14 Mayıs 2008
OLLI Rehn, Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri (AB Hükümeti’nin Genişlemeden Sorumlu Bakanı), ama aslında "Hal ve Gidiş’i Sıfır" (Zéro de conduite) olan sorunlu bir politikacı. Yeteneksiz ve sıradan! Saygısız ve pervasız! Bu kadar övgü yeter de artar bile!
AKP amigosu
Star Gazetesi gururdan ürpererek bir manşet atmış: "SAĞIR SULTANLAR! AB Komiseri Rehn, laiklik karşıtı odak olduğu iddiasıyla kapatma davası açılan AK Parti için ’Şeriat istemediklerini sağır sultan bile biliyor’ dedi." (08.05.05)
Aynı tarihli Zaman Gazetesi’nin manşeti biraz değişik: "Ak Parti’nin gizli ajandası olmadığını sağır sultan bile biliyor."
Ha biri, ha öteki, sonuçta AKP amigoluğu yapıyor Sorunlu Komiser!
Ama Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatacak olursa mars olacak muhterem Olli Rehn!
Kapatma kararından sonra AKP İslamcıları sokak gösterisi yapacak olursa, bakarsınız, üzerinde "Anasaya Mahkemesi’nin kapatma kararına hayır! yazan bir pankart ile yürüyüşe de katılır bizimki. Öylesine angaje ki başka bir "Hal ve Gidiş" beklenemez artık!
Fransızlara sor
Olli Rehn, Milliyet yazarı Semih İdiz ile yaptığı söyleşide siyasal ufkunun ne denli kapalı (aslında "ufuksuz" olduğunu) kanıtlıyor ve "Normal bir Avrupa ülkesinde şiddete bulaşmamış veya ırkçılık veya terörizmi teşvik etmeyen partileri kapatma gibi bir ádetimiz yok. Bu konuda tabii ki fikrimizi söyleyeceğiz. Sonuçta aday olan bir ülkeden söz ediyoruz. Onun için gelecekte üye olacak bir ülkede yaşananlara kayıtsız kalamayız" buyuruyor.
Şimdi Olli Rehn ile ağız dalaşına girecek değiliz. Ama şu soruyu soracağım:
Hangi Avrupa ülkesinde o ülkenin anayasasının temel ilkeleriyle çelişen, o ilkelere (söz ve eylem ile) düşmanca davranan siyasal parti var, böyle bir parti iktidarda olabilir mi, orada kalabilir mi?
Elimin altında anayasası olduğu için Fransa’yı örnek gösterebilirim: Fransa’da anayasanın 1. maddesini değiştirmek isteyen siyasal parti var mı?
Yok!
Avrupa’da bu türden partiler bulunmadığı için kapatma koşulu olarak "şiddet, ırkçılık ve terörizm" aranıyor.
Bir Fransız siyasetçiye soralım bakalım, Fransız anayasasının 1. maddesini değiştirmeyi istemek şiddet, ırkçılık ve terörizmi içerir mi içermez mi? "İçerir!" diyecektir.
Öğrenmemek ayıp
Bir de ombudsmancılık çıkarmışlar. Kamusal alana işemek ombudsmana gider ama bir ülkenin kuruluş felsefesinin ve anayasasının temel ilkelerinden biri ombudsmanlık olamaz! "Ombudsman" dediklerine bakmayın, bu kimse hayvan pazarında alıcı ile satıcıya el sıkıştıran "cambaz"dan farklı değildir.
Sorunlu Olli Rehn, Türkiye’de koskoca Anayasa Mahkemesi varken, ülkenin temel sorunlarının bir at cambazına emanet edilmesini istiyor.
Son cümle: Laikin aşırısı ve liberali yoktur. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp! Olli Rehn de Henri Pena-Ruiz’in "Qu’est-ce que la la’cite" adlı kitabını okumalıdır. Sonra, aynı yazarın "Dieu et Marianne, Philosophie de la la’cite"sini okuyabilir.
Okumak iyidir!
