Ekranda gördüklerim neredeyse 30 yıldır görmediğimiz bir manzaraydı: Ankara’nın sıfırın altında soğuğunda ateş başına toplanmış kadın işçiler konuşuyor, erkek işçiler arada bir slogan atıyorlardı. Yaşları kırktan aşağı olanların görmüş olabilecekleri bir manzara değildi bu. Zaten Tekel emekçilerinin Aralık 2009’da başlayan bu eylemleri emekçi sınıfının kendi kendini keşfettiği tarihsel bir dönüm noktasıdır.
EMEKÇİ BACI
Ateşin başında bir “emekçi bacı” konuşuyordu. Batman’dan gelmiş, tahakkuk servisinde çalışıyormuş. “Benim prim günüm doldu, beni emekli etsinler, öteki arkadaşları özlük haklarıyla birlikte başka kamu kuruluşlarına dağıtsınlar” diyordu.
Günlerdir Ankara’da eylem yapan Tekel emekçileri Türkiye’nin dört bir yanından gelmişlerdi.
Hiç sevmediğim bir şeyi yapıp bazı adlar ve sıfatlar sayacağım şimdi:
Türk, Arap, Boşnak, Kürt, Laz, Çerkez, Acem; Müslüman, Süryani, Nusayri; Sünni, Alevi, Yezidi, Dürzi?
Eylem içinde yukarda saydığım kimliklerini düşünmüyorlar(dı), düşünmeyecekler(di). Hepsinin, hepsini birleştiren bir sınıfsal kimlikleri vardı: Emekçi Sınıfı!
Emekçi sınıfı bilinci ayırmaz birleştirir! Sınıf bilincine sahip emekçinin bunun dışında bir aidiyeti yoktur, olmaması gerekir. Haydi, bir adım geri atıp, emekçi olmanın baskın aidiyeti temsil ettiğini söyleyelim.
Üstelik benim kolayca at koşturacağım bir coğrafya. Doç. Dr. Hüseyin Çelik, bu coğrafyadan salık vereceğim bir kitaba (Jürgen Habermas’ın “Öteki Olmak, Ötekiyle Yaşamak”) bir baksın bakalım, “öteki” ne imiş? Entelektüel raconları bırakıp işi popüler düzeye çekelim:
İslamcıya göre İslamcı olmayan herkes “öteki”dir.
Fanatik Fenerbahçeliye göre Galatasaraylı “öteki”dir.
İnsafsız ve merhametsiz bir kapitaliste göre işçi sınıfı “öteki”dir.
Bir yobaz milliyetçiye göre kendilerinden olmayan herkes “öteki”dir.
Yani öteki rakip ve düşmandır.
Ama kazın ayağı öyle değil. Bir felsefi kavram olan “Öteki” siyaset ve sosyoloji alanında kullanıldığı zaman dinamitin fitili ateşlenir. Alt kimlik hortlakları mezarlarından çıkar, ulusal bütünlük bozulur. Bu nedenle bu saçma tartışmayı burada bırakıp sözü Hüseyin Çelik’in düşünce dizgesine getirelim:
BÖYLE BUYURUYOR
“KENDİ evimizin içinde kargaşa varsa, bunu düzeltmemiz gerekmiyor mu? Biz, Cumhuriyet’le birlikte gayrimüslimleri, Kürtleri, Alevileri, köylüleri ve dindar insanları ötekileştirdik. 1946’ya kadar köylülerin Ulus ve Kızılay’a girmesi yasaktı. Âşık Veysel bile elinde sazıyla geliyor, Atatürk Bulvarı’na sokmuyorlar. Köylüleri Avrupalılar, elçiler görecek, ‘çağdaş imajımız zedelenecek’ diye düşünüyorlar. Anlayış bu. 1946’da köylünün oyu makbul olunca ‘öteki’ olmaktan çıktı, ama diğerlerinin problemi devam ediyor. Biz dedik ki kimse kendini ‘öteki’ hissetmesin. Mevcut anlayışı değiştirdik. Dağdaki teröriste sesleniyorum, ‘Niye çıktın dağa’, ‘Benim varlığım kabul edilmiyordu’ diyor. Şimdi senin varlığını kabul eden bir hükümet var. ‘Benim dilim yok sayılıyordu’ diyor, biz var sayıyoruz.” (Milliyet, 11 Ocak 2010)
HÜSEYİN ÇELİK
Yukarıdaki göz kamaştırıcı(!) sözleri kim söylemiş olabilir? Said Nursî olabilir mi? Bal gibi olur! Fethullah Hoca mı? O da olur! Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve Taraf Gazetesi’nin parlak(!) yazarlarından biri mi? Onlar da olur!
