Özdemir İnce

Sivil darbe nedir?

5 Şubat 2010
SİVİL darbe sabaha karşı askeri kışla ve garnizonlara, televizyon ve radyolara, başta Merkez Bankası olmak üzere bütün bankalara el koyarak yapılmaz.

Sivil darbe yasa ve yönetmelik çıkartarak, yasaları saptırarak, okulları ve memur kadrolarını ele geçirerek, yeni “müsteşarlıklar” kurarak yapılır. Toplumsal yapı mutasyon geçirir ve toplumun genleri değiştirilir, zihinsel yapısı hormonlanır. Tıpkı Fethullah Hoca’nın bir zamanlar söylediği gibi yavaş yavaş, çaktırmadan, sineğin belini incitmeden. 


Bu süreci yani Sivil Darbe sürecini “Toplumun İslamileştirilmesi” adı altında yıllardır yazıp anlatıyor(d)um. Demek ki toplumun İslamileştirilmesi programına “Sivil Darbe Süreci” diyor bazıları ki böyle bir tanımlama da mümkündür. Ya da “Sivil Vesayet”.

BİRAZ UKALALIK

Ama izin verirseniz biraz ukalalık yapmak istiyorum: Çağdaş açık toplumun en önemli iki özelliği “demokrat, demokrasi” ve “sivil” sözcük-kavramlarında odaklanıyor, doğru mu?

“Demokrat” ve “demokrasi” üzerine çok yazdım. İsterseniz “Cumhuriyetsiz Demokrasi” ve “Demokrasisiz Demokrasi” (Cumhuriyet Kitapları, 2009) kitaplarımı okuyabilirsiniz.


Yazının Devamını Oku

Diktatörlüğün simgesi olarak milli irade

3 Şubat 2010
BUGÜNKÜ yazımı, 30 Ocak Cumartesi günü yayınlanan, “Başbakan’ın Diktatörlük Anlayışı” adlı yazımdan yapacağım iki alıntı üzerine kuracağım:

BAŞKASI ÖVSÜN

1) “Türkiye’de değişimin lokomotifi olan bir hareketi sivil faşizmle itham ediyorlar. Demokrasinin gelişmesini mi istemiyorlar, demokratik değişime mi tahammül edemiyorlar?”

Nereden bakılırsa bakılsın kerameti kendinden menkul bir cümle. Dilimizde bir deyim vardır, “Kendin övünme başkası övsün seni” der. Demez mi?


Başbakan “Türkiye’de değişimin lokomotifi olan hareket” dediğine göre, ekonomik ve toplumsal yönde değişimleri işaret ediyor olmalı. Gerçekten değişim oldu, ama kötü yönde oldu: Özelleştirilen kamu kuruluşları satın alanlar tarafından kapatıldı, işçileri kapı önüne konuldu. Yabancılara satılan bankalar, kamu kuruluşları kârlarını, Türkiye’ye herhangi bir yatırım yapmadan, kendi ülkelerine taşıdılar. Yoksul kitle, sayısı katlanarak çoğaldı ve daha da yoksullaştı. İşsizlerin oranı yüzde 20’ye dayandı.


Bu değişimin tek doğru yanı var: Ulusüstü (metanational, uluslarüstü) sermaye Türkiye’yi daha çok esir aldı. Yerli ve yersiz zenginler daha da zenginleştiler; daha az vergi verir oldular.

Yazının Devamını Oku

Mehmet Barlas hazretlerinin talimatı üzerine

2 Şubat 2010
MEHMET Barlas hazretlerinin 26 Ocak tarihli talimatlarının tarafıma tebliğ edilmesini bekliyor(d)um. Eski bir bürokrat olarak, tebellüğ etmediğim talimatı uygulamam kuşkusuz mümkün değil.