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2008
LAGENDAYIK Enişte’ye meğer ne kadar çok kızan varmış. Benim 25 Nisan tarihli "Lagendayık Enişte Gardaş" yazımdan sonra torbanın ağzı açıldı. Enişte’nin hedef tahtalarından biri olan CHP’nin Grup Başkan Vekili Kemal Anadol, haklı olarak, "AKP takımının yabancı oyuncusu" olarak tanımlıyor Enişte’yi! Haklıdır, az bile demiş! Ciddiye alıyorum
25 Nisan tarihli yazımdan sonra, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği elitlerinden beni arayıp "Şu Joost Lagendijk patavatsızını ciddiye alma!" diyenler oldu, ama kimi ciddiye alıp-almayacağıma kendim karar verdiğim için "Enişte"yi ciddiye alıyorum.
Uzun uzun düşündükten, bir doluya bir boşa koyduktan sonra şuna karar verdim: Bu "Langendayık Enişte", Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine oynuyor. Ciddiye almam için bu bile yeter. Bunun için hevesi var, niyeti var! Yağ var, pirinç var! Pilav yapmak için tek şey eksik: T.C. vatandaşı olmak. Eğer şimdiye kadar olmadıysa. (Çünkü "elit vatandaş"ın jest ve mimikleriyle konuşuyor.) Enişte için bu da "mesele" değil. İki şekilde T.C. vatandaşı olabilir.
1. Bir T.C. vatandaşı bayanla evliliği üç yılı doldurunca.
2. Türkiye’ye üstün hizmetlerinden dolayı, Bakanlar Kurulu kararı ile hiç beklemeden T.C. vatandaşı olabilir.
Seçim yasasında T.C. vatandaşlığına yeni alınanlar hakkında hiçbir kısıtlayıcı hüküm bulunmadığı için ilk seçimde aday olup milletvekili seçilebilir.
Cumhurbaşkanı tarafından Bakanlar Kurulu’nu kurmakla görevlendirilmesi için de bir sınırlayıcı hüküm bulunmamakta.
Gözünü sevdiğim, anam-babam Türkiye! ABD mi, AB ülkeleri mi daha demokratik?
Medine dilencisi gibi
Enişte Bey, Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi’ye bir protesto mektubu göndermiş. Başyazarımız mektubu özetleyerek yayınladı (08.05.08).
Enişte Bey güya "AKP kapatılacaktır" dememiş "İstanbul’da konuştuğum birçok insan, AKP’nin kapatılacağını düşünüyor" diyesiymiş!...
Meğer "CHP’yi anlayamıyorum" demiş de kimileri bunu "utanıyonuz" yapmışlar.
Eh sen böyle Medine dilencisi gibi kapı kapı, kahve kahve gezersen, kimle konuştuğuna dikkat etmezsen, sağda solda boşboğazlık edersen, sonu budur.
AKP ve Erdoğangiller henüz Enişte Bey’den kuşkulanmadılar. Hele bir kuşkulansınlar, "aile saadeti"ni bile bozarlar. Ailesinde Ermeni, Yahudi, Rum tohumu bile bulurlar.
Sol zırvaları paylaşmaz
Joost Lagendijk "Sol ve yeşil bir geleneğin üyesi olarak görüşlerimi herkesin paylaşmayacağını biliyorum" diyor. Galiba bu memlekette "sol gelenek"in bulunmadığını sanıyor. Bu memlekette "İştirakiyun" geleneği de, TKP geleneği de, TİP geleneği de, devrimli-devrimsiz sol gelenek de var. Bu gelenekler Enişte Bey’in zırvalarını paylaşmıyorlar.
Ancak Enişte Bey’e de katılıyorum: Türkiye, Avrupa Birliği’nin iş ve iç sorunudur. Yaptıkları "dışardan müdahale" değil. Ama bunun da bir edebi-adabı var. İtiraz edepsizlik ile adapsızlığa! Ve, gördüğü muamelenin onur kırıcı, aşağılayıcı olduğuna inanan millet, ne AB’ye ne de memurlarına güveniyor. Suçlu kim acaba?