Ama bunları söyleyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte ülkede bir ötekileştirme salgını yaşandığını ileri süren kişi Türkiye’nin gelmiş geçmiş en kötü Milli Eğitim Bakanı ve günümüzün AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik!
Hüseyin Çelik kim? Hakkında bir araştırma yapılsa, yayınladığı kitaplar ve yazılar taransa eski bakanı yerden yere vurmamıza olanak sağlayacak yüzlerce kanıt bulabiliriz. Ama benim böyle bir alışkanlığım yoktur: Yazı nesnesi olarak ele aldığım kişi hakkında üçüncü kişilerin görüşlerine pek itibar etmem.
EH, AFERİN!
Hüseyin Çelik, yukarda alıntıladığım sözler bağlamında, benim için, “Doç. Dr.” unvanlı bir öğretim üyesi. 1959 yılında Van’ın Gülpınar İlçesi’nde doğmuş. 1983’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş. (Dikkatinizi çekerim: 1950 doğumlu Cumhuriyetçi şair ve yazarlarımızın çoğunun bu fakülteyi bitirmesine engel olunmuştur.)
TBMM 21. dönem DYP milletvekili. AKP’nin kurucuları arasında yer almış. 58, 59 ve 60. AKP hükümetlerinin Milli Eğitim Bakanı. Türkiye siyasi tarihi, kültür ve edebiyatı üzerine 11 adet kitabı var. İleri derecede İngilizce biliyor. Bir ünlü sözü: “Çanakkale’de bal gibi yenildik!” (29.10.2006) Eh, aferin!
Baktım: En önde bizim kuşağın en iyi öykü yazarlarından Adnan Özyalçıner ile eşi değerli şair Sennur Sezer var.
Topluluk, Beyoğlu Refia Övünç K.T.Ö. Olgunlaşma Enstitüsü önünde durdu. Ben de durdum ve okunan bildiriyi dinledim. Benimle birlikte 10-15 kadar gazete muhabiri ve fotoğrafçısı da dinledi ve çalıştı. Ama ertesi gün gazetelerde bu konuda herhangi bir haber yayımlanmadı.
* * *
Gösteriyi yapan, bildiri okuyan “Okuluma Dokunma İnisiyatifi”nin savına göre: İstanbul Valisi Muammer Güler, 2009 Haziran’ında, İstanbul’da bazı okulların satışının düşünüldüğünü açıklamış. Bu açıklamaya kamuoyu tepki göstermiş. Bunun üzerine, İstanbul Milli Eğitim Müdürü bir açıklama yapıp “Okul sayısı net değil ama bir çalışma başlattık. Ankara’da bu konunun değerlendirilmesiyle ilgili bir toplantı yapıldı. Tarihi okullarımız dışında kalanların takas yöntemiyle devri üzerinde duruluyor” demiş.
Bilindiği gibi takas (trampa, değiş tokuş) ilkel bir ticaret yöntemidir. Bir şey verirsin yerine bir başka şey alırsın. Yani verdiğin şeyi satmış olursun. Demek oluyor ki bazı okullar satılacak: Etiler Otelcilik Turizm Meslek Lisesi, Levent Kız Meslek Lisesi, Etiler Lisesi, Kağıthane Ziyapaşa İ.Ö.O., Sait Çiftçi İ.Ö.O., Çağlayan İ.Ö.O., Beyoğlu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, Beyoğlu Refia Övünç Kız Teknik Olgunlaşma Enstitüsü ve diğerleri.
* * *
İstanbul Valisi, değeri milyonlarca dolara ulaşan bu okulların otel ve iş merkezleri olarak değerlendirilebileceğini söylüyormuş. Bin yıllık tarihi sedir ve çınar ağaçlarına bakıp “Bunlardan iyi kereste ve odun çıkar!” demeye benziyor.
Aynı kafayla Kuleli Askeri Lisesi’ni, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni de satmak isteyebilirler. İkincisini kolayca satabilirler ama Kuleli’yi satışa çıkarmak için Ergenekon davasının sona ermesini bekleyebilirler. Ergenekon davası ile Kozmik Oda tezgâhı diledikleri gibi sonuçlanırsa Kuleli Lisesi kırsala postalanabilir. Karşı taraftaki Dolmabahçe Sarayı da Çırağan Sarayı gibi otel yapılabilir. Bu gidişle, bir süre sonra, Ankara’nın göbeğindeki Anıtkabir’in arsa ve rant değeri de dikkate alınabilir.
