Taa bir maçta sakatlanınca, Mersin Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenimiz, folklor ve halk edebiyatı bilgini Cahit Öztelli, “Oğlum bir karar ver artık, futbolcu mu yoksa yazar mı olacaksın?” sorusunu soruncaya kadar.
O yıllarda Mersin İdmanyurdu çok güçlü idi. Sol açık Bombacı İlhan, aynı zamanda atletizmde Türkiye yüz metre ve cirit atma şampiyonu idi.
1955 yılında, günümüz Tevfik Sırrı Gür Stadyumu’nun açılış maçında, Turgay Şeren’e orta saha çizgisine yakın bir yerden frikik golü attığını hatırlarım. Belki Turgay Şeren de hatırlar.
GOL, OFSAYT
Gelelim Fenerbahçe-Galatasaray maçına: Galatasaray’ı Fenerbahçe yenmedi. Galatasaray yenildi. Birinci golde Galatasaray savunmasının pozisyon hatası vardı. Top ortalandığı zaman altıpas çizgisinin üzerinde sırayla bir Fenerbahçeli, bir Galatasaraylı, ikinci Fenerbahçeli ve ikinci Galatasaraylı vardı. Roberto Carlos topun üzerinden atladı, birinci Galatasaraylı numarayı yuttu, ikinci Galatasaraylı dondu kaldı ve Alex’e topu dürtmek kaldı.
Erman Toroğlu’na göre Roberto Carlos’un pozisyonu ofsayt imiş.
İkinci golde Fenerbahçeli oyuncu, üç Galatasaraylı arasında topa hâkim oldu. Pozisyonu tehlikeli görüp onsekiz dışında faul yapabilirlerdi ama yapmadılar. Faulü Leo Franco yaptı ve penaltı oldu. Üçüncü golü, karşısındaki Fenerbahçe bile olsa, bir amatör küme takımı yemez. Bu analizimi en babayiğit futbol yazarlarınınkiyle karşılaştırın, kesinlikle aşağı değildir.
SUYA TİRİT YORUM
Baktım, Tufan Türenç’in “Üniversitelerdeki açlıktan YÖK’ün haberi var mı?” (25.09.09) başlıklı yazısı. O sıralar “36 kısım tekmili birden” yazılar yazdığım için “talimat üzerine” yazmam gereken yazı bugüne gecikti. Bu süre içinde Ruhat Mengi de üniversite öğrencilerinin perişanlığını dile getiren bir yazı yazdı (Vatan, 08.10.09).
AÇ ÖĞRENCİLER
Konuya bodoslamadan gireceğim: Öğrencilerinin “iâşe ve ibâte” (yedirme ve barındırma) gereksinimini sağlamadan üniversite açmışsın kaç para eder. Öğrenciyi açlığa ve köprü altına mahkûm edersin. Demek ki bütün öğrencilerini barındıracak ve karnını doyuracak olanaklar sağlamadan bir rektör bir mühür anlayışıyla devlet üniversitesi açılmayacak.
Üniversiteler öğrenciye müşteri muamelesi yapan, Ağrı gibi geçinmek için 20-30 bin öğrenci bekleyen kent ve kasabalarda değil, burs bulamayan öğrencilere iş olanağı sağlayabilecek gelişmiş yörelerde açılacak. Hakkâri’de üniversite açmanın ne ülkeye ne de Hakkâri’ye yararı vardır. Üniversite toplumsal öncü olmalı, kent de bu öncülüğü kabul etmeli. Oysa birçok Anadolu kenti üniversitesini gettolaştırıyor, sağmal inek saydığı öğrencileri de din, tarikat, gelenek-görenek, örf ve âdet baskısı altına alıyor. Üniversiteler ve öğrenciler Nakşibendileşiyor, Nurculaşıyor, Fethullahçılaşıyor.
