonu streç kızlardır. Gaza getirip transparan giymeleri de sağlanırsa hele, tehlike tamamen bertaraf edilmiş olacaktır!

*

Şu hayatta sürekli tekamül halinde olan üç şey vardır.

Deterjan, diş macunu, kadın pedi.

Her satın aldığınız ürün sondan bir evvelkidir.

*

En son kadınları dans ettiren, tenis oynatan ped icat edilmiştir!

*

Türkiye’de okuryazar sayısının artması mümkünken okur anlar sayısının artması... Allah’tan ümit kesilmez.

*

"Samimiyet" yoktur "iyi oyunculuk" vardır.

MIŞ-MUŞ

Pudding kralı, 64 yaşındaki Dr. Oetker, kendinden 34 yaş küçük bir kadınla evlenmiş.Adamcağız muhallebilerini yedirecek birini arıyordu zahir!

Serra Yılmaz, Türkiye’deki erkeklerin yüzde 60’ının GİZLİ gay olduğunu ileri sürmüş."Şeffaf Türkiye" diye tutturmayın, kocasız kaldığınızın resmidir yoksa!

9 uzmanın 5 yıl çalışıp yazdıkları işkencenin kitabında, 12 Eylül’den beri 1 milyon kişinin işkenceden geçtiği anlatılıyormuş.Biz Türkler öyle şey yapmayız! Nobel mi istiyor bunlar?
Yazının Devamını Oku

Kısa yazılar

26 Nisan 2008
YAKINDAN TANIYAMADILAR Bir küçük hikáye.

İstanbul’da, bir apartman bahçesinde, henüz çiçeklenmemiş bir ağaç, apartman sakinleri kararınca kesilmek üzeredir.

Gerekçe?

Hiç.

Veya şöyle şeyler:

"Kuşlar konuyor."

"Gölge yapıyor."

"Senede sadece on beş gün çiçek açıyor."

Ya da Türk insanına doğarken "Ağaç, görüldüğü yerde yok edilecektir" emri verilmiştir!

Fakat neyse ki tam zamanında bir kadın yetişir ve ağacın kesilmesine engel olur.

Ağaç ne ağacıdır bilin bakalım!

Erguvan.

Hani o en güzel...

Hani İstanbul’un simgesi adeta...

Apartman sakinleri şaşkın sorarlar, "Erguvan mı sahi bu!?"

Belki de hep karşı tepelerde görmekten, uzaktan seyretmekten...

HÁLÁ BURADAYIZ

Bazı yerler var...

Gidip görmek, gezmek, kalmak kesmiyor. Yerleşmek istiyor insan.

Evi barkı dağıtmak...

Satıp savmak her şeyi...

Bir çantayla gidip yerleşmek, ömrün geri kalanını orada geçirmek.

Fakat hálá buradayız hepimiz. Bulunduğumuz yerde.

Hem belki de hiçbir yer bulunduğumuz yer kadar güzel değil... Bizi kışkırtan bahar belki de sadece.

18’İMDEN KALMA HÜCRE

Gözünden yaş gelerek gülmek!

Yavaş yavaş çıkıp gidiyor insanın hayatından.

Oysa deli çağlarda ortada sebep olması bile gerekmiyor.

"Kırışıkla kahkaha aynı bünyede barınmıyor" da diyebiliriz işi gırgıra vurmak istersek.

Fakat son zamanlarda, tıpkı o deli çağlardaki gibi, beni gözümden yaş gelerek güldüren biri var.

Yiğit Özgür.

Milliyet Pazar’da çiziyor.

"Karikatür" demek doğru mu yaptığına, bilmiyorum. Başka bir adı olmalı tarzının.

Her neyse...

Öyle bir yere dokunuyor ki Yiğit Özgür...

"Kahkaha efekti düğmesi"
ne mi desem...

Yoksa "18 yaşımdan kalma bir hücre"ye mi...

Çok gülüyorum, çok.

BASIYORLAR FISTIĞI...