Şimdiye kadar televizyonlarda tanık olduğum en uygar tartışma.
İlk kez Milli İrade doğru tanımlandı: Milli iradeyi dayatarak demokratikleşmek mümkün değildir. On yıldır bağıra bağıra yazdığım acı gerçek!
ALİKIRAN BAŞKESEN
Ama demokrasiyi oy sandığına indirgeyen sağ politika, anayasal ve yasal herhangi bir dayanak ve geçerliliği olmayan “milli irade” ile demokrasiyi özdeşleştirir: Seçimi kazandığına ve dolayısı ile milli iradeyi temsil ettiğine göre “alikıran başkesen”lik yapabilir!
Yapamazsın arkadaş! Milli irade diye bir şey varsa milletin tamamını temsil eder. Demek ki milli iradeyi temsil etmek için oyların tamamını almak gerekir. Oysa TBMM’ye girsin girmesin seçime katılan bütün partiler varsayımsal bir milli iradeyi temsil ederler.
Türk’ün memleketinde mebzul miktarda siyaset bilimcisi var ama biri çıkıp demokrasilerde “milli irade”den söz edilemeyeceğini yazıp söylemez.
Onlar yazıp söylemedikleri için de Türkiye Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanı, “Devlette gerçek kuvvet tektir, o da milli iradedir. Bu irade kuvvetler ayrılığı yoluyla uygulanır. Günümüzdeki kuvvetler ayrılığı ilkesi sert ve kesin ayrılıkları değil, işbirliği ve dengeyi önerir” (Vatan, 12.01.2010) diye konuşabilir. Ve bu düşüncenin başta Anayasa hukuku olmak üzere hukukun tamamına aykırı olduğunun farkına bile varamaz.
AKP ve Adalet Bakanı bana bu konuda inanmayabilir ama onur sahibi siyaset bilimciler arasında bu konuda enine boyuna ve derinlemesine bir araştırma yap(tır)malıdır.
FAZLA BİLGİLİ
“Çıkış Yolu”nu okurken Onur Öymen’in neden hep linç edilmek istendiğini de iyice anladım: Onur Öymen gazetecinin, profesörcünün, falanın ve filanın etkisine girmesi olanaksız bir siyasetçi. Girmez, çünkü her şeyi hepsinden daha iyi biliyor. Her şeyi onlardan daha iyi bildiğini ileri süren kendisi değil. Bu benim kanıtlamak zorunda olduğum bir sav, bir iddia!
Onur Öymen eğer CHP Genel Başkan Yardımcısı olmasaydı, kitabını emekli büyükelçi sıfatıyla yazmış olsaydı, “Çıkış Yolu”, gazeteciler ve tarihçiler tarafından 2008-2009 yılının en önemli kitabı ilan edilirdi.
TRT’de çalıştığım sırada aynı şey benim de başıma gelmişti. Aralarında “Yeditepe Ödülü” de olmak üzere, dönemin birkaç önemli ödülü “TRT televizyonunda önemli bir görevde” bulunduğum için bana verilmemişti. Bunun böyle olduğunu jüri üyeleri rahmetli Recep Bilginer ile rahmetli Cemal Süreya’dan duymuştum.
Onur Öymen Türkiye için gereğinden fazla bilgili, gereğinden fazla ilgili, gereğinden fazla kişilik sahibi bir aydın, münevver, enteleküel.
EMPERYALİZM TARİHİ
“Çıkış Yolu”, genel olarak 496 sayfalık siyasi tarih, özel olarak da emperyalizm tarihi. Sadece bu kadar da değil: Bu tarih, sadece olayları betimlemiyor (tasvir etmiyor), onları çok ciddi bir diyalektik bakış açısı içinde ameliyat masasına yatırıp otopsisini yapıyor. Muhteşem bir analiz ve sentez düzeneği çalıştırıyor.
“Bindirme”
Bir televizyonda seyrettiği bir programda sohbet eden üç İslamcı muhteremden biri “Ticarette ve siyasette bir yere geldik ama kültür sahasında gerideyiz. O saha hâlâ solcuların elinde?” diye keramet buyurmuş.
