Özdemir İnce

Atasözleri ve deyimler

11 Nisan 2010
ATASÖZLERİNİN hepsi ahlaki açıdan doğru değildir. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın”, “Her koyun kendi bacağından asılır” atasözlerinin ahlaki ve eğitici olduğunu söylemek mümkün değil. Kimi atasözlerinde kullanılan bazı sözcükleri günümüzde ancak nokta nokta ile yazabiliriz. Türk Dil Kurumu Kenan Evren cuntası tarafından devletleştirilmeden önce her biri hazine değerinde cilt cilt derleme ve tarama sözlükleri yayımlamıştı. Bu yayınlardan biri de üstat Ömer Asım Aksoy’un hazırladığı “Atasözleri ve Deyimler” (TDK, 1965), “Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 1, 2, 3” (TDK, 1971, 1976, 1977), “Bölge Ağızlarında Atasözleri ve Deyimler 1, 2”ye (TDK, 1969, 1971) şöyle bir göz atmak “işkembeden atma”dığımı kanıtlar.
Üstat Ömer Asım Aksoy atasözleri ve deyimler konusunda 35 yıl uğraştığını yazıyor. Dile kolay.
Atasözleri ve deyimler yazma ve konuşma üslubuna sınırsız zenginlik ve derinlik katar.
BUZDAN SU DAMLAR
Gaziantepli Ömer Asım Aksoy, atasözleri konusunda şunları yazıyor: “Her ulusun atasözleri, kendi varlığının ve benliğinin aynasıdır. Atasözlerinde bir ulusun düşünceleri, yaşayışları, inanışları, gelenekleri görülür. Atasözleri, ulusların zekâlarındaki zenginliği, hayallerindeki genişliği, duygulardaki inceliği belirten en değerli örneklerdir. Bu sözler, derin felsefeden başka güzel buluşlarla, parlak nüktelerle, ince alaylarla, sert taşlamalarla doludur. Böylece her atasözü kendi ulusunun damgasını taşır.”
Birkaç örnek:
*  Güvenme varlığa, düşersin darlığa. *   Buldum bilemedim, bildim bulamadım. *   Ağız yer yüz utanır. *   Kâr eden âr etmez. *   Yerine düşmeyen gelin yerine yerine eskir. *   Gönül cennet ister ama günah koymaz.
Divanü Lûgat-it-Türk’ten üç atasözü:
*  Otug odhguç birle üçürmes (Ateş alevle söndürülmez).
*  Buzdan suv tamar (Buzdan su damlar).
*  Teşik suvda belgürer (Kasık yarığı suda belli olur).
Annemden iki atasözü:
*  Ağır taşı ne yel alır ne sel alır, hafif taşa herkes kıçını siler.
*  İtle harara (çuvala) girilmez (Edepsiz ve saldırgan kimse ile bir konu üzerinde karşılaşmak ve kavgaya tutuşmak doğru değildir).
İT ULUR, BİRBİRİNİ BULUR
İçinde it (köpek) geçen birkaç atasözü:
*  İtin duası makbul olsa gökten kemik yağar. *  İtin ahmağı baklavadan pay umar. *  İt kağnı gölgesinde yürür de kendi gölgesi sanırmış. *  İtle dalaşmaktan çalıyı dolaşmak yeğdir. *  İt ulur, birbirini bulur.
Yazının Devamını Oku

Laikliğe kim zarar veriyor?

10 Nisan 2010
BUGÜN 10 Nisan! 10 Nisan 1928’de yapılan değişiklikle Anayasa’nın 2. maddesinden “Devletin dini İslam’dır” ilkesi çıkartılmıştı. 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişiklikle aynı maddeye laiklik ilkesi girdi. Bugün 10 Nisan! Bir hatırlama, hatırlatma yazısı:

* * *

Vereceği yanıt beni hiç mi hiç ilgilendirmediği için, “Laikliğe kim zarar veriyor?” başlıklı yazının failinin adını anmayacağım.

“Laikliğin özü yasama sisteminin, anayasa ve kanunlar ve türev çıktılarının yönetmelik, yönerge vs. meşruiyetlerini dinsel bir çerçeveden almamaları” diyor.
Haklıdır yazıcı! Ancak ilkokul bilgi düzeyini aşmamak koşuluyla. Yazıcının söylediği, laikliğin ilkokul tanımı olan “din işleriyle devlet işlerinin ayrılması” formülünün biraz cafcaflanmışı.