Merak etmişsinizdir, arz edeyim: Mehmet Barlas 26 Ocak tarihli Sabah’ta “Enis Berberoğlu’nun işi kolay değil!” başlıklı bir yazı yayımladı. Okuyalım onu:* * *

“Hürriyet’in yönetimini üstlenen Enis Berberoğlu’nun işi kolay değil. / Özellikle köşe yazarları ‘Büyük Gazete’de olmanın gereklerini yeniden hatırlamak durumundalar. / Çünkü köşe yazarlığı da gazeteciliğin bir dalı. / Geçen hafta sonunda kaybettiğimiz Türkiye’nin kültür yaşamına büyük katkılar yapmış olan Şakir Eczacıbaşı hakkında dünkü Hürriyet’te bir tane bile köşe yazısı yoktu. / Yaşayan Ertuğrul Özkök için ağıtlar yazan Hürriyet ailesi üyelerinin hiçbirisi, ölen Şakir Eczacıbaşı için tek satır yazmaya gerek görmemişti. / Oysa ‘Büyük Gazeteler’ için tüm toplum bir ailedir. / Şakir Eczacıbaşı’nın katkısı ile düzenlenen festivallerdeki konserler için sayısız yazının ve haberin yayımlandığı bir gazetenin, onun ölümünü yorum sütunlarında görmezden gelmesi, gazetecilik anlayışından sapışın bir işaretidir. / Şakir Eczacıbaşı bu topluma evrensel kaliteyi ve değerleri getirmeye ömrünü adamış bir kişiydi. / Sitcom yorumculuğunun Şakir Eczacıbaşı’nın ölümünü atlaması, Enis Berberoğlu’nun üzerinde durması gereken sorunlardan sadece bir tanesidir.” SEFİL METİN

Mehmet Barlas’ın Enis Berberoğlu ile Ertuğrul Özkök’e karşı yaptığı densiz saygısızlığa hak ettiği cevabı vermek bana düşmez. Söz konusu yazı, benim açımdan ve beni ilgilendirdiği ölçüde, şu sıfatlarla nitelendirilebilir: Gammaz, ispiyoncu, muhbir, jurnalci ve özetle sefil bir metin! Mehmet Barlas Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni olsaydı, beni makamına çağırıp Şakir Eczacıbaşı hakkında bir mersiye yazmamı mı isteyecekti? Böyle bir şey isteyen (isteyecek) kişi alacağı yanıta katlanacak olgunlukta olmalıdır. Bay Barlas bu olgunlukta mı?

Rahmetli Şakir Eczacıbaşı’nın bir “mécène” olarak yaptıklarını biliyor olmam, ardından yazı yazmamı gerektirmez. Böyle bir şeyin benden istenmesine “Kuru deriden bal çıkarmak” denir. TUTUKLATMAMIŞ

Hürriyet Gazetesi’nde 10 yıldır yazıyorum ama Mehmet Barlas’ın ileri sürdüğü gibi bir gazeteci değilim. Bir gazetede yazan şair ve yazarım. Bay Barlas ise bir gazeteci ama yazar değil. Bir yazar olmadığı için, Nâzım Hikmet’in doğum ve ölüm günlerinde; Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Nezihe Meriç, Salim Şengil, İlhan Berk, Aziz Çalışlar’ın ve öteki edebiyatçıların ölümlerinin ardından herhangi bir yazı yazmaması bana çok doğal gelir. Yazmış olsaydı şaşırırdım. Yazdıysa şaşırırım!

Laf Mehmet Barlas’tan açılmışken: Tufan Türenç dostumuz 27 Ocak tarihli Hürriyet Gazetesi’nde ilginç bir anısını yazdı. 12 Eylül döneminde, Milliyet Gazetesi Başyazarlığı görevini yürüten Bay Barlas’ın, darbeci başı Kenan Evren nezdinde girişimde bulunarak, gazetenin yazarı Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın tutuklanmasına engel olmuş. Aferin!ŞOFÖR MAHALLİ

Kaderin cilvesine bakın ki, 12 Eylül’ün baş darbecisinin kankası Mehmet Barlas, bugün aslan yürekli bir darbe karşıtı. Mehmet Barlas her zaman şoför mahallinde oturmaya meraklı olduğu için bu bana garip gelmiyor. Bu yüzden de bir başka haneye bile talimat veriyor!