Şu "Cemiyet Hayatı" sayfalarına bakıyorum da...

Bazı ünlü kadınların kıyafetlerine...

Söyleyeyim...

Dolma yapıyorsunuz mesela... "Malzemeden yana sıkıntınız yok diye" basar mısınız içine kuş üzümünü, dolma fıstığını? Bir ölçüsü vardır.

O ölçüyü bulamazsanız dolmanız iyi olmaz.

Bunlar basıyorlar fıstığı... Basıyorlar kuş üzümünü...

Tamam, anlıyoruz malzeme bol, bir sıkıntı yok...

Ama olmuyor.

SEÇİME GEREK YOK

Herkesi kucaklayan siyasi parti!

Hep bu vaatle çıkılıyor yola.

Bu aralar yine gündemde.

Oysa gerekli midir? Bir partinin herkesi kucaklaması?

Ha, hükümet olurlarsa herkesi kucaklasınlar elbet, o ayrı... Ama siyasi partinin bir rengi, bir dünya görüşü olmamalı mı?

Ne o öyle...

Dikiş iğnesi de araba lastiği de bulunan marketler gibi...

Ya da "Ne iş olsa yaparım abi" diyenler...

Bir iş yapsın, doğru dürüst yapsın!

Bir sağlam görüşü olsun, gerçekten inandığı, savunduğu, arkasında durduğu...

Herkesi kucaklamakmış!

E, başka partiye gerek yok o zaman.

Seçime de.
Yazının Devamını Oku

Yemeyin bizi

24 Nisan 2008
"YEŞİL Sosyete"yi görmüşsünüzdür gazetelerde.<br><br>2008 İlkbahar-Yaz modası tesettür kıyafetlerinin tanıtıldığı defileyi izleyen "sözde kapalı" genç kızları... Kiminde daracık blucin, vücudu saran üst, Swarovski taşlı başörtüsü, kiminde file çorap...

Ne diyelim adına?

Örtünme?

Kapanma?

Tesettür?

Her neyse...

Bunun tek sebebi "inanç"sa eğer...

Ve maksat "bedenin dikkatlerden uzak tutulması"ysa...

Çarşaf en uygunudur bana göre.

Durun bir dakika!

Hemen celallenmeyin!

Çarşafı övmüyorum.

Sadece şunu söylüyorum:

İnanç söz konusu olduğunda, çarşaf giyenleri Swarovski taşlı başörtüsü takanlardan daha samimi buluyorum.

Yoksa Türk kadınını çarşaflı görmek istediğimden değil.

Ne gözüm ister bunu, ne gönlüm.

Ama işte dediğim gibi...

"İnanç" diye çıkıyorsa birileri ortaya...

"Öyleyse çarşaf giyin" derim ben de!

Bel girintinizi...

Göğüs çıkıntınızı...

Kalçanızı, bacağınızı gizleyin, göreyim inancınızı!

Saçından başka "gizlisi saklısı" olmayan genç kızlara söylüyorum elbet bunu.

Peki ayıplıyor muyum ki "Bizim kız bizden kaçar" durumundaki kardeşlerimi?

Asla!

Çok doğal buluyorum hallerini.

Çok da iyi anlıyorum onları.

"Kadınlık hali"dir halleri...

Hele o yaşlarda... "Ben buradayım" diye bağırası vardır bedenin her bir santiminin...

* * *

Peki ne diyorum şimdi ben?

"Yemeyin bizi" diyorum.

Bu örtünmeler inancın gereği falan değildir.

"Simge" de değildir.

Bir akımdır bu.

Bir moda.

Ne diyor mesela kadın dergileri...

"Bu sezona pudra rengi damgasını vuracak!"

Bunun gibi bir şey işte bu da.

Ya da bir nevi "ikoncan" olma durumu.

MIŞ-MUŞ

Petek Dinçöz çocuk istiyormuş.Umuma duyurduğuna göre bizden istiyor galiba.

Erdoğan "Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar" demiş.Hemen kızmayın, belki memleketin durumunu özetleyip özeleştiri yapıyor adamcağız!