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
HAYIR, Gelibolulu Mustafa Ali’nin görgü ve toplum kuralları üzerine yazdığı Ziyafet Sofraları adlı ilginç kitaptan söz edecek değilim. Konu başka: Çağı kavramak için akıl ve birikimlerinin yeterli olduğundan kuşku duyduğum kimi gazete yazıcıları, bir yemekte, Anayasa Mahkemesi’nin kararına bağlı geleceği hakkında Başbakan’a akıl vermişler. Söz konusu yemekte neler konuşuldu, Başbakan’a kim nasıl akıl verdi, bunu da zerre kadar merak etmemekteyim. Ben bu yemek davetinin kimsenin ilgilenmediği bir başka yönüyle, işin bamteliyle ilgiliyim. Soros’un ağları
Davet sahibinin Türkiye Sosyal ve Ekonomik Etütler Vakfı’nın (TESEV’in) Başkanı Can Paker olması ilgimi çekiyor. Can Paker, 2001 yılında Türkiye Açık Toplum Enstitüsü (Open Society Institute) Danışma Kurulu üyesi ve 2002’de de başkanı olmuş.
TESEV’in uluslararası ilişkileri çok ilginç ve karmaşık: TESEV’i maddi ve manevi bakımdan destekleyen Açık Toplum Enstitüsü, George Soros tarafından kurulmuş.
George Soros, 1979 yılında ilk vakfı Açık Toplum Fonu’nu kurmuş. Avrupa’daki ilk vakfı olan Avrupa Vakfı’nı 1984 yılında Macaristan’da kurmuş. Dünyanın 60 kadar ülkesinde (Orta ve Doğu Avrupa, eski SSCB ülkeleri, Guatemala, Haiti, Moğolistan, Güney Afrika, Türkiye) bulunan vakıflar ağını besliyor. Bu vakıfların ortak hedefi, açık toplumların gelişimini ve devamlılığını sağlayacak kurumların kurulması ve güçlenmesi.
Vikipedi’den isimler
Açık Toplum Enstitüsü, Türkiye’de çalışmalarına 2001 yılında İstanbul’da temsilcilik açarak başlamış. Türkiye ofisi, 2001 yılından 2006 sonuna kadar toplam 86 projeye 7 milyon ABD Doları destek sağlamış. Türkiye temsilciliği, ülkemizdeki sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler ile yakından çalışmayı hedeflemekte. Enstitünün Türkiye Direktörü Hakan Altınay, Danışma Kurumu Başkanı ise Can Paker.
Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye Danışma Kurulu üyeleri: Nebahat Akkoç, Şahin Alpay, Murat Belge, Üstün Ergüder, Osman Kavala, Ömer Madra, Nadire Mater ve Bilgi Üniversitesi kurucusu Oğuz Özerden. (Bu bilgiler Vikipedi’den alınmıştır.)
Görüldüğü gibi, Can Paker TESEV ile Açık Toplum Enstitüsü’nün birleştiği halka.
Göz-kulak var mıydı!
TESEV’in de, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün de káğıt üzerinde çok kutsal amaçları var. Ama bizzat Soros’un ve Open Society Institute’ün Güney Amerika’daki karşı-devrim hareketleri; Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’daki renkli devrimlerle ilişkisi hatırlanınca mide bulanmaya başlıyor. Bir de CIA ile doğrudan ilişkili NED gibi kuruluşlar akla geliyor.
Can Paker’in evinde yenilen yemekte TESEV bulunduğuna göre, George Soros, Open Society Institute, CIA, NED (National Endowment for Democraty), NDI (National Democratıc Institute), NRD (National Republican Institute), IRI (Enternational Republican Institute) gibi şaibeli kuruluşlar göz ve kulak olarak var mıydı?
İnsan merak ediyor! Zaten yemekte neler lüpletildiği, neler içildiği değil, bunlar merak edilmelidir. Belki de ılık İslam, fıstıki yeşil devrim ve gelecekleri konuşulmuştur. Konuşmalar New York’taki Açık Toplum Enstitüsü’ne nasıl yansıdı acaba?