Kıssadan Hisse:

Yazının Devamını Oku

İstanbul Ticaret Odası ve ‘Nutuk’

31 Ocak 2010
İSTANBUL Ticaret Odası (İTO) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun eşi benzeri olmayan bir özgün baskısını yayınladı.

Doğan Hızlan dostumuz Hürriyet’in 21 Ocak 2010 sayısında bu göz kamaştırıcı baskının bütün özelliklerini ince ince yazdı. Bu nedenle ben sadece 500 adet yapılan özel baskının iki özelliğini belirtip ideolojik yönüne değineceğim:

1. Çift sayılı sol sayfada Söy-lev’in eski harfli özgün metni var.

2. Tek sayılı sağ sayfada özgün metnin yeni harfle çevrim yazılı hali yayınlanmış.

VEFA SİMGESİ

İstanbul bugün eğer çağdaş ve dünyanın en güçlü ticaret odalarından birine sahip ise, bu Atatürk ve Cumhuriyet devrimleri sayesinde olmuştur. Lozan’dan başlayarak Cumhuriyet eğer emperyalist ticaret kapitülasyonlarını kaldırmasaydı, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi sermaye birikimi ve sanayileşme olmaz, Türkiye yarı sömürge tutsaklığından kurtulamazdı. İstanbul Ticaret Odası bu gerçeğin bilincinde olduğu için Nutuk’u bir vefa simgesi olarak yayınlamış.

Devrimci ruhunu Söylev’den alan Cumhuriyet devrimleri yapılmasaydı, adalet ve eğitim-öğretim reformları gerçekleşmez ve günümüz İTO kadrolarını oluşturan parlak elit katman ortaya çıkmazdı.

Cumhuriyet’in devrimci ve ilerici idealine sahip burjuva sınıfı bilinci işçi sınıfına körlemesine düşman olamaz. Çünkü bu sınıf ile aralarındaki diyalektik bağın farkındadır. Bilinçli bir burjuva sınıfı Türkiye için büyük şanstır. Asıl tehlike vur-kaççı lümpen burjuvazidir! Türkiye’nin sermaye ve sanayi üretenleri Cumhuriyetçi, laik ve devrimci niteliğini yitirmez ise Türkiye’nin sırtı yere gel(e)mez.

KAPİTÜLASYONLU BEYİNLER

Yazının Devamını Oku

Başbakan’ın diktatörlük anlayışı

30 Ocak 2010
ABD’li 1913 doğumlu siyahi atlet Jesse Owens, 1936 Berlin Olimpiyatı’nda dört altın madalya alarak Hitler’i stadyumdan kaçmak zorunda bırakmıştı.

Rekorları 20 yıl kırılamadı. Owens 1936’da yüz metreyi 10.06 saniyede koşmuştu. Usain Bold 18.08.2009’da 9.58 saniyede koştu. Owens 1936 yılında 8.06 metre uzun atlamıştı. Mike Powell’in uzun atlama dünya rekoru 8.95 metre. Mesut Yavaş’a ait olan Türkiye uzun atlama rekoru 8.08 metre.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın CHP tek parti dönemini “diktatörlük”le tanımlaması, tıpkı, Jesse Owens’in derecelerini günümüzün rekortmenleri Usain Bold ve Mike Powell ile karşılaştırmak gibi bir şey. Başbakan eğer haklı ise Atatürk ve İnönü’nün çağdaşları faşist diktatörlerden, Hitler, Mussolini, Salazar ve General Franco’dan farksız olmaları gerekirdi.

“Farkları yoktu!” diyenler, çarpılır, gözleri kör olur alimallah!

EĞİLİM Mİ VAR?

