Oktay Vural şöyle konuşmuş: O kadar meslek lisesi var ki? Bu kadar karmaşık sistem. Üniversiteye girişle ilgili sistematik bozulmuş durumda. MHP olarak bir kanun teklifi hazırladık. ‘Ortaöğretim veya lise başarı puanının hesabında kullanılacak yöntem, ortaöğretimin niteliğine bakılmaksızın eşit uygulanır’ diye kanun teklifimizi hazırladık. Size çözüm buyurun. Bunu yapalım bitirelim. Hükümetin sağlıklı bir düzenleme yapması gerekiyor. Eğitimi bilmiyorsanız, gelin öğretelim.”
3 MART 1924
MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural’ın sözleri konuyu pek bilmediğini gösteriyor. Yasa önerisi ise tam anlamıyla seçim yatırımı, bir popülist girişim. Neden Danıştay’ı hedef alıyor? Onun aldığı iki karar da tam anlamıyla Anayasa’ya ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na uygun karar. Şimdi burada durup 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Öğrenim Birleştirilmesi Yasası’nı) anımsayalım:
Gerekçe: “Bir devletin genel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararlı ve güzellikleri görülmüş bir ilkedir. 1839 Gülhane Fermanı’ndan sonra açılan Tanzimat döneminde, yıkılmış Osmanlı Saltanatı [da] öğretim birliğine başlamak istenmişse de bunu başaramamış ve aksine bu konuda bir ikilik bile meydana gelmiştir. Bu ikilik eğitim ve öğretim birliği açısından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder.”
Madde 4: “Milli Eğitim Bakanlığı, dinî bilgiler konusunda uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve [ayrıca] imamlık ve hatiplik gibi dinî hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açacaktır.”
YASAYA AYKIRI
Açıklamalar:
1
Bana Michel del Castillo’nun “Karar Gecesi”ni hatırlattı. İki roman arasında herhangi bir alışveriş yok. Ayrıca Cüneyt Ülsever’in “Karar Gecesi”ni okuduğunu da sanmıyorum.
“Karar Gecesi”, “Bir insan neden ve nasıl polis olur” sorunsalını ele alır. Bu sorunun felsefi bir boyutu vardır. Bir genç polis okulunu bitirdikten sonra polis memuru olur. Bu değil. Dünyayı ve ruhları denetim altında tutmak isteyen bir polis türü de vardır. Ona felsefi (metafizik) polis denir. Bu oluşum, gerisinde bir metafizik ve mistik bir taban gerektirir.
¡ ¡ ¡
Cüneyt Ülsever de “İtirafçı Çığlık Taşlıdağ”ın konumunu (çok derinlemesine ve çok boyutlu olmasa da) felsefi çekirdeğinden ele alıyor. Güvenlik güçlerinin eline geçen bir çetecinin itirafçı olmasının devindirici motoru bireysel çıkar planında ele alınabilir. Ancak PKK’yı politik ve etik açıdan ideolojik olarak çökertmeyi amaçlayan bir itirafçı, entelektüel bir açmaza da girmiştir.
İtirafçı Çığlık Taşlıdağ daha yüzünü operasyonla değiştirme evresine gelmeden itiraf süreci içinde değişime uğramıştır. Tıpkı, bir sabah uyanınca kendini hamamböceği olarak bulan, Kafka’nın kahramanı Gregor Samsa gibi. Gregor Samsa bir sabah aynaya bakınca kendini bir hamamböceği olarak görüyor. Bu değişim ve dönüşüm ani bir mutasyon sıçraması mıdır, yoksa aynadaki görüntü bir dönüşüm sürecinin son noktası mıdır?
PKK’nın, roman kahramanı Çığlık Taşlıdağ yönetiminde Alevi “Gezi Mahallesi”ne karşı düzenlediği saldırının başarısızlığa uğraması bir rastlantıya mı bağlıdır, yoksa böyle bir sonucu metafizik bir darbe mi istiyordu?
¡ ¡ ¡
Bir polisiyenin dolaysız ve yalın diliyle yazıldığı için romanın tarlasında yatan madeni fark etmek biraz zor olabilir. Ama roman kahramanının adı neden “Çığlık” + “Taşlıdağ”? Düşünsel çözümleme işine buradan başlanabilir.
