“467’nci yılın (17 Mart 1018-16 Mart 1019) başlangıcında, mukaddes Haça tapınan bütün Hıristiyan halk, Allah’ın hiddetine maruz kaldı. Öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve Ekanimi Selâse’ye tapanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü kanatlı yılanlar, bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiler. Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle olmuştur. Bu zamanda, Türk tesmiye edilen barbar millet toplanıp Ermenistan’ın Vaspurakan eyaletine geldi ve Hırıstiyanları merhametsizce kılıçtan geçirdi.
* * *
Hangi sıfatı kullanırsa kullansın Urfalı Mateos’un Türklere karşı nesnel davrandığını düşünüyorum.
Ama Taraf Gazetesi’nde (24.09.09) Nabi Yağcı’nın “Akan Kanın Sorumlusu Kim” başlıklı yazısının sonuna doğru şu satırları okuyunca, yazarın nesnellik konusunda Urfalı Mateos’un semtine bile uğramadığını görüyorum:
“???, akan kanın sorumlusunun kim olduğunu devlet soruyorsa eğer bundan kârlı çıkmaz. Başbuğ’un verdiği Kinyas Kartal örneği, Dersim zulmünü, zoraki (Yazar “zorunlu” ya da “zorla” demek istiyor. Ö.İ) iskânları hatırlattığı için kendisi açısından çok talihsiz bir örnekti. Bunları bir yana koysak bile devlet daha Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetlerin, yani ‘devlet terörü’nün hesabını vermiş değil.”
* * *
Hangi sıfatı kullanırsa kullansın Urfalı Mateos’un Türklere karşı nesnel davrandığını düşünüyorum.
1. “Hai Toranaga (Japonya İzlenimleri” (Hürriyet, 4, 5, 6 Ağustos 2000). Söz konusu yazı “Gördüğünü Kitaba Yaz” (Doğan Kitap, s. 117) adlı kitabımda yer aldı.
2. “Burada Söylediklerimi Bir Arap Gazetesinde Söyleyemem” (Adonis ile söyleşi, Hürriyet Pazar, 19 Ekim 2003). Söz konusu yazı “Yedi Canlı Cumhuriyet” (Cumhuriyet Kitapları, s. 164) yer aldı.
* * *
Osmanlı Devleti ile Japonya hemen hemen aynı tarihte Batılı yöntemle gelişme ve kalkınmaya karar verdi. Bunu Japonya 1900’lerin başlarında başardı. Japonya Batılı yöntemle kalkınmayı başardı ama Osmanlı’nın ardından Türkiye hâlâ başaramadı.
“Sayin Ozdemir Ince yazinizi okudum da immahtipler uzerine sunu farkettim
3-G teknolojisinden anlamayan sizlerin sanirim artik emekli olup evinde oturma vakti geldi.
baksaniza herseye o kadar yabancisiniz ki deve kusu misali kafanizi bi kaldiripta etrafniza bakma ihtiyaci hissetmiyorsunuz.yazilariniz hep bi ideolojiye saplantinin eseri
ama biz yani 3-G teknolojisini de en ince ayrintisina kadar bilen.laptop ile netbook un farkini keskin cizgilerle ayirtedebilen linux mu window mu daha iyi bunun bilincinde olan bilgiye ulasma yollarini bilen ve ideolojilerimizin tutsagi olmayan bizler artik sizlerin zamaninin doldugunu soluyoruz. inanin sizin ve sizin gibi at gozluguyle etrafina bakan kisilerin yazarlarin bizlere verecegi bisi yok.kafa bulandirmaktan baska.karanliga kufretmeyin bir mum yakin demisler cok basit ama cok manidar bir dize.sadece sunu bilin gercekten yaslanmissiniz belki de artik alzmeir hastaligida ensenizde ondan dolayi bize yapacaginiz en iyi sey evinizde oturmaniz olacaktir. Saygilar”
Muazzez Menemencioğlu evine gençleri toplamış, düzenlediği partiye Karaosmanoğlu’nu da davet etmişti. Partiye gelen gençler arasında sadece Erdal Öz’ü anımsıyorum. Partinin nedeni, galiba, Muazzez Menemencioğlu ve Erdal Öz’ün Karaosmanoğlu ile ortaklaşa yaptıkları radyo röportajı idi. Erdal, bu söyleşi metnini daha sonraki yıllardan birinde galiba yayınlamıştı.