ABD’nin Demokrat Parti adaylarından Hillary Clinton İran’ı toptan bir saldırıyla ortadan kaldırabileceğini söylemiş."Dünyayı kadınlar yönetse savaş olmaz" diyenlere duyurulur.
Yazının Devamını Oku

Karıcım, kocacım

22 Nisan 2008
PAZAR günü Hürriyet’te "İnanılmaz Bir Aşk Üçgeni" başlıklı haberi okumuşsunuzdur.<br><br>Aslında yabancısı olduğumuz şey değil, malum "iki kadın bir erkek" mevzuu. Ama bu defa işin içinde kan var. "Sevgili kadın", hamile "eş kadın"ı karnından bıçaklıyor, bebeğin ölümüne neden oluyor. Erkek buna rağmen "eş"ten boşanıp "sevgili"yle evleniyor.

"Sevgili"nin bir zamanlar erkeğe imzaladığı fotoğraf da vardı gazetede... "Karın can verir sana" yazıyordu üstünde.

Kendisini "sevgili" değil "karı" olmaya "layık" bulmuş, o sıfatla imzalamış fotoğrafı.

Ne zamandır aklımdaydı şu "karı" ve "koca" olma halleri...

Şöyle söyleyeyim, sevgililerin birbirine "karıcım", "kocacım" demesi her zaman ürkütmüştür beni.

Nedenini tam bilemiyorum.

Fazladan bir "sahiplenme" durumu sezerim de o mu hoşuma gitmez...

Ya da özellikle kadınlarda "kapılanma" arzusuna yorarım da kadın olarak buna mı bozulurum...

Veya "maksat birbirini sevmek değildir de bir ’hedef’ seçilmiştir, o hedefe varmak için savaşa girişilmiştir" gibi bir mesaj alırım da bu mu tehlikeli gelir... Şu son olayda olduğu gibi...

Sahiden bilmiyorum.

Bildiğim, sevgililerin birbirine "karıcım", "kocacım" demesinden hazzetmediğim. Fakat tabii, kime ne bundan!

ANNECE

AŞAĞIDAKİ sözlük, annesi 70 yaşın üstünde olan "çocuk"ları ilgilendirmektedir.

Yazarınızın bu sözlüğe köşesinde yer vermesinin nedeniyse, bu kategoriye giren bir "çocuk" olarak "Annesi 70 yaşın üstünde olanlar gelin birleşelim!" çağrısında bulunmaktır.

Onlar ne demek istediğimi anlamışlardır...

Annesi henüz 70 yaşına varmamış olanlarsa ilerideki yıllarda beni hatırlayacaklardır.

EVLAT Bebek

SOHBET Nasihat

GEZMEK Lüzumsuz

ALIŞVERİŞ İsraf

SOKAK Tehlike

HAVA Ağustosta bile serin olan

MANTO Ağustosta bile gerekli olan

GÜNEŞ Ter

TER Zatürree tehlikesi

YELEK Olmazsa olmaz

RENK Gri, bej, siyah

YAĞMUR Sel felaketi

ESİNTİ Kasırga

AÇIK PENCERE Üşütme tehlikesi

KISA BLUZ, DÜŞÜK BEL Ölüme davetiye

VEFA Evden çıkanın pencereye bakıp kalanlara el sallaması

VEFASIZLIK Evden çıkanın pencereye bakıp kalanlara el sallamaması

MIŞ-MUŞ

Lost dizisinin yıldızı Holloway, Türkiye’de herkes "first class" demiş.Belki de bu yüzden, yani kimse elini sıcak sudan soğuk suya sokmadığından Türkiye "second class".

AKP’li Elitaş, Kamer Genç için "yaratık" benzetmesinde bulunmuş.E, bir kişinin üstüne saldıran elli kişi "insan"sa, Kamer Genç haliyle "başka bir şey" oluyor!

