AKP’nin durumu da aynı. Onun durumu daha da ballı, şeyh uçmaz mürit uçurur türünden. Has müritler için bir şey denemez elbette! Asıl uçurucular şu kesimde: Dönme solcular lobisi, bobstil demokratlar, iktidar otobüsünün şoför mahallinde ilelebet oturan gurka gazete yazıcıları.
Yetmişlerin goşist mürşitlerinden biri şimdi bir veli tarzında, “AKP konusunda yanıldık, yanılmışız!” diyor. Mütekait (emekli) mürşitgiller AKP’nin ve liderliğinin (tövbe, tövbe!) cahil, ilkesiz, vizyonsuz, korkak ve teslimiyetçi olduklarını sanırlarmış, meğer ki öyle değillermiş. Beklenenden çok daha esneklermiş, çabuk öğreniyorlarmış. Demir asa-demir çarık, gece-gündüz demeden çalış baba çalış çalışıyorlarmış. “Hayır, şeriat uğruna değil (Buna inanan kaldı mı?). Daha ziyade demokratikleşme ve Avrupalılaşma ya da bu yolda Türkiye’nin taşımak zorunda kaldığı eski kamburlardan, ölü ağırlığından kurtulma doğrultusunda. Ermeni sorunu iyi bir örnek.”
¡ ¡ ¡
Emekli goşist mürşit Türkiye’nin en zeki, en donanımlı insanlarından biridir. Yetmişlerde bozguna uğramıştır ve üstelik garibim (benim çok saygıdeğer bulduğum) anadan-babadan da yaralıdır. Anasını-babasını yaralayan devlet onu da bozguna uğratmıştır. Bir kez daha bozguna uğramayı göze alamadığı için, burnunu tıkayıp, AKP lejyoner mangasına yazılmıştır.
Yoksa şeriatın Türkiye’ye İranvari bandoyla gelmeyeceğini, bu yolun eğitim-öğretimden, bürokrasiden, ticaret ve sanayiden, toplumun İslamileştirilmesinden geçtiğini benden çok daha iyi bilir. Dedim ya çok zekidir, çok kültürlüdür, çok donanımlıdır. Ama kalbi kırık!
Eski solun mürşidi, AKP adlı öğrencinin din dersi dışında bütün derslerden torpille, rüşvetle, öğretmenler kurulu kararıyla, hemşeri öğretmenler sayesinde zar zor sınıf geçtiğini bilmeyecek kadar avanak mı? Dedim ya, sadece Türkiye’nin değil dünyanın en zeki insanlarından biridir. O kendini böyle tedavi ediyor, yaralarını tımar ediyor. Samimi! Ama yaralarına dayanmak için keşke alkolik olsaydı, esrar çekseydi. Kimse kim olduğunu bana sormasın!
¡ ¡ ¡
Ama matbuat âleminin bir “kıdemli gurkası”, bir “bütün iktidarların gedikli yanaşması” emekli mürşidin yazdıklarının üzerine atılıyor. Çünkü muhterem, AKP iktidarının Ermeni açılımını şıpınişi hallettikten sonra Kıbrıs sorununu da mutlu sona (“Mutlu son” ne?) erdireceğine inanıyor. Tipik bir postmodern ve postkolonyalist bir söylemle (discours), “Böyle giderse Kürt Açılımı farklılıkların zenginlik olduğunun herkes tarafından benimsenmesi ve bölücü terörün bitmesi ile sonuçlanabilir” diyor. Ve ekliyor: “Türkiye ile Suriye arasındaki sorunlar çözümlenmiş ve hatta Suriye vizesi kaldırılmıştır. En tehlikeli durumu da vurgulayalım. Bunları, yani AK Parti iktidarını ‘Şeriat tehlikesi’ ile özdeşleştirmek hızla demode olmaktadır.”
Özbudun’a göre kavramın mucidi Dr. Kuru imiş (Akşam, 23.09.09). Doğru bir iddia değil. Çünkü aynı kavram Fransızcada ‘la’cité apaisée’ (bastırılmış laiklik, ılımlı laiklik) olarak kullanılıyor. Bu konuda Rajeev Bhargava’nın ‘Political Secularism’ ve Barry A. Kosmin’in ‘Contemporary Secularity and Secularism’ adlı makalelerini okumasını tavsiye ederim.”