Yazının Devamını Oku

CHP tek partiyken tek parti değildi

9 Nisan 2010
BİRİ şöyle yazıyor: “CHP’nin tek bir yaşam biçimini dayatmacı yapısı ve hâlâ özgürlüklere mesafeli durması, ‘sol’un Türkiye’de entelektüel seviyede tartışılmasının önünde durmuştur.” Bu tarih dışı, gerçekdışı, akıldışı cümleyi yazarıyla tartışmak için değil, ibret (ibretlik) olsun diye alıp aktardım yazıma. Şimdi sırası değil. Bir süre sonra ona da sıra gelecek! Bugün gene Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya (Pozitif Yayınları) kitabının bal kovanına başvuracağım:
* * *
“1923 neslinin vazifesi, Atatürk devrimlerini halka sindirmekti. Bu güç, zahmetli ve belki ilk zamanları nankör bir vazife idi. Devrimlere, bu kanunları koyan ve onlara karşı isyanları cezalandırmak için mahkemeler kuran Meclis, hatta bu mahkemeler bile samimi inanmıyordu. Yeni nizamın hayatı, Atatürk’ün ömrü ile ölçülüyordu. Arkadaşlarından biri Çankaya akşamlarından birinde Atatürk’e:
- Sıhhatinizi düşününüz, uzun yaşamaya bakınız, öldüğünüzün ertesi günü heykelinizi bile kırarlar, demişti.
Onun partisine, tek parti adını verenler yanılmaktadırlar. Halk Partisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğilimleri, itiraz edilmez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan bir karma-parti idi. Bu karma-parti içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık. Atatürk’e:
- Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda toplayınız, gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuştur.
Umudunu Cumhuriyet devrinde yetişecek gençliklere bağlamıştı. Halkı da bunlar yetiştirecekti.” (s. 517)
* * *
Çankaya’nın bu sayfasını okuyunca içime bir ferahlık yayıldı. 1922-1946 arasında, günümüzün bütün siyasal partilerinin CHP içinde bulunduğunu söylediğim, yazdığım zaman ne demek istediğimi anlamayan, suratıma ve yazılarıma tuhaf tuhaf bakanları düşündüm. CHP gerçekten gerçek bir halk partisi idi. İçinde komünist, demokrat, liberal, jakoben, mebzul miktarda mürteci (irticacı), saltanatçı, halifeci vardı. Dahası, Kemalistler ve Cumhuriyetçiler bile vardı.
CHP’nin tek tip insan ürettiği gerçeğe aykırı bir toptancılıktır: Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Mehmet Şevki Eygi, Erdal İnönü, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, “Sıkmabaş” Şule Yüksel Şenler, Türkan Saylan, Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve benzerleri Cumhuriyet’in okullarında okumuştur. Bu insanların benzerleri birinci ve ikinci Büyük Millet Meclisi’nde vardı. Cumhuriyet demokrasiyi gözden çıkarmış olsaydı, bu kadar çok imalat hatası olmazdı. Bu nedenle: 1923-1946 arasının CHP’si tek parti değildir. Bir koalisyondur! 1950 sonrası CHP’sinin “özgürlüklere mesafeli” olduğunu iddia etmek ise, cehalet demiyorum, utanmazlıktır!
Yazının Devamını Oku

Anayasa’nın başlangıç bölümü

7 Nisan 2010
LİBERALLİKLERİNİ, demokratlıklarını dirhem eksik tarttırmayan “sekter” yurttaşlarımız yürürlükte olan Anayasamızın başlangıç bölümünü hiç mi hiç beğenmezler.

Ben o bölüm olmasa da olur, diyorum. Ama önemli olan benim değil “en bilgiç” yurttaşların ne düşündüğü. Aklımda kaldığı kadarıyla karşı çıkılan sözcük, kavram ve deyimleri göstereceğim:

- Yüce Türk Devleti?// - Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda?// - Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedî varlığı?// - Türk milli menfaatlerinin?// - Türk varlığının?// - Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin?// -Atatürk milliyetçiliği?// - Türk vatandaşlarının?// - Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur?
İSLAMCI, KÜRTÇÜ, DEMOKRATÇI!