* * *
Bizim Ali Erten, son TEKEL ve Devlet Demiryolları emekçilerinin eylemleri hakkında Ülker’le konuşmuş ve “Son emekçi eylemlerinin en önemli sonucu, AKP iktidarının emekçiler hakkında ne düşündüğünü ve demokrasi anlayışının ne olduğunu ortaya çıkarmasıdır. Bu eylemler çoğaldıkça AKP iktidarının emekçi ve emek düşmanı gerçek yüzü ortaya çıkacak ve bu gerçek yüzün göreceği tepki seçim sandıklarına yansıyacak” demiş.
Sol militanlığından hiçbir şey yitirmemiş olan Ali’nin bu saptamaları çok doğru!
NE İDEOLOJİSİ!
Kendisi bir ideoloji tarafından özenle inşa edilmiş olan Başbakan Erdoğan, TEKEL emekçilerinin eylemini ideolojik olmakla suçluyor. Ama hiç kimse bu suçlanan ideolojinin ne anlama geldiğini sormuyor kendisine. Sorun bakalım, ideoloji ne anlama geliyormuş, biz de öğrenelim.Efendim izin verirseniz ideolojinin ne anlama geldiğini herkesin anlayacağı bir cümle ile tanımlayacağım: Dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda ileri sürülen düşünceye ideoloji denir! (Prof. André Lefevere, [1945-1996] Teksas Üniversitesi)
Burjuva sınıfının bir ideolojisi vardır; işçi sınıfının kendine özgü bir ideolojisi vardır. Jean-Paul Sartre daha 1945 yılında bir işçinin kendini bir burjuva gibi hissedemeyeceğini, böyle bir şeye hakkı olmadığını söylüyordu.
Elbette sıradan bir burjuva da kendini bir işçi gibi hissedemez. Ancak kimi burjuva entelektüeli işçi sınıfı ile ideolojik kardeşlik kurup onunla dayanışma yapabilir.
12 EYLÜL’ÜN AMACI
* * *
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı imam hatip mezunu. Ama herhangi bir biçimde iktidar yanlısı partizanlık yapan vali, kaymakam, genel müdür, üniversite rektörlerinin, polis şeflerinin “CV” denilen kimlikleri araştırılırsa, çoğunun imam hatip mezunu oldukları görülecektir. Bu kimselerin basına yansıyan özgeçmişlerinde ortaöğretim kurumlarının adı kesinlikle verilmez. Neden bu gizlilik? Muhabir olsam mutlaka araştırırdım.
Bu kimseler, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırı olarak imam hatip mezunlarına üniversiteye girme hakkı tanınmasından sonra siyasal bilgiler ve hukuk gibi fakültelerden mezun olmuş İslamcı-Fethullahçı militanlardır. Bilinen Fethullah Hoca programına uygun olarak yetiştirilmişlerdir. Bu gidişle önümüzdeki 10 yıl içinde valilerin ve kaymakamların ve devlet bürokrasinin tamamına yakını imam hatip kaynaklı olacaktır. İşte buna adıyla ve sanıyla sivil darbe denir.
* * *
Türkiye’nin mümtaz milletvekilleri, acar profesörcüleri, sivil toplum kuruluşları, seyyar ve “paralı asker” gazete yazıcıları elbette bunun farkında. Bu konuda üstü kapalı bir uzlaşma var. Türkiye’de “Yeşil Devrim” yapmak için topa-tüfeğe gereksinim yok. Dışarıda tezgâhlanan fesat gerçekleştirilip TSK Kemalizm’den arındırılırsa (“dekemalize” edilince) böreğin altı da kızarmış olacak. Ve elbette Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi de mutlaka kapatılmalı. Nedir bu yargı istibdatı?! Aslında bütün Cumhuriyet mahkemeleri kapatılmalı!
Ben işte bu nedenle İstanbul Barosu’nu kutluyorum, gerçek ve sorumluluk bilincine sahip bir sivil toplum örgütü, daha doğrusu demokratik toplum örgütü olduğu için.
Danıştay, İstanbul Barosu’nun açtığı dava üzerine, Yüksek Öğretim Geçiş Sınavı’nda meslek ve imam hatip lisesi ile genel lise mezunları arasındaki katsayı farkını indiren YÖK kararının yürütmesini ikinci kez durdurdu. Danıştay’ı kutlamak densizliğini yapamam. O kendisine Cumhuriyet Anayasası’nın ve yasaların verdiği görevi yerine getirdi.
* * *
Ben de birkaç aydır kaldığım Paris’ten 18 Mart 1985 günü döndüm İstanbul’a. Rahmetli Aziz Çalışlar ile kadim dostum film yönetmeni Tunca Yönder karşılamaya birlikte geldiler. Tunca’nın antika arabalarından birine bindik. Rahmetli Aziz Çalışlar “Bu akşam sana bir sürprizim var” dedi. Ve bunun ne olduğunu söylemedi. Ben de sormadım!