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
DEMOKRASİNİN "D"sinden habersiz Başbakan’ı, demokratik gösteri haklarını kullanmak için Taksim Meydanı’nı isteyen sendikalara "Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar!" dediği için eleştirmek, kınamak saçmalık olur. Gerekmez ve değmez! Referansı din olan bir insanın eşitlik düşüncesini, demokrasi ideallerini benimsemesi doğaya aykırı olur.
Din tartışılmaz, ilahi bir hiyerarşiyi temsil eder. Dinlerin insanların eşitliği ilkesi üzerine bina edildiği, dinlerin eşitlik savunucusu olduğu iddiası ise bir vehimden, dahası yalandan başka bir şey değildir.
Bu bağlamda söyleyebileceğimiz tek şey var: Ayakların, seçim sandığında Başbakan’a haddini bildirmesi!
Hasolarla Memolar
Ama iş burada bitmiyor! Yalancı ve yağcı erbabıyla işimiz var!
Bu zevata göre 1940’larda tek parti CHP eşrafından bir densiz, "Hasoların, Memoların bu memleketi yönetmesine izin verilemez!" diyesiymiş! Ki mümkündür, demiştir.
Oysa AKP Hasolarla, Memolarla el ele iktidara yürümüş. CHP ve sol, halkı küçük görüyormuş.
Bu nedenle halk, kendini küçük gören CHP ve solu sandıkta cezalandırıyormuş. Kendisini el üstünde tutan sağı balla, börekle besliyormuş!..
Hey gidi köşe yazıcıları, hey!
Daha birkaç yıl önce bile "Egemenlik Allah’ındır!" diye haykıran, daha taşa bu sloganı yazan zihniyetin temsilcisi, işçi sınıfını kuşkusuz ayaktakımı sayacaktır.
Biz bunu görüyorduk ama gözlerine banknot yapıştırılmış köşemenler göremiyordu.
Sosyal adalet
Elli yıl önce okuduğum Ignozio Silone’nin "Fontamara"sında şöyle bir cümle vardı:
"Önce Tanrı, Tanrı’dan sonra İsa peygamber, İsa’dan sonra Kont hazretleri, Kont’tan sonra Kont’un askerleri, askerden sonra Kont’un köpekleri, köpeklerden sonra biz köylüler."
Dostoyevski’nin "Cinler"inde, bir tartışma sırasında, Rusya’da başkaldırının tanrıtanımazlıktan başlayacağını duyan ak saçlı bir yüzbaşı birden ayağa fırlar ve kendi kendine konuşurmuş gibi, "Tanrı yoksa benim yüzbaşılığım ne işe yarar?!" der.
İşçi sınıfı, ne Ignozio Silone’nin köylüsüdür ne de Dostoyevski’nin yüzbaşısıdır. İşçi sınıfının kafasında ve ruhunda bir tek ideal var olmalıdır:
"Sosyal adalet!"
Sosyal adaletten nefret eden, işçi sınıfını 12 saat çalıştıran, işçilerin sendikalar yerine tarikatlarda örgütlenmesini tercih eden zihniyet elbette işçi sınıfını hor görecektir!
İşçiler uyanırsa
İşçi sınıfı, Başbakan’ın hakaretini sineye çekecek mi? Göreceğiz!
Ben işçi sınıfını, babamın sendikacılık yaptığı dönemlerden bilirim! İşçi sınıfı bir "sınıf" olduğunu hatırlayacaktır. Ve Başbakan’ın "ayaktakımı!" gafı Türkiye’de artık unutulmayacaktır. 1940’ların Haso-Hüso tezviratı da artık sona ermiştir.
İşçi sınıfı ve köylüler uyanırsa, yoksullar sadaka değil iş isterse, emeğe saygı isterse, ne Tanrı yardım eder AKP’ye ne de Peygamber!
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2008
1 Mayıs günü Taksim Meydanı’nı emekçilere vermeyen hükümet, "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanacak olan günün resmi tatil olması talebini de geri çevirdi. Ve bu ret kararının gerekçesini Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek açıkladı:<br><br>"Dünyada kriz varken, durgunluk varken 1 günlük kayıp en az 2 milyar YTL eder." * * *
İktisatçılar, siyasetçiler kendilerince hesaplar yaparak bu 2 milyarın yanlış hesaplandığını ileri sürdüler. Ben Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in "1 günlük kayıp en az 2 milyar YTL eder" sav cümlesine yürekten inanıyorum. İnanıyorum ama yakın gelecekte kendisinden ve hükümetinden tutarlılık da bekliyorum. Beklediğim tutarlılık ne?