* * *
ABD’de kendisini tanıyan çevrelerden edindiğim bilgiye göre: [“Dr. Ahmet T. Kuru, Fethullah cemaatinin önde gelenlerinden biri. Amerikan laiklik sisteminin Türkiye’de de uygulanmasını savunuyor. Yani ona göre tarih dışı ve dinlerin özgül koşullarına bakmadan kendisine göre ürettiği pasif ve aktif laiklik var. İslam ve Katolik kilisesinin egemen ve totalci anlayışlarına bakmayan ve ayrıca ülkelerin özgün tarihsel gelişmelerini göz ardı eden bir anlayış bu. / ‘Amerika için iyi olan Türkiye için de iyidir’ varsayımından hareket ediyor. ‘Amerika için iyi olan Türkiye için de iyidir’ görüşü aslında Fethullah’ın Amerika’ya ‘hicret’ eylemesinden sonra yaygınlaşan bir bakış açısı. Bu daha önce başka akademisyenler tarafından kullanıldı. Yeni bir şey yok. Aşağıdaki makale Kuru’nun dediklerini daha teorik açıdan ve verilerle zaten söylüyor. İkinci makale de ilginç. http://www.queensu.ca/edg/Bhargava_Political_Secularism.pdf ; http://www.trincoll.edu/NR/rdonlyres/7CF09D34-3E80-4381-B347-85010F6C5C1E/0/Intro.pdf
Kuru da bütün benzerleri gibi Atatürk ve Cumhuriyet karşıtıdır.”]
Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olması gerekliliği bu durumun ancak küçük bir parçasını oluşturur. Türkiye’de laiklik konusunda laikliğin bütün boyutlarını ele alan ve ciddi olarak kabul edebileceğimiz bir tek çalışmanın olmaması çok acı bir gerçek. Bunun yanı sıra, laiklik konusunda yazılan yazılarda dünyanın en önemli laiklik bilgini Henri Pena-Ruiz’in referans olarak verilmemesi ise bu gerçekliğin en çarpıcı yanı.
KARIŞTIRIYOR
Prof. Dr. Ergun Özbudun “pasif laiklik” kavramını bir ABD üniversitesinde öğretim üyeliği yapan Dr. Ahmet T. Kuru’dan almış. Özbudun’a göre kavramın mucidi Dr. Kuru imiş (Akşam, 23.09.09). Doğru bir iddia değil. Çünkü aynı kavram Fransızcada “la’cité apaisée” (bastırılmış laiklik, ılımlı laiklik) olarak kullanılıyor. Bu konuda Rajeev Bhargava’nın “Political Secularism” ve Barry A. Kosmin’in “Contemporary Secularity and Secularism” adlı makalelerini okumasını tavsiye ederim.
Prof. Dr. Özbudun Anglosakson sekülarizmi ile Fransız-Türk laikliğini, bilerek ya da bilmeyerek, birbirine karıştırıyor. İkisinin birbiriyle kesinlikle hiçbir ilişkisi yok. Daha önce yazdığım formülü bir kez daha yazacağım:
Sekülarizm = Devlete karşı Kilise + Halk ittifakı.
Laiklik = Kiliseye karşı Devlet + Halk ittifakı.
Yazdığım formülün tarihsel, toplumsal ve hukuki kökenleri vardır. Prof. Dr. Özbudun’un İngiltere’de kabul gören İslami bankacılık ile Menkul Kıymetler Borsalarında uygulanan İslami endeksin Fransa’yı neden ayağa kaldırdığını yanıtlaması gerekir.
TÜRBANA İNDİRGEME
Musevilik 3400 yaşında. Hıristiyanlık 2009 yaşında. Müslümanlık, Hz. Muhammed’e (571-632) peygamberlik 40 yaşında indiğine göre, bu yıl 1337 yaşında.
Laiklik kavramı 1789’da ortaya çıktığına göre, 2009 yılında 220 yaşında.
Demek ki laikliğin ortaya çıkmasına dinler neden olmuş. Neden? Laiklik dinlerin ezici, boğucu baskılarına karşı devleti, toplumu ve bireyi özgürleştirmek gereksiniminden doğdu.
Yani laikliğin dinsel inançların garantisi olmak için ortaya çıktığı türünden safsataların laiklikle hiçbir ilişkisi yoktur, olamaz. Laiklikten hazzetmeyen eski ve yeni mürtecilerin, muhafaza-i kâr demokratlarımızın uydurmasıdır bu.
% 99’LU MOZAİK!
En bobstilinden en poturlusuna kadar demokrat oldukları vehmini yaşayan insanlar göğüslerini gere gere çoğulculuktan, çoğulcu demokrasiden söz ederler. Türkiye’yi bir mozaiğe benzetirler. Öyledir zahir! En demirkıratların bile Türkiye’den söz ederken nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğunu söylediği bu ülkenin mozaik olması mümkün mü? Olsa olsa tek parça mermer lahite benzer. Zaten ona benziyor. Sünni İslam’ın gündelik zulmü altında yaşıyor. Laiklik bu zulmü sona erdirmek için ortaya çıkmıştı. Bu zulmü sona erdirmek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. Ama DİB bu zulmün organı haline geldi.