Koca yazara “Yazarlık ile diplomatlığı nasıl bağdaştırdınız?” diye ukala ukala sormuştum. O da bana Saint-John Perse’i, Paul Claudel’i, Yorgo Seferis’i örnek vermişti. “Bir yazar için en iyi meslek diplomatlıktır!” demişti. Ama Yahya Kemal’in adını anmamıştı.
SODOM VE GOMORE
O sıralar henüz Sodom ve Gomore’yi okumamıştım. Gençtim. Rilke, Proust, Kafka, Samuel Beckett, William Faulkner, Albert Camus, Jean-Paul Sartre gibi yazarlar başımı döndürmüştü. Baş döngüsü geçtikten sonra Karaosmanoğlu’nu yeniden keşfettim.
Sodom ve Gomore’yi okurken olay örgüsü, gerilim ve ruh çözümlemelerinden çok etkilenmiştim. Dostoyevski tadı almıştım. İşgal altında çürüyen İstanbul’un, insanlarının ve kadınlarının romanı. (Televizyon dizicilerinin haberi yok galiba bu romandan!)
Ayrıca İstanbul/Ankara çelişkisinin nedenlerini, bu çelişkinin yarattığı gerginliği de keşfetmiştim. Kardeş+arkadaş Ataol Behramoğlu’nun Cumhuriyet Pazar’daki (02.08.09) “Yeniden Yakup Kadri...” yazısı yayınlandığı sırada ben, bir okurumun hatırlatması üzerine “Zoraki Diplomat”ı okuyordum.
Bir anılar kitabı olan “Zoraki Diplomat” İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Karaosmanoğlu külliyatının 15. kitabı. Bu kitabı bana hatırlatan okuruma çok teşekkür ederim.
KADRO DERGİSİ
Anlayacağımız Diyanet İşleri Başkanlığı hem simyacılık hem de hüllecilik yapıyor!
581 ÖĞRETMEN
Cumhuriyet Gazetesi’ndeki (07.09.09) bir habere göre, CHP Adana Milletvekili Hulusi Güvel bütün bakanlıklara şöyle bir soru önergesi vermiş:
“2002-2009 yılları arasında ve yıllar itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda bulunan personelden bakanlığınızın merkez ve taşra teşkilatı ile bakanlığınıza bağlı kurum ve kuruluşlara 657 sayılı Kanun’un 74. maddesi uyarınca nakil yaptıran personel sayısı kaçtır?”
Bakanlıklardan gelen yanıtlarda, DİB personelinin ilk tercih ettiği bakanlığın Milli Eğitim Bakanlığı olduğu görülüyor. 2002-2009 yılları arasında 865 DİB personeli Milli Eğitim Bakanlığı’na naklen atanmış ve atananların 851’i öğretmen olmuş.
Aynı dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan TRT Genel Müdürlüğü’ne (1), Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne (3), RTÜK’e (2), Çevre ve Orman Bakanlığı’na (38), Kültür ve Turizm Bakanlığı’na (97), Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na (3) ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na (7) personel naklen atanmış.
Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra 97 atama ile Kültür ve Turizm Bakanlığı ikinci geliyor.