Ramazan ve Kurban Bayramları tatillerinin yol açtığı, açacağı kayıpların hesaplanmasında ve kayıplara karşı alacakları önlemlerde gösterecekleri tutarlılık.
Ramazan Bayramı tatili: 30 Eylül Salı, 1 Ekim Çarşamba, 2 Ekim Perşembe.
Salının önüne perşembenin ardına birer günlük ilmek atılmaz ise 6 milyarlık kayıp. İlmek atılırsa 10 milyarlık kayıp.
Kurban Bayramı tatili: 8 Aralık Pazartesi, 9 Aralık Salı, 10 Aralık Çarşamba, 11 Aralık Perşembe.
Perşembeden sonra cumaya ilmek atılmaz ile 8 milyarlık kayıp. İlmek atılırsa 10 milyar YTL’lik kayıp. Ki cuma günü mutlaka tatil olacaktır.
2008 yılı Ramazan ve Kurban bayramlarında 20 ya da 16 milyar YTL’lik kayıp. İki bayramın iki arifesini de unutmamak gerek. İki yarım gün tatil 1 tam gün eder, ki o zaman 20 ve 16 sayılarına 2 milyar daha ilave etmek gerek.
* * *
Ramazan ve Kurban bayramlarında yapılan tatiller dinsel bir zorunluluk değil, bir adet, bir alışkanlık. Bu tatiller eğer dinsel zorunluluk olsaydı yani Kuran’dan kaynaklansaydı bütün Müslüman ülkelerde tatil süresi aynı olurdu. Oysa her ülkenin tatil günü sayısı kendine göre. Geçen yıllarda Müslüman ülkelerde yapılan Ramazan ve Kurban bayramları tatilleri gün sayılarıyla birlikte yayınlanmıştı gazetelerde. Şimdi iddiamı kanıtlamak için arşiv araştırması yapacak değilim. Hatırladığım kadarıyla kimi ülkelerde Ramazan bayramı 1 gün, Kurban bayramı 2 gün tatil. Toplam olarak en az yedi günlük tatil hiçbir ülkede yok.
Dini bütün ve üretim sever bir hükümet olarak AKP hükümetine düşen şu olmalı bence: Ramazan Bayramı tatilinin 1 gün, Kurban Bayramı tatilinin 2 gün olduğuna ve tatil günleriyle ilgili olarak ilmek atılamayacağına dair bir yasa çıkartmak. Sonra da Müslümanların dini bayramları için resmi tatil hakkı tanımayan Rusya ve AB ülkeleri nezdinde girişimde bulunmak. Bunlar yapılmaz ise AKP hükümeti işçi düşmanı unvanından kurtulamaz!
* * *
"Tembellik Hakkı" (Telos Yayıncılık), Karl Marx’ın kızı Laura’nın kocası Paul Lafargue’ın 60 sayfalık deneme kitabının adıdır. Adına bakarak gırgır bir kitap sanıp satın alanlar, devrimci edebiyatın bir başyapıtı, kapitalist düzeni kıyasıya eleştiren bir sosyalizm klasiği ile karşılaşırlar. Cemil Çiçek ve arkadaşları "Tembellik Hakkı"nı okudular mı acaba?
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
YAZIMIN başlığındaki "Kıprıs", özellikle, "Hasretlik" duygularla yazılmıştır. Mersin’de, açık havalarda, Kıbrıs’ın sahilden göründüğünü iddia ederlerdi 1950’lerde. Ben göremedim. Kıbrıslı, değerli şair arkadaşım Fikret Demirağ’a "Çetingayalılar Defteralı’nın ayağından attıkları şutlar neticasında? Besaboribos santraforu Stefanapulos? Amet Samiden ispor haberleri dinlediniz!" diye takılırım.