STERİL KAMUSAL ALAN
Laikliğin bütün dinlere eşit mesafede olması gerektiği söylenir. Doğrudur! Ancak, laikliğin bütün dinlere eşit mesafede olabilmesi için kamusal alanın steril olması gerekir. Kamusal alan steril olmak zorundadır. Sterili mikropsuz anlamında, etüvden geçmiş, dezenfekte olmuş anlamında kullanıyorum. Steril, dezenfekte olmuş kamusal alanı laiklik sağlar. Dinler kamusal alana sızdığı, müdahale ettiği andan itibaren kamusal alan steril olma özelliğini yitirir, enfekte olur. Ve böyle bir ortamda temel insan hakları, bireyler arasındaki temel eşitlik ve özgürlük ortadan kalkar. Pasif laiklik olarak ortaya atılan kavram, steril kamusal alanın dinselleştirilmesini amaçlamaktadır. Bu nedenle de kamusal alanın steril niteliğini koruyan laikliğe aktif ya da militan laiklik demektedirler. Ben buna “Laik laiklik” diyorum. Bir şiddet ve baskı öğesi olarak söylenen yüzde 99’luk Müslüman nüfus, laik sınırlandırma olmazsa, teokrasi ve faşizme dönüşür. Böyle bir durumda ve antilaik nitelendirme ile laiklik elbette militan ve aktif olmak zorundadır. Bu laiklik doğal laikliktir.
Nedenini, nedenlerini araştırıp öğrenmek ve yazmak varken, televizyonlarda, “Ermeni katliamını, Ermeni tehcirini bize okullarda öğretmediler!” diye şikâyet ediyor(lar). Biraz araştırsa, bunun milleti birbirine karşı kışkırtmamayı amaçlayan eğitsel bir önlem olduğunu bulacak. Bir Fransız’a, Çukurova’nın Fransızlar tarafından neden işgal edildiğini sorsa(lar), Fransız’ın tuhaf tuhaf baktığını görecek(ler). Çünkü okul programında yoktur!
“Ermeni Gailesi”nin okullarda öğretilmemesinin gizli nedeninin Cumhuriyet’in suçluluk kompleksinden ve dehşetengiz bir utançtan kaynaklandığını sanıyorlar.
PROFESÖRCÜKLER
Bu memlekette, “Cumhuriyet ilan edilirken, Harf Devrimi yapılırken neden halka sorulmadı, halkın görüşü alınmadı?” diye veriştiri yapan profesörcüler var. Artık adlarını vermekten bıktım. Bu bıkkınlıktan olacak hepsini “profesörcülük”e yükselttim.
Geçen hafta bir televizyonda deveye hendek atlatmaya çalışan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’na gerçekten acıdım. Halaçoğlu, “1915 tehciri gökten zembille inmedi, onun öncesi var, bir yığın Ermeni isyanı ve katliamı var, Van’da katledilen 80 bin Müslüman Osmanlı var, bilimde sebep-sonuç ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir” dedikçe, karşısındaki profesörcü, “Bırak şimdi sebep ve sonuç ilişkisini, 1915’te neler oldu, yapılanlar insanlığa sığar mı?” diye şımarık çocuklar gibi çemkirip tepinmekteydi.
ŞEYHLERİ YETER
İslamcıları, Müslümancıları bir yana bırakalım. Onlar Harf Devrimi’ne karşı çıkarken kendi açılarından haklı. “Allah’ın, Peygamber’in, Kuran’ın yazısı bırakılıp gâvur yazısı alınır mı? Günahtır!” diye itiraz eden adama ne diyeceksin?
Ben olsam, Allah’ın, Peygamber’in, Kuran’ın yazısını Müslüman dünyanın yüzde kaçının bildiğini sorardım? Arapça yazmasını bil(e)meyen Müslümanların Müslüman sayılıp sayılmayacağını da sormak elbette mümkün. Kahire’de başıma geldiğini yazmıştım!