GÜNDE 1 POĞAÇA
Tufan Türenç, Van 100. Yıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel’in açıklamasını aktarıyor: “13 bin öğrencimiz var. Bunlardan sadece 100 kişi üç öğün yemek yiyebiliyor. Geri kalanı günü bir adet poğaça ile geçiriyor. Öğrenciler para harcamamak için evden, yurttan dışarıya çıkmıyor ve devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanıyor. Üniversitemizde sadece bin öğrenciye her gün ücretsiz öğle yemeği verebiliyoruz. Bin öğrenciye kumanya paketi dağıtıyoruz. Geriye kalan 11 bin öğrenci, fiyatı bir milyon lira (bugünün 1 lirası) öğle yemeğini bile parasızlık nedeniyle yiyemiyor. Kırsal kesimden gelenler ekmek arası patates veya haşlanmış yumurta yiyor.”
Demek ki üniversiteler akşam yemeği de vermiyorlar. Verseler de öğle yemeği için bir lira bulamayan öğrenci akşam yemeğine nereden para bulacak?
PARASIZ YATILI
Bu üst manşetin nedeni de bir gazete yazarının ilkokul beşinci sınıftan önce Arapça Kuran ezberletilmesinin pedagojik olmadığını ileri sürmesi. “Memleketin çocuklarına bale öğrenmek serbest, Kuran öğrenmek yasak!” diye de aklı sıra bir kanıt ileri sürüyor. Böyledir bunlar, sıkıya gelince pedagojiye medagojiye boşverip Kuran kursu ile bale eğitimini karşılaştırırlar. Ve günaha girerler!
Pedagoji bilimine göre her bilgi disiplinini öğrenmenin bir yaşı vardır. Aritmetik, aritmetik-geometri, cebir, uzay geometrisi, fizik, kimya, felsefe, mantık, sosyoloji ve öteki disiplinler belli bir yaşta öğretilmeye başlanır.
Sadece bale değil, jimnastik, ritmik jimnastik, futbol, voleybol, yüzme de çok erken yaşlarda öğreniliyor. Daha doğrusu bu alanlarda eğitim çok erken yaşlarda başlıyor. Çocuk dâhi olsun olmasın piyano, keman eğitimi de öyle.
Bu alanlarda yetenek, algılama ve duyarlılık önemli ve bunlar çocuklarda çok erken yaşlarda ortaya çıkıyor. Aritmetikte dört işlemi öğrenmeden, Türkçe okuyup yazmayı tamamen sökmeden, bir çocuğa Arapça Kuran ezberletmek pedagojik açıdan çok ağır bir işkencedir.
AMAÇ; TARİKAT BİAT VE İTAAT
Hepsinde şunu gördüm: Ermeni sorunu 1915’te başlamıştı, daha öncesi yoktu. Anadolu’da her şey güllük gülistanlık iken Osmanlı kendi Ermeni kökenli vatandaşlarını kılıçtan geçirmiş ve tehcir uygulamıştı.
Son günlerde aynı görüşü tekrarlayan iki yazı okudum bizim gazetelerde.
AÇIK GÖRÜŞ
Bir yazar, Star Gazetesi’nin 18 Ekim 2009 tarihli “Açık Görüş” ekinde şunları yazıyor:
“Diaspora hakkında söz söyleyecek olanların, eğer biraz olsun vicdan taşıyorlarsa, diaspora lafını ağızlarına almadan önce oturup şu soruların yanıtını düşünmelerinde, üstelik kırk kez düşündükten sonra konuşmalarında yarar var.
Diasporanın nasıl oluştuğunu, 1915’te yaşananlar olmasaydı, diaspora dediğimiz insanların bugün birer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olacağını, bu insanların, buradan, bu topraklardan, Sivas’tan, Malatya’dan, Diyarbakır’dan, Tekirdağ’dan, Samsun’dan dünyanın dört bir yanına dağıldığını ve bunun sebebinin yine bu topraklar üzerinde uğradıkları insanlık dışı tavır olduğunu hatırda tutmadan, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar? Yerinden yurdundan edilmiş, mülklerine, topraklarına el konmuş, kiliseleri yağmalanmış, yıkılmış, cami, kaymakamlık binası, ahır, silah deposu yapılmış bu insanlardan kalan mülkler üzerinde güzel güzel oturup, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?”