MONROE’DAN NE HABER
Akşam, Yeniköy’de bir lokantaya gittik. Adını hatırlamıyorum. Deniz kıyısında. Bir de iskelesi vardı. Aziz Nesin rahmetli, masaların “U” şeklinde düzenlenmesini istemiş. Arthur Miller ile Harold Pinter “U”nun tabanında oturuyorlardı. Yanlarında birer sandalye boştu. Türk yazarlar sırayla bu boş sandalyelere oturup konuklarla konuşacaklardı. Aziz Çalışlar ile benim dışımda, gerçekten programa uyuldu. Adamlar bira içmek istiyorlardı ama bizim kızlar (bayan yazarlar) bardaklarına durmadan votka dolduruyorlardı. Bir ara erkek arkadaşlardan biri, ortaya, “Marilyn Monroe’dan ne haber” diye seslendi. Eski koca Arthur Miller tınmadı.
Yemek iyi düzenlenmemişti. Kokteyl tarzında olabilirdi. Konuklar ile daha rahat konuşabilirdik.
İNSAN MÜSVEDDESİ
Miller ile Pinter bir ara tuvalete gittiler. Dönüşte, nedense, Aziz Çalışlar ile bana doğru yöneldiler. Tanıştık. Ertesi gün Ankara’ya gideceğimi öğrenince, biri “Çok iyi oldu bu. Orada sizinle daha rahat, uzun uzun konuşabiliriz” dedi. Kendilerine telefon numaramı verdim.
Güya Arthur Miller ve Harold Pinter ile Ankara’da buluşacak, kendilerini bazı insanlarla tanıştıracaktım. Öğrenmek istediklerinden fazlasını anlatacaktık. Çok malzeme vardı. Ama olmadı. Neden olamadığını Harold Pinter’in dün yayımladığım yazısından öğrenmişsinizdir. ABD Büyükelçiliği’nden kovulunca, apar topar ayrıldılar Ankara’dan.
ABD Büyükelçisi Robert Strausz Hupe’nin verdiği yemeğe (kokteyle) doğal olarak davetli değildim. Ama bir gün sonra olan biten dışarı sızmış, bizlere kadar gelmişti: Olay Harold Pinter’in anlattığı gibi olmuş. Katılanların bir bölümü tartışmayı duymuşlar. Ama o gece Harold Pinter’in anlatmadığı bir şey daha olmuş.
İSTANBUL’A GELİŞ
[17 Mart 1985’te İstanbul havaalanına ayak bastık. Türkiye’de Türk yazarlara yapılan zulüm ve işkence iddialarını araştırmak üzere uluslararası P.E.N. adına Türkiye’yi ziyaret ediyorduk. Yolculuğumuz bir terslikle başladı. İki bavulum vardı, biri gelmemişti. Başka şeyleri bir yana bırakalım, çorapsız kalmıştım. Bu yüzden Arthur bana kendi çoraplarından verdi. Pek de güzel çoraplardı. Dayanıklı. Onlarca yazarla tanıştık. Hapishanelerde işkence görmüş olan yazarlar hâlâ titriyorlardı ama bize içki ikram etmekte ısrar ediyor, titreyen şişelerden kadehlerimize içki dolduruyorlardı. Yazarlardan birinin karısı konuşamıyordu. Kocasını hapiste görünce bayılmış ve konuşma yetisini kaybetmiş. Kocası şimdi dışarıdaydı. Yüzü kocaman, kapanmaz bir yırtık gibiydi.
ELÇİLİKTE YEMEK
O sıralarda Türkiye’de, Birleşik Amerika’nın yüzde yüz onayıyla askeri diktatörlük vardı. Bizim geldiğimizi duyan Amerikan büyükelçisi, akıllıca bir iş yaptığını sanarak Arthur onuruna Ankara’daki Amerikan büyükelçiliğinde bir akşam yemeği verdi. Ben de Arthur’un yol arkadaşı olduğum için beni de davet etmek zorunda kaldılar. Daha ağzıma bir lokma bir şey koymuştum ki kendimi Amerika’nın siyasi müsteşarıyla Türkiye’de işkence olup olmadığı konusunda azılı bir tartışma içinde buldum.