TUDEH ÖRNEĞİ
“Ben, bildiğin gibi illegal denilen TKP’nin üyesiydim. Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve şunu düşünüyorum: Dün yanlış politikalarıyla TKP’yi likide eden likidatörler özeleştiri yapacaklarına şimdi çıkmışlar ‘Pisliğimizi nasıl örtüp de yeniden siyasi moda piyasasında show yaparız’ derdindeler. ‘Likidator’ bizim literatürde örgütü, partiyi halktan soyutlayarak, yanlış, sol ya da sağ sekterizmle dağıtıp bitirene denir. Bunun tarihte örnekleri görülmüştür: Amerikan Komünist Partisi 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde sağ politikalar nedeniyle likide edilmiş, daha sonra toparlansa da belini doğrultamamıştır. Likidasyona en yakın örneklerden biri de İran’da kendini mollaların kuyruğuna takarak adeta onlara teslim olarak partiyi likide eden TUDEH yönetimidir. Tabii partinin sayısını bilemediğim kadar üyesi ve sempatizanı bu hatayı hayatlarıyla ödediler.”
YAŞASIN YENİ EFENDİ!
“Şimdi gelelim bize: Türkiye Komünist Partisi tarihinin hiçbir döneminde din karşıtı bir söylemle halkın karşısına çıkmamış, örgütlenmesini halkın somut çıkar ve çelişkilerinden yola çıkarak sürdürmeye çalışmıştır. TKP 1974’ten sonra yeni Genel Sekreter İsmail Bilen’le başlattığı ‘atılım’da halktan büyük sempati topladı. İşçiler, köylüler bizler için ‘Komünistler ama iyi çocuklar, bizim haklarımızı savunuyorlar’ diyorlardı. TKP gerek sendikalarda, gerek öğretim kurumlarında ciddi bir örgütlenme düzeyine ulaştı. Ancak TKP halkın kendisine verdiği bu desteği doğru yönetemedi, özellikle Nabi Yağcı ve Zülfü Dicleli türü oportünistler bir kemirgen gibi partiyi yedi, bitirdi. Bunlar İsmail Bilen’i de kullanarak kendileri dışındaki her sosyalist örgütü (ki buna TİP, TSİP de dahil) ajanlık ve provokatörlükle suçladılar. Bu politikanın yanlış olduğunu söyleyen partilileri ve örgütleri dağıttılar. Maaş aldıkları Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne gidip ‘Bunlar anti-Sovyet’ diye iftira attılar.
Bu yönetici arkadaşlar dönemin hesabını verdiler mi? N’apıyorlar? Burjuva devrimciliğinin bile gerisine düştüler. Şimdi ‘Eski efendi öldü yaşasın yeni efendi’ diyorlar. Eski efendi Sovyetler’di, yeni efendi ABD. Eskiden Marx vardı, şimdi Fukuyama var. Eskiden rapor verip istihkak sağladıkları Sovyetler Türkiye masası vardı, şimdi Soros var. Evvelden anti-Sovyet idik, simdi anti-demokrat olduk.”
BAŞI DİK YURTSEVER
“Eski TKP neden mi yenildi? Tabii, bu iki cümlede yanıtlanacak bir soru değil. Ancak şu kesin: Din karşıtı ya da halkın dini değerlerine karşı olduğu için değil. Evet biz yenildik. Ancak biz Sovyetler bittiği için yenilmedik. Sovyetler’in bitmesi, bizim, burnundan kıl aldırmaz oportünist yöneticilerimiz için bir kurtuluş oldu. Artık onlar kendilerine yeni efendiler buldular, buluyorlar. Onlar için önemli olan ekmek kapılarının kapanmamasıdır.
Benim gibi bu partiye, devrimci harekete her şeyini vermiş, sosyalizmin bitmediğini, bir gün kaçınılmaz olarak galip geleceğini bilen, belki, binlerce devrimci 12 Eylül darbesinin faturasını ödedik. Ama birer yurtsever olarak başımız dik, alnımız ak. Ülkenin demokrasi yolunda attığı her adımda bizim de değeri bilinmemiş emek ve çabalarımız var!”
SİYASETNAME
Geçmişte sol politikanın içinde bozguna uğrayanlar kendilerini aklamak için birbirinden ilginç reçeteler veriyorlar. Bunlardan biri, illegal TKP’nin yöneticilerinden olup Yeni Demokrasi Hareketi’nin kurucularından Zülfü Dicleli “Sol hep din düşmanı oldu” (Taraf Gazetesi, 20.07.09) diyor. Ardından müthiş (!) bir çözüm önerisi de getiriyor: “Sol dinle ilişki kuracak” diyor. Muhteremin elini tutan mı var? Bir modern, küreselleşme ile özdeşleşmiş sol parti kursun, partisine İslam’ı rehber yapsın, biz de sonucu görelim.
Laik, demokrat ve cumhuriyetçi bir sol parti, Kuran İslamı’nı bir yana bırakalım, Halk İslamı’nın hurafeleri ile nasıl ilişki kuracak. Bunu kanıtlamak, ilişki kurmanın olanaksızlığına inanlara değil, ilişki kurmayı gerekli görenlere düşer. Yani Zülfü Dicleligiller’e.