Erdoğan, "AKP’nin oyu aslında yüzde 33" diyen CHP’ye, "O halde siz kuş bile olamazsınız" demiş.Ziyanı yok, olamasınlar... Fareler yansın, ev de yansın!
Yazının Devamını Oku

Mutsuzduk netekim!

20 Nisan 2008
ABD’li uzmanlar 32 yıl boyunca araştırmışlar ve "mutluluk" denen şeyin yaşlandıkça arttığını görmüşler. Genç olmak başlıbaşına mutluluk sebebiyken yaşlandıkça daha mutlu olunması garip geliyor.

Fakat şimdi düşününce, hiç mutlu değildik sahiden.

Ama esaslı nedenlerimiz vardı.

* * *

Mesela SİVİLCE...

"Gençliğimizin eşlikçisi"ydi adeta.

Biri batmadan öteki çıkardı.

Ve dünyanın sonuydu neredeyse.

Burnun ucunda sivilceyle ne mutluluğu!

O sivilceler "gençlikten çatlamak"mış...

Adeta gençliğin oradan buradan dışarı çıkacak yer aramasıymış...

Kimin umurundaydı!

Sivilceliydik ve mutsuzduk!

* * *

İkincisi...

TÜRKİYE’Yİ KURTARMA görevi verilmişti gençlere...

Kimimiz "sağdan", kimimiz "sol"dan "kurtarma işi"ne giriştik.

Fakat Türkiye kurtulmamakta direniyordu!

Ama inat etmiştik bir kere!

Sonra...

Sonra "yetişkinler" geldiler, bizden "kurtardılar" Türkiye’yi!

Zaten o arada çoğumuz kendimizi kurtarmanın daha akıllıca olduğuna kanaat getirmiştik.

Ha, unutmadan, bazılarımız dışarı da açılmıştı hatta.

Dünyayı kurtarmaya kalkanlarımız oldu yani.

Fakat dünya da inatçı çıktı!

Bütün bu kurtarma çalışmaları sırasında mutlu olunamazdı, olamadık netekim!

* * *

AŞK vardı sonra...

Mutluluğun en büyük düşmanı!

Bu da tuhaf bir durumdur. Mutluluğun peşinde mutsuz olmak!

Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor...

Kızlığım bozulmuş mudur...

Babam duyarsa öldürür...

Erkeklerin bilmem, kızların "aşk çıkışlı" böyle sorunları vardı.

Bakın şimdi yazarken fark ettim, "aldatılma korkusu" yoktu o dönemde. En azından şimdiki gibi ilk ve en önemli sorun bu değildi.

Kimsenin yatak yatak gezecek kadar yüzü yırtılmamıştı, onun için miydi...

Yoksa her şey tadı damağında kalacak dozda yaşanırdı da kimse kimseden hevesini alamazdı bir türlü, bu muydu sebep, bilmiyorum.

Yine de mutsuzduk, onu biliyorum.

* * *

Ve OKUL...

Bir başka deyişle "yarı açık cezaevi".

Ayrıca...

Tarih boyunca yapılmış bütün savaşların, anlaşmaların, antlaşmaların...

Bulunmuş bütün formüllerin...

Abuk musluklar yüzünden ne tam dolan, ne tam boşalan havuzların...

Oradan buradan karşılıklı kalkan trenlerin, otobüslerin nerede ne zaman karşılaşacak oldukları meselelerinin...

Küçücük omuzlara yüklenmesi durumu ve mutluluk bir arada öyle mi?

Güldürmeyin insanı!

Yani bizim kuşak için yaşlandıkça mutluluğun artması tabiidir.
Yazının Devamını Oku

Kısa yazılar

19 Nisan 2008
"ÇOK SEVENLER"

Sevgi ilaç gibi.

Sevene de sevilene de iyi geliyor.

Ama "doz"u olmalı.

Gazetelere bakın... "Çok sevenler"in vukuatından geçilmiyor. Sevgilisini "çok seven"den tutun da vatanını "çok seven"e kadar.