Çetinkaya ve Bezaboribos, Defteralı, Stefanopulos, hakem ve maç anlatıcısı Ahmet Sami, Kıbrıs’ın İngiliz döneminin anılarıdır. Bir Mersinli olarak bu anılar vardır kafamda.
Radyo ve televizyonlar yerel ağızları yok ediyor. "Çetingayalılar" dediğim zaman, işin aslını bilmeyenler dalga geçtiğimi sanabilirler, sanılmasın. Ben 1950’lerin harbi Adanalısının harbi konuşmasını, Mersinli "Etim Türkü Araplar"ın kendilerine özgü konuşmalarını özlüyorum. Bereket versin, bir zamanlar, "Ası kenarına gideciyk habbe habbe gudama yiciyk" diyen "Antekyeliler" kaldı biraz. Antakyalılara, Arsuslulara selam ederim!
Elçilik yapıyorum
Kıbrıs’a hiç gitmedim! 1974’ten önce gitmemiştim, 1974’ten sonra, "Gerçek barış gelmedikçe Kıbrıs’a gidemem!" diye kendi kendime söz verdiğim için Kıbrıs’a hiç gitmedim. Yoksa Rum tarafından birkaç, Türk tarafından pek çok davet aldım birkaç yıl öncesine kadar. Bu kararım ve kararımdaki inatçılığım biliniyor artık iki yakada da...
Bu kadar gevezeliği, "Kıbrıs’a Su" konusuna girmek, girebilmek için yaptım. Çünkü Kıbrıslı Rum dostlarım Türkiye’nin Kıbrıs’ın tamamına su vermesini istiyorlar.
Ben de elçilik yapıyorum. Kuşkusuz teknik olarak nasıl olacak bu iş bilemem. Ancak politik olarak belli: Kuzey ve Güney tam anlamıyla anlaştıkları zaman!
İstanbul’da buluştuk
Farkında mısınız bilemem, "Kıbrıs Rum Kesimi"nden çok turist gelmeye başladı artık İstanbul’a. Benim de 25 yıldır görmediğim arkadaşlarım geldi. Kendileriyle buluştuk.
1974’ten sonra, 1980’lerde uluslararası yazar toplantılarında "Kıbrıs Davası" için küçük bir meydan savaşı çıkardı: Sofya’da, Varna’da, Struga’da, Delfi’de, Roma’da, Paris’te...
Kıbrıslı yazarlar, şairler kürsüye çıkarlar, özellikle kadın olanlar, Kıbrıs’ın Türk ordusu tarafından nasıl işgal edildiğini anlatırlardı. Gözleri yaşlı, duygusal.
Oturumu yönetenler, bana cevap verip vermeyeceğimi sorarlardı. Ben de "Kendileriyle yemekte konuşurum" derdim. Konuşurduk!
Bu tavırları 1990’lardan sonra azalmıştı. Avrupa Birliği üyeliğinden sonra hiç kalmadı.
Sol damardan umutluyum
Dostlarıma baktım, çok rahatlamışlar, özellikle halkın kendilerine gösterdiği yakın ve içten ilgiden çok memnun olmuşlar. Oluyorlar. Bu davranışların ikiyüzlü olmadığına inanıyorlar.
Güney Kıbrıs’ın yeni seçilen Cumhurbaşkanı Hristofyas ile KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın "sol" damarlı olmasına umut bağlamışlar. Ben de umut bağladım. Kıbrıs sorununun en geç bir yıl içinde çözümleneceğine inanıyorlar. Ben de inanmaya başladım.
"Barış olduğu zaman Türkiye Kıbrıs’a su verir mi?" diye sordular. Ben de "Elbette verir. Göksu’nun suyu var!" dedim. "Elektrik de verir!"
Ben söz verdim. Anam-babam Türkiye benim yüzümü kara çıkartmaz!
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2008
SOVYETLER Birliği dağılmadan birkaç yıl önce Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlenen bir açık oturumda, komünizmin yıkılması durumunda, halkın nefret ettiği gayrimeşru Nomenklotura’nın (Sovyet eliti) meşruiyet kazanarak ülkenin yönetimini ve ekonomisini ele geçireceği öne sürülmüştü. Bu öngörü sadece SSCB’de değil bütün eski Sovyetik ülkelerde gerçekleşti.