Edebiyat alanında da yalan bozdum, yanlış düzelttim. Tamircilik yaptım. Aynı işi şimdi siyaset alanında yapıyorum ve bu işi iyi yaptığımı da biliyorum. Bugünkü konumuz da söylenen yalanlar için paravana ve kanıt olarak kullanılan İspanya Anayasası. Onarım çantamızı açalım:
1978 tarihinde kabul edilen İspanyol Anayasası demokrasi dünyasının en yeni, en demokratik, en çoğulcu anayasalarından biri, belki de birincisi. Bu anayasanın
yapılış tarihçesi şöyle:
* * *
17 Haziran 1977’de yapılan kurucu meclis seçimleri sonunda oluşan parlamento, bütün siyasal oluşumların temsil edildiği, 36 milletvekilli bir Kurucu Komisyon
* * *
“Temel haklar ve özgürlükler, yargının bağımsızlığı, askerlere verilen mahfuz alanlar, vesayetçi yetkiler şimdiki Anayasa’nın (1982 Anayasası, Öİ) en fazla sıklıkla eleştirilen hükümlerini teşkil etmektedir. Türk ordusu, daha çok kurumsallaşmış demokrasilerde olduğundan çok fazla siyasal etkiye ve prestije sahiptir. Ancak, ilginç ve paradoksal bir şekilde, öyle görünmektedir ki, Türklerin çoğunluğu demokrasi ile bu tür askeri ayrıcalıkları uyuşmaz olarak görmemektedir. Ordu hâlâ, köktenci İslamcı tehdit karşısında, laik demokrasinin esas garantörü olarak algılanmaktadır. Kamuoyu araştırmaları devamlı olarak Silahlı Kuvvetler’in en fazla güvenilen kamusal kuruluş olduğunu göstermektedir. Sivil-asker ilişkilerinin kamusallaşmış Batı demokrasileri çizgisinde reorganizasyonu, öyle görünmektedir ki, ancak İslamcı tehdit sona erdiği zaman mümkündür.” (Prof. Dr. Ergun Özbudun, “Çağdaş Türk Politikası”, Doğan Kitap, Şubat 2003, s. 134)
* * *
Yukardaki satırlar Prof. Dr. Ergun Özbudun’un, Türkiye Cumhuriyeti’nde “Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller”i incelediği ve İngilizce yayınlandığı için Ali Resul Usul tarafından Türkçeye tercüme edilen bir kitabından alındı.
Ülkenin bobstil demokratlarına soracak olursanız, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin faşizm damgası taşıdığını söylerler.
“Sayın İnce, 3 Ekim 2009’da yayınlanan ‘Baskın Oran İçin Ezber Ödevi’ başlıklı yazınıza bir düzeltme eklemek istiyorum. Baskın Oran’ın iddia ettiği gibi Yeni Kaledonya’da Fransızca ikinci dil değil, tek resmi dildir.”
Ben de bu yazıyı bana ilham ettiği için adını anıp anamayacağımı sordum. Şöyle cevap verdi: “Baskın Oran birçok konuda yalan söylediğine göre bunda da tahminen söylemiştir diye dayanamadım, Google’da aradım. Yalnız sömürgeci ülkeler ile Türkiye’yi (özellikle bir siyasal profesörünün) hâlâ karşılaştırmaya çalışması gerçekten komik.”
Şimdi 3 Ekim tarihli yazıma dönelim ve Baskın Oran’ın iddialarını anımsayalım:
[Baskın Oran, “malûmat terörizmi”ne başvurarak ulusalcı olarak tesmiye ettiği kesime meydan dayağı atmaya hevesleniyor. Örneğin şimdi Denizaşırı Topraklar denen eski sömürgelerden söz ederken “Bu azınlık hakları oralarda fevkalade daha fazla olduğu için, Fransa’yı ulus-devlet ve Üniter Devlet bellemiş olanlar sekte-i kalpten gidebilirler. Örneğin, Fransa sınırları içinde olan Yeni Kaledonya bölgesinde Fransızca dili birinci değil, yerel dillerin yanında ikinci dildir; bu kadarını söylesem kâfi” diyor.]
Bir yandan dikkatim azaldığı, bir yandan da Baskın Oran’ın bu konuda atma rekoru denemesine girişmeyeceğini düşündüğümden, saf saf aşağıdaki cümleyi yazmışım:
“Bence kâfi değil bayım: 1956’ya kadar Fransa’nın sömürgesi ve o tarihten itibaren Fransa’nın denizaşırı bağımlı topraklarından biri olan Yeni Kaledonya’da Fransızca birinci dil olsaydı ayıp olmaz mıydı?” * * *