"Çok seven" ilk iş eline tabancayı alıyor. Geçenlerde kendisini çok seven sınıf arkadaşı tarafından öldürülen genç kız, en son ne demişti arkadaşlarına... "N’olur kimse çok sevmesin beni, başıma ne geldiyse bundan geldi."

Kimbilir... Vatanın dili olsa, o da aynı şeyi söyleyecek belki.

E, HERHALDE!

"E, herhalde!"

Ne sinir laf!

Fakat düşünüyorum da, yerine ne konur?

Birisi "İki kere iki dört ediyordu di mi?" gibi bir soruyla karşınıza çıktığında mesela...

"Tabii", "Evet", "Hı hı"...

Hafif kalmıyor mu bunlar?

"E, herhalde!" daha tatmin edici. Cevap veren açısından. İçinde bir sürü şey barındırıyor zira. Karşınızdakini akla, mantığa davet ediyorsunuz... Biraz da çıkışıyorsunuz. Böyle bir sürü sözcük var. Fakat "kullanan"dan ziyade "kullandıran"a kızmak lazım galiba. İnsan mecburen bir dil yaratıyor... Tıpkı vücudun mikroplara karşı antikor üretmesi gibi.

ÇOK OKUMANIN KÖTÜ YANI

Çok okumanın kötü yanı da var galiba. Ağızdan çıkan fiyakalı cümlelerin özgün olmama ihtimali artıyor.

Bir sürü şey hafızaya kaydoluyor...

Bunların kimisiyle öyle özdeşleşiyor ki insan...

Kendi "üretim"i zannedebiliyor bir süre sonra onları.

Çok rastlıyorum.

Ve olsa olsa böyledir diyorum.

GÜLER MİYİZ, AĞLAR MIYIZ?

Ülkesini "haddinden fazla sevenler"e sormak istemişimdir hep...

Ne bilirler hakkında?

Dağlarını, göllerini sayabilirler mi? Ağaçlarını tanırlar mı? Bir çırpıda kaç şehrini sıralayabilirler?

Kaçının yerini işaretleyebilirler haritanın üstüne? Hangi meselesine dertlenmişlerdir, kendileri gibi düşünmeyeni bu ülke için tehdit olarak görmekten başka? Hani mankenlere bazı sorular yöneltip cevaplarıyla eğleniyorduk ya milletçe... Aynı soruları bu "haddinden fazla sevenler"e de sorsak...

Güler miyiz, ağlar mıyız, bilmiyorum.

BİR ELİNDE CIMBIZ

Anlaşıldı artık...

Kimi okurun elinde cımbız var! Bir elinde cımbız, bir elinde gazete! Cımbızla aradan çekiyor bir cümle, bakıyor, yorumunu yapıyor, e-postayı yolluyor. Cımbızın ucundakinden ne anladıysa o!

Belki kendine çok güveniyor. "Anlarım ben" diyor... "Önüne, arkasına gerek yok!"

Ama olmuyor.

O bilinen hikáyedeki adama dönüyor. Hani "Abdestsiz namaz kılınmaz" demiş hoca, adam bundan "namaz kılmayın" manásını çıkarmış... Tıpkı o adam gibi. Bakıyorsunuz bir yanda "Sen dinsiz misin!" tepkileri, bir yanda "Çok iyi yaptın şu İslamcılara!" destekleri...

Köşe yazarlarının sorunları diye bir şey duymadım gerçi ama olsa, sıralamak icap etse, ilk sırada bu var bana göre.

MIŞ MUŞ

ÆABD’de yapılan araştırmaya göre, erkekler zengin eş arıyormuş.E, aklın yolu birdir; kadınların dediğine geldiler!

ÆYaprak Dökümü’nün "Necla"sı Fahriye Evcen, "Hiçbir sevgilim bana çiçek almadı" demiş.Ama hatırlattığında "Sen kendin çiçeksin" demiştir hepsi!