Daha önce, 15 Nisan tarihli "Eski Solcular Mezarlığı" adlı yazımda sözünü ettiğim Mark Mackinnon’un "Yeni Soğuk Savaş" (Destek Yayınları) adlı kitabı Nomenklotura’nın iktidarı ele geçirerek milyarderleşmesini, milyarderleşerek iktidarı ele geçirmesini ve ABD’nin bu ülkelerde tezgáhladığı renkli devrimleri anlatıyor.
Muhalefet ayaklanması
Bilindiği gibi, Avrupa Birliği, Sovyetik ülkelerin Avrupa’da olan büyük bir bölümünü, tekrar Rusya’ya kaptırmamak için kendine bağladı. Bunu yaparken de bu ülkelerin siyasal, hukuki ve ekonomik durumlarına bakmadı. Bunlara Türkiye muamelesi yapmadı.
ABD de bu ülkelerin geri kalanlarında Batı yandaşı yönetimler getirmek için, muhalefet ayaklanmaları ve renkli devrimler düzenledi. Örneğin, Orta Asya Türki cumhuriyetlerinde ve Beyaz Rusya’da başarılı olamadı ama Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’da başarılı oldu.
Bakın ayaklanma ve renkli devrim nasıl düzenleniyor:
CIA -Soros NED
Tezgáhın gerisinde ABD hükümeti ve CIA var ama oyun sahasında George Soros ve onun Açık Toplum Enstitüsü, Cumhuriyetçi başkan adayı Senatör John McCain’in yönettiği The International Republican Institute (IRI), ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın yönettiği The National Democratik Institute (NDI) ve finansmanı ABD hükümeti tarafından sağlanan The National Endowmen for Democracy (NED) bulunuyor.
Kumpasın ön saflarında NED ve Soros’un Açık Toplum Enstitüsü var.
Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’daki ayaklanmaların öncülüğünü NED’den ve Soros’tan bağış alan Sivil Toplum Örgütleri yaptı. Sırbistan’da OTPOR, Gürcistan’da KMARA, Ukrayna’da PORA ve Sırbistan’da B92, Gürcistan’da RUSTAVI 2 adlı radyo ve televizyonlar rol aldı.
Sorosçular muhalif öğrenci topluluklarını örgütlüyor, bu örgütlere ve liderlerine paralar yağıyor. IRI, NDI ve özellikle de NED, "Demokrasi Projesi" adı altında Batı yanlısı partileri ve adayları pazarlıyor. Seçimlerde hile yapıldığını öne sürüp muhalifleri ve gençliği ayaklandırıyorlar ve iktidarları devirip Batı yandaşlarını iktidara getiriyorlar. Daha sonra kendi adamları da seçimlerde hile yapıyorlar ama o başka!
O kitabı okuyun
İnsanın aklına ne geliyor bakın: Madem ki Soros’un bulunduğu yerlerde ayaklanmalar oluyor, Türkiye’deki ne zaman? Türkiye’de durum değişik: IRI, NDI, NED ve Soros başka yerlerde muhalefetleri destekliyorlar ama Türkiye’de tam tersini yaparak AKP iktidarını destekliyorlar. Geçenlerde biri, bir televizyonda, Ecevit koalisyon hükümetini devirip, 2002 ve 2007 seçimlerini AKP için tezgáhlayarak ve AKP’yi destekleyerek ayaklanmasız ılımlı İslam devrimini gerçekleştirdiklerini söylüyordu. Çok doğru!
Adını verdiğim kitabı okuyun, Türkiye’de oynanan oyunu çözecek ve STÖ’lerdeki, medya ve basındaki aktörlerini kolayca bulacaksınız.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
ŞAKA değil! Evet "Müslüman rahibeler!" İsteyen istediği kadar İslam’da ruhban sınıfı yoktur desin. Var! Ama başka dinlerde olduğu gibi hiyerarşik bir ruhban sınıfı değil. İslam’ın anarşik yapısı, feodal bir koalisyon yaratmış. Her İslami derebeyliğin başında öteki derebeyleriyle temelde düşmanca ilişkisi olan, başkalarını beğenmeyen bir derebeyi var olmuş. Böyle bir yapı içinde "reform" yapılamaz. Kimse kimseyi dinlemez!