Zülfü Dicleli, anlaşılan temelleri XI. yüzyılda büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk (1018-1092) tarafından atılan siyasal hurafeden habersiz. Kendisine Dergâh Yayınları tarafından yayınlanan “Siyasetnâme”nin, öteki adı “Siyeru’l-mülûk” olan kitabın 45. faslını okumasını salık veririm. Nizamülmülk, kapıya külahını asan herkesin dönemin solcuları olan Mazdeklerin karılarını kolayca becerebileceğini yazar. Bununla yetinmez, bir Mazdek evine konuk gelen erkeğe, karnı doyurulduktan sonra evin kadınının sunulduğunu da yazar.
Zülfü Dicleli, anlaşılan, 1960-70 dönemi İslamcılarının, Türk-İslamcı demokratlarının (!) Türkiye İşçi Partililerin boynuna astığı yaftanın kaynağını hiç araştırmamış.
DTP VE AKP
Solun sorunu dinle siyasal ilişki kurmamak değil. Böyle bir ilişkiye zaten gerek yok. Sorun Demokrat Parti’den başlayıp AKP’ye kadar, bütün İslamcı ve muhafazakâr partilerin 1945’ten bu yana İslamcı hurafelerle, tarikatlarla, tarikat şeyhleriyle siyasal ilişki kurmalarında. Solun da dinle ilişki kurmak bağlamında bu türden bağlantılar araması mı isteniyor? Galiba isteniyor. Sol böyle bir işe giriştiği andan itibaren sol olmaktan çıkar.
Günümüz solu belki türbanı gericilik simgesi olarak görüyor ama türbancı olmayan, türban putuna tapmayan kesimin Türkiye Müslümanlarının yüzde 90’ını temsil ettiğini çok iyi bildiği için, namaz kılanı, oruç tutanı kesinlikle gerici olarak değerlendirmiyor.
Bunlardan biri, Neşe Düzel’in (Taraf Gazetesi, 20.07.09) verdiği bilgiye göre: Geçmişte illegal Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) yöneticilerinden olan, on yıl Doğu Berlin’de sürgün yaşayan Zülfü Dicleli. Adı geçen kişi, 1990 başında da Yeni Demokrasi Hareketi’ni kuran on kişiden biri olmuş.
Tipik bir “yenik-mağlup” olan Zülfü Dicleli bozgununun, bozgunlarının nedenini kendi yeteneksizliklerinde, kendi kusurlarında arayacağına en kolay ve bilinen yolu seçip fetvayı veriyor: “Sol, önce, dinin gericilik kaynağı olduğu saçmalığından vazgeçmeli. Bu ülkede halkın yaşadığı bir İslam kültürü var. Sol, İslam’la temas kurmak, barışmak zorunda” (Taraf, Pazartesi Konuşmaları, 20.07.09) buyuruyor.
FAZİLET MERTEBESİ!
Yenik solcuların, yenilgiden sonra hidayete erip gerçeği (!) görmeleri beni kederlendirir. İyi de, peki zat-ı âlileri illegal TKP’de memur ya da müdür iken “dinin gericilik kaynağı olmadığı”nı (!) göremediler mi acaba? Bu konuda illegal TKP olarak bir yayınları var mıydı ya da Bizim Radyo’dan herhangi bir yayın yapmışlar mıydı, Başyoldaş Haydar Kutlu’nun (Nabi Yağcı) talimatı ile? Benim illegal TKP ile herhangi bir ahbaplığım olmadığı için, Zülfü Dicleli menfadan (sürgünden) ne zaman döndü bilmiyorum. Ancak ve anlaşılan, Türkiye’ye döndükten bir süre sonra Yeni Demokrasi Hareketi’ne bodoslama giderek hidayet ve fazilet mertebesine erişmiş olmalı.
DİN AFYONDUR
Zülfü Dicleli, “İslam’la temas kurmak ve barışmak zorunda” olmanın ne anlama geldiğini bilmiyor anlaşılan. Çünkü o Karl Marx’ın “Din afyondur” deyişinin pabucunu çoktan dama atmıştır. Böyle yaparak Marksizmi gözden geçirmiştir (!).
Karl Marx, “Din afyondur” derken, İslam bağlamında, tarikatları, tarikat şeyhlerini, imamları, seyyidleri, seyyideleri, velileri ve evliyaları düşünmüş olmalı.
Zülfü Dicleli “Bu ülkede halkın yaşadığı bir İslam kültürü”