Genç kuşak gazete yazıcılarının belki de en donanımlısı olan Kadri Gürsel adamların anlayamadıkları çıkmazı pek güzel açıklıyor:
“Kısacası, cemaatlerinizden kurtulup, biat ve icazet kültüründen kendinizi azat ederek özgür bireylere dönüşmediğiniz sürece kültür ve sanat alanında yaratıcı olmanız mümkün değildir.”
ARAMAK GEREKMEZ
Yazınsal denemelerimde İslamcıların bu açmazına zaman zaman değinmişimdir. 20-25 yıl oluyor, Doğan Hızlan yönetimindeki Gösteri Dergisi’nde, yazarların izlek (tema) konusundaki sorunlarıyla ilgili bir soruşturma yayınlanmıştı. Galiba ben de yanıtlamıştım. Yanıtlardan en ilginci bir Mısırlı yazara ait idi. “Bir Müslüman yazarın izlek (tema) sorunu olamaz, bütün izlekler Kuran’da mevcuttur, dışarıda aramak gerekmez” diyordu.
Bizim İslamcıların içinde boğuldukları anafor Hıristiyan yazarlar için neden sorun olmuyor? Bu soru çok önemli. Örneğin T.S. Eliot, Paul Claudel gibileri başta olmak üzere Hıristiyan şair ve yazarların bizim İslamcılar benzeri herhangi bir sorunları yok. En yalın bir şekilde yanıtlayalım: Çünkü Hıristiyanlık yazarların felsefeden yararlanmalarına karşı çıkmadığı halde İslam felsefeyi yasaklamıştır. Felsefe yoksa sanat da yoktur. Öte yandan bir Hıristiyan yazarın inanç bağlamında bunalım yaşamasına karşın Müslüman bir yazarın böyle bir kaygısı olmaz. Eğer İslamcı kesimin medar-ı iftiharı Sezai Karakoç önemli bir şair ise, bu, çaktırmadan felsefeye ve modern Avrupa şiirine bulaştığı içindir.
MAHŞERE KADAR
Bu soruna bir ucundan değinen son yazım Özgür Edebiyat Dergisi’nin Ocak-Şubat 2010 sayısında yayınlandı. Bir bölümünü aktarıyorum: [“Hürriyet Gazetesi’nde bir haber ya da bir yazı vardı. İslamcı kesimin kimi yazarları ‘Neden soldaki gibi bizde de iyi yazarlar, şairler, sanatçılar yok; neden bizde sanatsal reform olmuyor?’ diye yakınmaktaymışlar.
Şiir severler ise, sağcılar hır çıkarmasın diye bu saçma eşleştirmeye karşı ses çıkarmazlar. Oysa Necip Fazıl sıradan bir şairden daha fazla bir şair değildir. Çünkü ne çağının çağdaşıdır, ne de bir simyacıdır. Uyguladığı ölçü (vezin) ve uyak (kafiye) zevkiyle takır-tukur bir şiir esnafı.
Ben 1930’larda yazılan dünya şiirinin mihenk taşına vurmadan o yılların hiçbir Türk şairini değerlendiremem. Aynı şeyi 2010’lar için yaparım, yapacağım.* * *
Bütün zamanların en büyük dünya şairlerinden biri olan Nâzım’ın hiç kötü şiiri yok mu? Olmaz olur mu? Genel şiir muhasebesinde, kötü şiir yüzde on, miadı ve kullanım süresi dolmuş şiir yüzde on, zamandan kaynaklanan hasar yüzde beş pay sahibidir. Kimileri bu toplamı yüzde elliye çıkartır ama ben yüzde 25’ten yukarı çıkmam.
Ama Nâzım Hikmet muhasebesinde fire oranı yüzde 10’u bile bulmaz. Yüzde 90 üretim yepyeni, gıcır gıcır, ayakta! Köhneme, çatlama, tıknefeslik arama!
Nâzım Hikmet 15 Ocak 1902’de doğmuştu. Demek ki bugün 108 yaşında.
Babam da 1902 doğumluydu. Nâzım 1963 yılında öldü, babam 1978’de. Oğlum Tanbey, Nâzım’ın öldüğü yıl doğdu. Babam Nâzım’ın yattığının üçte biri kadar yattı damda!
Görüldüğü gibi, zorlama da olsa, bizim ailenin simya ve kimya ilişkisi var Nâzım’la!* * *
Cumhuriyet’i ve tek parti CHP’sini yere vurmak için ikisinin Nâzım’ı haksız yere hapsettiğini ileri sürerler. Doğrudur! Nâzım haksız yere mahkûm edilmiş ve 15 küsur yıl mahpus damında yatırılmış.