Bereket versin Başlangıç’taki “- lâiklik ilkesinin gereği olarak din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı-” cümlesine açıkça karşı çıkan yok gibi. Gibi ama, iktidardan başlayarak mebzul miktarda tebdil-i kıyafet etmiş var.

Yazının Devamını Oku

Kavganın kaynağı

6 Nisan 2010
BİRKAÇ yıl önce, Roma’da, Vatikan’a çok yakın bir otelde kalıyorduk. O günlerden birinde, bir kahvenin taraçasında, aşağıdaki satırları yazmışım not defterime. Bu notlardan yararlanan bir yazı yayımladım mı? Hatırlamıyorum. Bilgisayarımda aradım bulamadım. Yanılıyorsam şimdiden özür dilerim;

PAPA’DAN BEKLENEN MUCİZE
Sabahın erken saatleri. Porgo Pio sokağının kahveleri sandalye ve masalarını kaldırıma taşıyorlar. Vatikan, San Pietro Alanı birkaç yüz metre ilerde. Ülker’le yürüyoruz. Sabahın erken saatinde bir din devletinin hayatını görmek için.

Alanda yüzlerce turist var. Dört bir yandan yenileri akın akın gelmekte. Önümüzde orta yaşlı bir çift durmakta. Kadın, çocuk arabasında duran yaşı belirsiz bir engelli ile konuşuyor. Erkek (çocuğun babası ya da dedesi) kemiksiz bir et yığınını arabadan kucağına alıyor. Çocuğun başı kocaman bir armut gibi geriye kaykılıyor. Adam, çocuğu Papa’nın sarayına doğru havaya kaldırıyor. Belki de çocuğun kemiklerini biçimlendirecek, dirim verecek bir mucize beklemekte.
Çevreden rahipler geliyor. Dört bir taraftan. Koyu takım elbiseler giymişler. Gömlekleri yakasız. Kravatsız. Ellerinde birer evrak çantası. Kimileri tahsildara, kimileri de bir uluslararası şirketin CEO’suna benziyorlar. Hepsi ciddi ve düşünceli ama hepsinin yüzünde bağışlayan bir gülümseme.

Ben böyle boş gözlerle alana bakarken vahiysel bir düşünce geliyor aklıma: Dinlerarası diyalog çabalarına karşın günümüzdeki terörizmin kaynağında dinler var. Yobazca inananları, dinleri ve dünyayı tedirginleştiren etkilerini düşünüyorum.

Yazının Devamını Oku

‘Bir Hürriyet Türküsü’

4 Nisan 2010
ÇANAKKALE savunma savaşında saldırganlar başarıya ulaşsaydı, İngiliz ve Fransız donanması Boğaz’ı geçip İstanbul’u işgal edecekti. Sonuçta İstanbul gene de işgal edildi. Ama bir mütarekeden sonra. İstilacılar İstanbul’u savaşarak almadılar.

Çanakkale Savaşı, Osmanlı’nın son zaferidir. Bu zafer olmasaydı, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı yapacak moral güç olmazdı. Çanakkale Savaşı sadece Anadolu’nun değil bütün dünyanın tarihini değiştirdi. Çanakkale savunması olmasaydı Sovyetler Birliği kurulamazdı.

Bazı (kendi tercih ettikleri sıfat ile) Türkiyeli gayriresmi(!) tarihçiler Çanakkale savunmasını ciddiye almıyor. Onlara göre İngiliz ile Fransız istese Osmanlı’yı yenermiş. İsteseydi. Tarihçi böyle cümle kuramaz ya neyse! Ciddiye alsaydı! Çanakkale sayesinde iki yeni devlet kuruldu.

CHURCHILL: KADERİN ADAMI

Haa, bir de şu var: Mustafa Kemal Paşa meğer Çanakkale’de komutan değilmiş, mekkare neferiymiş(!). Biz gene Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına gidelim:

[“Eski harp akademisi komutanı Ali Fuat Erden der ki: ‘Çanakkale’de en buhranlı anda, en lüzumlu adam bulundu. Harbin seyrini çeldi. İngiliz Bahriye Nazırı Churchill onun için ‘kaderin adamı’ demişti.