Bu zırıltı yemek boyunca neşeli bir şekilde sürdü, sonunda Arthur konuşma yapmak üzere ayağa kalktı. Onur konuğu olduğu için söz onundu ve o da sözünü hiç sakınmadan söyledi. Demokrasi terimini ele aldı ve demokratik bir ülke olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyada, şu anda bulunduğumuz ülke de içinde olmak üzere, neden askeri diktatörlükleri desteklediğini sordu. “Türkiye’de,” dedi, “düşünceleri yüzünden hapiste olan yüzlerce insan var. Bu eziyeti Amerika destekliyor ve sübvanse ediyor. Bizim demokratik değerler anlayışımız nerede kaldı?” diye sorarak sözlerini bitirdi. Sözleri çok açıktı. Büyükelçi bu konuşmaya teşekkür etti
Yemekten sonra bir süre başımı belaya sokmamak için tablolara bakmaya gittim. Birden büyükelçi ile yardımcılarının bana doğru seğirttiklerini gördüm. Neden Arthur’un yanına gitmediler de benim yanıma geldiler, bilmiyorum. Belki de Arthur’un boyu onlara fazla uzun gelmişti. Büyükelçi bana, “Bay Pinter, buradaki durumun, gerçeklerin farkında olduğunuzu sanmıyorum. Unutmayın, Ruslar yukarıdaki sınırın hemen üzerinde oturuyorlar. Siyasal gerçekleri unutmamak gerekir, diplomatik ve askeri gerçekleri.”
ELÇİLİKTEN KOVULMA
“Ben bir tek gerçekten söz ediyorum,” dedim, “cinsel organlarınıza elektrik verilmesi gerçeği.” Büyükelçi, nasıl derler, şöyle bir diklendi ve bana, “Sör, siz burada konuksunuz,” diye parladı. Hani nasıl derler, yüzgeri dönüp gitti, yardımcıları da. Birden yanımda Arthur belirdi.
“İnançlara saygılı laiklik” ne demek, “İnançlara saygılı olmayan bir laiklik” var mı, olabilir mi? Mustafa Sarıgül’e göre “var” ve “olabilir”.
Mustafa Sarıgül’ün ve hareketine destek verenlerin zihniyetini bu “var” ve “olabilir” sözcükleri ele veriyor. “Ele vermek” deyimini özellikle seçtim. “İhbar etmek” anlamında!
İnançlara saygılı bir hareket olan Türkiye Değişim Hareketi partileşip iktidar mücadelesine girerse Türkiye siyaseti yeni bir sorunla, sorunsalla karşı karşıya gelecek. Bu demektir ki, Ilımlı İslam politikasını yürütmek için laiklik karşıtı Milli Görüş artığı AKP’yi iktidara getiren “güç”, bundan sonra, “inançlara saygılı bir laiklik” sosuyla terbiye edilen bir Ilımlı İslam türlüsünü sofraya sürecek. Elbette yerseniz!
‘LAİKLİK DİNE KÜS’ DEĞİL Kİ BARIŞSIN!
Türk sosyal bilimcilerinin yabancı üniversitelere “konuk öğretim üyesi” olarak gidip Türkiye hakkında karalayıcı konuşmalar yapmalarını pek ciddiye almam ama önemserim.
Örneğin, 27 Ocak tarihli Vakit Gazetesi’nin yazdığına göre: Oxford Üniversite’sinde konuk öğretim üyesi olarak bulunan Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Ayşe Kadıoğlu, London School of Economics’te düzenlenen “Türkiye’de Laiklik” adlı bir seminerde konuşmuş.
Türk sosyal bilimcilerinin “ABD Yüksek Mahkemesi’nin şirketleri şahıs saymasının sakıncaları” konusunda düzenlenen bir seminerde konuştuklarına ne zaman tanık olacağız yarabbi?! Ya da Avrupa demokrasilerinin sorunları, Avrupa’da uyanan ırkçılık saplantıları gibi konuların tartışıldığı masalara ne zaman davet edilecekler?!
* * *
TARİHİ 7 AŞAMA
1) İlk Osmanlı anayasası olan Kanunu Esasî 23 Aralık 1876’da, Islahat Fermanı’nda olduğu gibi bir Hattı Hümâyun ile ilan edildi.
Madde 11- Devleti Osmaniye’nin dini İslam dinidir.
Bununla birlikte, aynı maddede, halkın asayişine ve genel ahlaka aykırı olmamak koşuluyla bütün inanışlar serbesttir ve Devletin koruması altındadır, denilmektedir.
2) 1921 Anayasası olan Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda devletin diniyle ilgili bir madde bulunmamaktadır.
3) 29 Ekim 1923 tarihli, “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun” ile din Anayasa’ya girmiştir.
Madde 2- Türkiye Devletinin dini, Dini İslam’dır, Resmi lisanı Türkçedir.
4)