Æİşsiz ordusu büyüyormuş."Ordu" oldularsa iyi, sırtları yere gelmez!
Yazının Devamını Oku

Kahraman

17 Nisan 2008
KAHRAMANINIZ kim?<br><br>Benimki devamlı değişiyor. Sonuncusu Kocaeli Vali Yardımcısı Mehmet Özcan!

Gazetelerin yazdığına göre evli ve iki çocuk babası Özcan, nüfus memuru olarak görev yapan Nükhet Oruç ile imam nikáhı kıyıp balayına çıkmış.

Önce izin almış işyerinden, sonra rapor. Şimdi nerede olduğunu bilen yokmuş. Cep telefonu da kapalıymış.

"Neresi kahraman?" diyenler olacaktır...

Zevkler, renkler ve de kahramanlar tartışılmaz arkadaşlar!

Herkesin kahramanı kendine!

Özcan, bağrına taş basıp evrak imzalamaya devam etseydi başta eşi olmak üzere birçok kişinin kahramanı olacaktı elbet.

Ama şimdi benim kahramanım!

"Aşk skandalı" diyor gazeteler... Bense sadece "aşk" diyorum.

* * *

"Aşk için vazgeçmek"
diye bir şey kaldı mı bu devirde?

Televizyonun karşısında oturduğu koltuktan kalkmaya bile yanaşmazken kimse, adama vali yardımcılığı koltuğu vız gelmiş...

Kariyerim, itibarım, makamım, şuyum buyum dememiş...

Almış sevdiğini... Başına gelecekleri bile bile...

Başka ülkede olsa, önemli değil ama burası "koltuk için gözünü karartanlar"ın ülkesi. Arada biri çıkmış, aşk için gözünü karartmış. Müsaadenizle kahramanım olsun!

Ha, karısı, çocukları ne olacak?..

Bu onlara reva mıdır?..

"Aşk"a gelen evi barkı terk etmeli midir?..

Bunlar ayrı konu. Daha önce çok yazdık çizdik. Özcan mahallenin bakkalı olsaydı, yine işin bu yönünü tartışırdık. Fakat adam "aşk için tahtını terk eden kral" durumunda bir nevi. Önemli olan bu şimdi.

Fakat siz bu satırları okuduğunuz sırada Özcan çoktan ortaya çıkmış, "Kim uydurdu bunları!" demiş de olabilir. Olayın altından başka şeyler de çıkabilir.

Olmayacak şey değil.

Peki olursa ne olur?

Ne olacak, kahramanlık el değiştirir. Yeni kahramanımı bilahare bildiririm size. Zaten her halükárda yenisi gelecektir, dedim ya "benimki devamlı değişiyor" diye!

* * *

Ha, bu vesileyle şu "imam nikáhı" konusuna da değinmek istiyorum.

Siz, her imam nikáhı kıydıranın, bunu "dini inancının bir gereği" olarak yaptığını mı düşünüyorsunuz?

Oysa çoğunun, hayatında bir kere bile namaza durmuşluğu yoktur bana göre.

İmam nikáhı bir "telafi" durumudur çoğu çift için.

"İkinci kadın"larla kıyılır daha ziyade.

Kadın, ilişkinin isminin konmasını ister...

Bir söz alma, bir güvence...

Adam ne yapsın, kıyar imam nikáhını. İnanır, inanmaz ama kıyar.

Topluma karşı da "hiç yoktan" iyidir imam nikáhı.

Budur bana göre.

MIŞ-MUŞ

Genç oyuncu Simge Tertemiz, "Türkán Şoray kurallarım var" demiş.

Bunun altını çizmek içinse dantel külot ve sutyenle sereserpe uzanıp poz vermiş!

Huber ve Tarabya köşkleri dışında Yıldız Sarayı’ndaki Mabeyin Köşkü de Gül için hazırlanıyormuş.

Korkarım sırada Topkapı Sarayı var!

Beynimiz biz farkına varmadan 10 saniye önce karar veriyormuş.

Bir başka deyişle "Jetonun geç düşmesi" durumu bilimsel olarak kanıtlandı!
Yazının Devamını Oku