KAN GÖLÜNDEN 1915’E
Bunların hepsi doğru, belki eksiği var ama fazlası yok! Ama öncesini unutup tarihi 1915’te başlatmak da hangi vicdana sığar? 1774 ile 1915 arasında ne oldu? Bunun yanıtını bulmak ve bilmek zorundayız. “Ermeni Gailesi” denen Ermeni meselesi, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na dayanarak Rusya’nın Ortodoks Hıristiyanların, dolayısıyla Ermenilerin koruyucusu rolünü üstlenmesiyle başlamadı mı?
Sonra kendisi açıklıyordu: Muzaffer eda yok ise “iyi” imiş, varsa açılım tehlikeye düşermiş. Bu, kendi düşüncesi miydi, yoksa hükümetin görüşü müydü, bilemedim.
Sunucu (ve öteki sunucular) muhabirleriyle muhabbet ederken ekranda Öcalan posteri, PKK bayrağı taşıyan, “V” zafer işareti yapan insanlar, yüzlerce arabalık uğurlama ve karşılama konvoyları görülmekteydi.
Ardından, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelen “Barış Grubu”nun getirdiği PKK’nın 9 maddelik mektup-muhtırası okunup söyleniyordu ekranlarda. Tam anlamıyla bir bayram, bir zafer havası görülmekteydi kıyafet ve davranışlarda.
OSMANLI-RUS SAVAŞI
Bu sırada, biraz tarih bilgisi olanlar 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı anımsadılar. Bu antlaşmadan sonra Rusya, Osmanlı Devleti’nin Ortodoks Hıristiyan uyruklarının koruyucusu oluyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bu nedenle çıkmış, imzalanan 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Osmanlı’nın Tuna vilayetinde Bulgar devleti kurulmuştu.
TRT Televizyonu’nda müdür Erhan İmset’in odasında günün programını görüşüyoruz. Ben Öndenetim ve Redaksiyon Müdürü’yüm. Bir gün sonra İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Farah Diba Ankara’ya geliyorlar. Farah Diba ile söyleşi yapmak için birini bulmak gerek, yoksa benim üzerime kalacak. Fransa’dan yeni gelen Seynan Levent’i (Sezgin) buldum. Böylece Seynan’ın televizyonculuk mesleği başlamış oldu.
Sonra sıra günün yayın akış planına geldi. Baktım: Haber sonrasına “Pembe İncili Kaftan” konmuş. Başımdan aşağıya kaynar su dökülmüş gibi oldu ve “Olamaz!” diye bağırdım. Erhan İmset, şaşkınlıkla ve dalga geçerek “Ne oldu şair?” diye sordu. Anlattım:
KAFTANDAKİ DERS
“Pembe İncili Kaftan”, TRT Televizyonu’nun Ömer Lütfü Akad’a 1975 yılında yaptırdığı Ömer Seyfettin öykü filmlerinden biri. Öykünün konusu: İran Şahı’na elçi olarak giden Osmanlı elçisi Muhsin Çelebi’nin öyküsü: Muhsin Çelebi, Şah İsmail’in huzuruna çıkar, Padişah’ın mektubunu öperek Şah’a uzatır. Ayağı öpülmeyen Şah sapsarı kesilir. Muhsin Çelebi sağına soluna bakar ve oturacak bir şeyin olmadığını görür. Bunun onu ayakta bekletmek amacıyla düzenlendiğini düşünerek o göz kamaştıran kaftanını tahtın önüne serer ve üzerine oturur. Şah, vezirleri, komutanları şaşırırlar. Muhsin Çelebi gür sesiyle: Padişahının hiçbir padişah karşısında eğilmeyeceğini ve dünyada Türk Padişahı kadar soylu bir padişahın olmadığını söyleyerek huzurdan izin istemeden ayrılır. Kapıdan çıkarken Şah’ın askeri kaftanı arkasından getirir. Muhsin Çelebi sesini yükselterek “Bir Türk asla yere serdiği şeyi sırtına koymaz” diyerek oradan ayrılır.