Halifeler birbirlerini boğazlamayıp, Hıristiyanlığın Papa’sına benzer bir otorite olabilselerdi ve "Halife"nin buyruğu altında bir "Cami" örgütü kurulabilseydi, İslam’da reform olabilirdi. Ama yeni, defile Müslümanı kadınlar İslam’ın kökünü dinamitliyorlar. Anlatacağım!
Bize bakan dalavere soygun dini sanabilir
Cami disiplini olmadığı, her imam kendi camisinin kabadayısı olduğu için herkes fetva vermeye meraklı: "İnançlı kimse, inancının tersine iş yapmaz!" imiş! Tehlikeli bir iddia, çünkü günümüz Türkiye Müslümanlarının işlerine bakanlar, İslam dininin bir yalan, dolan, dalavere, hırsızlık ve soygun dini olduğunu ileri sürebilir.
Ben burada dururum: Başına türban geçirdiği kızını taciz eden babanın "inancı"nı kimseye örnek göstermem ve tartışmam. Bireysel zaaf ve vukuatları bir kitleye mal etmeye tenezzül etmem.
Türkiye’de gençlere dinlerini öğretmediğimiz için ahlaki yozlaşma olmaktaymış. El insaf! Yüz bini aşkın cami, yüzlerce yayın, onlarca radyo ve televizyon, binlerce dernek, vakıf, pansiyon, dershane, okul, şirket, Kuran kursu, tarikat öğrenci yurdu; Cumhuriyet okullarında korsan din öğretmenliği yapan öğretmenler din değil de ne öğretiyorlar acaba? Hırsızlık, hortumculuk, rüşvet ve dalavere mi, avantacılık ve lüplüpçülük mü? "Müslüman kişi, inançlı kişi şunu yapar, bunu yapmaz" demek, din istismarının en tehlikeli evresidir. Hem "yapar", hem "yapmaz"! Karşı örnek çıkartıp bütün iddiaları un ufak etmek mümkündür.
"Müslüman hırsızlık yapmaz, haram yemez!"
Öyle mi? Rasgele on cami yaptırma derneğine, İslami vakfa ve derneklere birkaç ciddi müfettiş gönderin, sonucu görürsünüz! İnsanın tepesi atıyor!
Türbanlı kızların flört etme reformu!
Laik papazlar (!) oluyor da Müslüman rahibeler neden olmasın? Bir süre önce Samsun havaalanında üç Müslüman rahibeye rastladık. Üzerlerinde vücutlarına oturan uzun siyah mantolar, başlarında siyah parlak satenden türban. Mantolarını Samsun-İstanbul uçağında da çıkarmadılar. Demek ki dış giysilerini eldiven gibi vücutlarına geçiriyorlar.
Bu giyiniş tarzı yeni bir moda mı, yoksa gölgedeki bir tarikatın zenginleşerek güneşe çıkması mı? Ne olursa olsun, görünüşleri Katolik rahibeleri andırıyor, ama Katolik rahibeler vücutlarına oturan giysi giymezler. Üzerlerine çuval gibi bol bir önlük geçirirler ve bellerine bir kuşak bağlarlar. Erkek ayakkabısı giyerler.
Türbanla birlikte İslam dinine rahibelik de girmiş oldu. Türbanı başına geçirip okul kapılarına dayanan, huruç ve kıyam eden genç hanımları ben rahibe olarak görüyorum.
Hıristiyanlıkta rahibeler evlenmezler, bizim rahibeler evleniyorlar. Flört bile ediyorlar! Diyanet İşleri Başkanı dinde reform olmaz diyor ama al sana reform! Kuran’da ve hadiste yeri yok ama türbanlı kız flört yaşıyor erkek arkadaşıyla, buna reform (!) denmez de ne denir, fetvaperest Diyanet İşleri Başkanı?
Yazının Devamını Oku