Mustafa Kemal ordunun yıldızı idi. Fakat onun hırslarına sınır olmadığı inancında bulunan Enver ve partizanları kendisi ile Anafartalar üzerine yapılan bir konuşma fotoğrafı ile birlikte ‘Harp mecmuası’nda basıldığı sırada baskıyı durdurup resmini çıkartmışlar, yerine Liman von Sanders’in fotoğrafını koydurmuşlardı. İstanbul’u bir Alman bile kurtarmış olmalı, fakat Mustafa Kemal, Sarıkamış bozgununun manevî yükü altında kıvranan Enver’i gölgede bırakmamalı idi.” (s. 107)]

Çanakkale Savaşı’nda çaresiz kalan Alman Mareşali Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i 8-9 Ağustos gecesi saat 21.50’de Anafartalar Grubu komutanlığına tayin ederek tarihin gidişini değiştirdi.

YALÇINTAŞ’I KUTLUYORUM

Yazının Devamını Oku

Seçen ve seçilen kadın

3 Nisan 2010
3 NİSAN 1930 günü Türk kadınlarına belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıyan yeni Belediyeler Kanunu kabul edildi. 80 yıl olmuş. Hayırlı olsun.

İsterseniz, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sı (Pozitif Yayınları) aracılığıyla yüz yıl öncesine gidelim:

ONLAR BATIRDI SANKİ

“Çanakkale cephesinde dövüşen bir subayın, anaları Alman olan kızları bir gün Alman davetlileri ile buluşmuşlar. Enver Paşa bunu duyunca, cephede harp eden babayı hemen emekliye ayırmıştır. O aileden bir hanımla evli olan bir rüsumat memurunun da vazifesine nihayet verilmiştir.

Mütareke gazetelerini okuyan, Osmanlı saltanatının sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zanneder. Mondros’la teslim olmuşuz, kadına hücum. Düşman donanmaları İstanbul Limanı’na demirlemişler kadına hücum. Hazne dar, o ay maaş çıkmamış, kadına hücum. Gazetelerin birçoğunda İstanbul polis müdürlüğü kadın meselesi ile alâkalanmadığı için tenkid edilmekte idi.” (s. 475)

Yazının Devamını Oku

İkiye bölünme

2 Nisan 2010
KENDİLERİNİN pek keskin görüşlü olduğuna inanan kimseler Türkiye’nin bütün kurumlarının tıpkı bir elma gibi ikiye bölünmüş olduğunu söylüyorlar.

Halkın çoğul olmasının bir zararı yoktur ama devlet kurumları bu bölünmüşlükleri yansıtırsa kısa bir süre sonra ortada devlet-mevlet kalmaz. Bu konuda da Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına (Pozitif Yayınları) başvuracağım:

* * *

“1923 Ağustos’unda yan locaya çıkıp salonda (Büyük Millet Meclisi salonu. Ö.İ) toplananlara bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik devletten tam Avrupalı bir lâyık (lâik) devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymaya hazırlanan devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanmazlardı. Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler değildi. Vatanseverce işler görmeğe gelen, fakat 10 kişisi ikinci onuna uymayan, yetişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe, isteyişçe, çok defa, taban tabana aykırı denecek kadar farklı bir ‘kalabalık’tı.” (s. 417)

“Kalabalığı kısa ve kuşbakışı bir tahlilden geçirelim: Saraçoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi, Ankara’da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam bir Batılı kolu vardık. Tanzimat’tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yeniçağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal’in zafer otoritesini fırsat biliyorduk. Meşrutiyet devrinde Şer’iyye Mahkemelerini, niteliklerinde hiçbir değişiklik olmamak üzere, meşihat (şeyhülislâmlık) dairesinden alıp adliye binasına yerleştirmek bizler için bir başarı idi. Radikal reformlar fikri o kadar azınlıkta idi. O gidişle daha bir asır olduğumuz yerde bocaladık. Çünkü medreseler, sivil mekteplerden daha çok insan yetiştiriyordu.” (s. 418)

Yazının Devamını Oku