İran Şahı ile Şehinşah Farah Diba’nın Ankara’yı resmen ziyaretlerinden bir gün önce Türkiye devlet televizyonunun bu filmi gösterdiğini düşünsenize. Yöneticilerin meslek hayatı sona ereceği gibi Türkiye-İran ilişkileri dinamitlenmiş olurdu. Yayından kaldırdık.
AYRILIK DİZİSİ
Sözü TRT’nin yayınladığı “Ayrılık” adlı diziye getirmek istiyorum. Dünyanın her televizyonunda bir programın yayınında izlenen yöntem birbirine benzer. Evde DVD seyreder gibi film yayınlanmaz televizyonda...
Türkiye, İsrail’in Gazze zulmünü protesto edebilir ama TRT Dışişleri’nden izin almadan “Ayrılık” dizisini yayınlayamaz. Yapımcı ister kendisi, ister özel bir şirket olsun!
Herta Müller’in Nobel Ödülü’nü kazandığını bana Telos Yayıncılık’ın ortaklarından Hasan Yılmaz haber verdi. Telefonda “Abi Nobel Edebiyat Ödülü”nü kazandık!” dedi.
Ben de Orhan Pamuk’tan sonra gene bir Türk yazarı kazanmış, acaba kim kazandı diye düşünürken, “Senin Herta Müller kazandı!” diye ekledi. Benim Herta Müller?!
BENZERSİZ YAZAR
Bana Herta Müller’den 1995 yılında Paris’te bir İsviçre Almanı yazar arkadaşım söz etti. “Bildiğin, bildiğimiz gibi bir yazar değil, bütün roman mecralarının dışında yazıyor, müthiş bir şair!” dedi. Ben eleştirmenlere, gazete yazıcılarına değil, gerçek edebiyatçılara inanırım. Onlar kokuyu alırlar, beş duyularıyla büyük yazarı hissederler.
Herta Müller’in kitaplarını Paris’te aradım, bir kitabı yayınlanmıştı ama onu da bulamadılar.
O sırada Can Yayınları’nın yabancı edebiyatlar bölümünü yönetiyordum. Ama Paris dönüşü Can Yayınları’ndan ayrıldım. Birkaç ay sonra kış uykusunda yaşayan Telos Yayıncılık’ı yönetmeye başladım. İlk iş olarak Herta Müller’in kitaplarını getirttim Almanya’dan. Gelen kitapları Türkçeye çevrilmek üzere Nesrin Oral’a (“Tilki Daha O Zaman Avcı İdi”) ve Çağlar Tanyeli’ne (“Yürekteki Hayvan”) verdim.
Yazar arkadaşım Herta Müller’in değerini abartmamıştı. Benzersiz bir yazardı. Güneşin bir “kızgın kabak” olduğunu yazıyordu. Tam anlamıyla bir şairdi.
“Yürekteki Hayvan”nı 1997’de, “Tilki Daha O Zaman Avcı İdi”
Günümüzde İslamcıların, bobstil demokratların beğenmediği Genç Türkiye Cumhuriyeti sıtmayla, veremle, trahomla, cüzamla mücadeleyi bütün yoksulluğuna karşın kazandı, kazanmıştı.
Genç cumhuriyet bütün iyi niyetine karşın yoksulluk karşısında giriştiği mücadeleyi ne yazık ki kazanamadı. Acaba 1950’den önce “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” icat edilmemiş miydi? CHP’nin ceberut “tek parti rejimi” yoksulluğa karşı mücadeleyi kazanamamıştı. Ama demokrasi fatihi(!) Demokrat Parti de yoksulluğa karşı mücadeleyi kazanamadı.
Türkiye’yi kalkındırdığı söylenen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi de, Türkiye’ye çağ atlatan, liberalizmin babası Turgut Özal’ın ANAP’ı da yoksulluğa karşı mücadeleyi kazanamadı. Tam tersine ülke kalkındıkça yoksulların yoğunluğu ve sayısı çoğaldı.