Başbakan 1940’lı yıllarda valilerin hem belediye başkanı hem de CHP il başkanı olduğu bir dönemden söz ediyor. Haklıdır Başbakan! Ama günümüz CHP’sinde o döneme özenen bir eğilim mi var? O kadar çok eskiye gitmeye gerek yok: Üyesi oldukları Erbakan Hoca partileri Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmadı mı? Kendi partileri AKP, Anayasa Mahkemesi tarafından Laiklik Karşıtı Olmak’tan suçlu bulunup cezalandırılmadı mı?


Yazının Devamını Oku

Ulan Cumhuriyet nedir senden çektiğimiz! (5)

29 Ocak 2010
AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı, sabık Milli Eğitim Bakanı, Doç. Dr. Hüseyin Çelik’e basit bir soru:

Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’ın öncülüğünde Cumhuriyet, uyguladığı etkin programlarla sıtmayı, veremi, cüzamı, trahomu ortadan kaldıran sağlık ocakları, dispanserler, memleket hastaneleri kurmasaydı, Vanlı ve “öteki” Hüseyin Çelik acaba hayatta kalabilir miydi?

Cumhuriyet’in ulusal eğitim programı olmasaydı, parasız yatılı olanağı olmasaydı, parasız ve burslu üniversite öğrenimi uygulanmasaydı “öteki” Hüseyin Çelik lise ve üniversiteyi bitirip “Doç. Dr.” olabilir miydi? Kötü de olsa bakan ve parti genel başkanı olabilir miydi? 

BEŞ VAKİT DUA ET

Sabık bakan bir İslamcı değil de sade bir Müslüman olsaydı, kıldığı namazlarda, Cumhuriyet’e ve onu kuranlara nankörlük etmez, beş vakit duacı olurdu. Fitre ve zekâtını Cumhuriyet kurumlarına verirdi.


Yazının Devamını Oku

Ulan Cumhuriyet nedir senden çektiğimiz! (4)

27 Ocak 2010
AKP Genel Başkan Yardımcısı, eski (en kötü) Milli Eğitim Bakanı, Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in sözlerinin geri kalanını anımsayalım:

“Biz dedik ki kimse kendisini ‘öteki’ hissetmesin. Mevcut anlayışı değiştirdik. Dağdaki teröriste sesleniyorum, ‘Niye çıktın dağa?’, ‘Benim varlığım kabul edilmiyordu’ diyor. Şimdi senin varlığını kabul eden bir hükümet var. ‘Benim dilim yok sayılıyordu’ diyor, biz var sayıyoruz.” (Milliyet, 11 Ocak 2010)* * *

Cumhuriyet’in yarattığı, gayrimüslimleri, Kürtleri, Alevileri, köylüleri ve dindar insanları ötekileştiren(!) “mevcut anlayışı” değiştirmişler, AKP iktidarı değiştirmiş. Sabık Bakan’ın adlarını saydığı toplum kesim ve katmanları artık kendilerini “öteki” hissetmiyormuş. İnsanın “Hadi canım sen de!” diyeceği geliyor. AKP’nin yedi yıllık iktidarı döneminde Laik Cumhuriyetçiler de “ötekiler”e katıldı mı? Ve öteki “ötekiler” yerlerinde durmuyor mu?!

Doç. Dr. Hüseyin Çelik yanlış kullanıyor ama gene de onun kavramıyla söyleyelim: Dinsel toplulukların birbirine yabancılaşmasını, birinin ötekini ötekileştirmesini ancak laik düzen engeller. AKP iktidarı hangisini yapıyor: Laik düzeni mükemmelleştiriyor mu, yoksa laik düzeni ılımlı İslam anlayışına mı dönüştürüyor? İmam hatip okullarını paralel bir genel öğretim okulu haline getirmek, laikliğe mi yoksa İslamcılığa mı hizmet eder? AKP bu okullara dayanarak kendi derin bürokrasisini kurmuyor mu?

Cumhuriyet Alevileri ötekileştirdi diyelim, AKP hükümeti bu kusuru ortadan kaldıracak herhangi bir önlem alıyor mu? Cemevleri hâlâ neden resmileştirilmiyor?

Köylüleri “öteki” olmaktan kurtaran(!) AKP hükümeti, ülkenin tarım ve hayvancılığını yok ederek, o köylüyü neden varoşların lümpen proletaryası haline getiriyor?* * *

Kürtlere değil, “Kürtçülükler”e gelelim: Aklı başında Kürtler dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirerek Cumhuriyet düzenine entegre olmayı sürdürmeyi istiyor. AKP iktidarı bu doğrultuda ne yaptı?  TRT Şeş’ten başka? Kaostan ve belirsizlikten başka?

“Benim varlığım kabul edilmiyordu” diyen PKK, topluma entegre olmasına engel olunduğu için mi dağlara çıktı? Kürtçü PKK, ayrı bir devlet, en azından federasyon kurmak için dağlara çıkmadı mı? Bu ne aymazlık, bu ne lafazanlık?

AKP hükümeti Kürtlerin varlığını kabul ediyormuş(!). Kürtlerin varlığını kabul eden iktidar bu kesimin siyasal temsilinin önündeki en büyük engeli, yüzde 10 barajını neden kaldırmıyor? Ayrıca bir büyük yalanı da bozalım: Kürtçe konuşma yasağı 25.01.1991’de Yıldırım Akbulut’un ANAP hükümeti tarafından kaldırıldı. Korsan olmayan ilk Kürtçe gazete Azadiya Welat 26.2.1994 tarihinde Tansu Çiller’in başbakanlığı zamanında yayınlandı.

Yazının Devamını Oku

Ulan Cumhuriyet nedir senden çektiğimiz! (3)

26 Ocak 2010
İKİNCİ yazıdan bu yana iki gün geçti. O halde AKP Genel Başkan Yardımcısı, Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in sözlerini anımsamak gerekiyor:

“1946’ya kadar köylülerin Ulus ve Kızılay’a girmesi yasaktı. Âşık Veysel bile elinde sazla geliyor, Atatürk Bulvarı’na sokmuyorlar. Anlayış bu. 1946’da köylünün oyu makbul olunca ‘öteki’ olmaktan çıktı, ama diğerlerinin problemi devam ediyor.” (Milliyet, 11.01.2010)

KEL HASAN!

1946’ya kadar köylülerin Ulus ve Kızılay’a girmesinin yasak olması bana Cumhuriyet karşıtı bir efsane gibi geliyor. Diyelim ki doğrudur, kimi işgüzar vali ya da belediye başkanı hırpani köylüleri göz boyamak için Ulus ve Kızılay’a sokmamıştır. Ortada yasakla ilgili bir yasa yok, yönetmelik yok, yazılı bir emir yok! Öte yandan Ulus ile Kızılay kaç evlek, kaç dönüm yerdir ki Türkiye’nin kentsel yüzölçümü yanında? Bu tuhaf uygulama adı geçen semtlerin dışında Türkiye’de başka bir yerde uygulanmış mıdır? Elbette hayır!

Üstelik bu uygulamanın tam tersi binlerce örnek var: Mersin Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Hasan Tekin, nâm-ı diğer “Kel Hasan!” (Ona “Kel” diyen halt etmiş, yaşı sekseni geçti, hâlâ gür saçları var).

Hasan Tekin’in öyküsünü ben aklımda kaldığınca aktaracağım. İsteyen gazeteci arkadaş Mersin Liseliler Derneği’nden adresini öğrenip kendisiyle ilişki kurabilir.

BAKAN HASAN

Hasan Tekin köy ilkokulunu bitirmiş, önü tıkanıkmış ama içinde okuma ateşi var. Hasanoğlan Köy Enstitüsü diye bir yer duymuş. Köyünden oraya yayan yapıldak gitmiş. Orada, kayıtların kapandığını, yaşının da büyük olduğunu söylemişler. Belki de baştan savmak için “Ankara’ya gidip Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i gör” demişler.

Hasan Tekin’

Yazının Devamını Oku