* * *
Vereceği yanıt beni hiç mi hiç ilgilendirmediği için, “Laikliğe kim zarar veriyor?” başlıklı yazının failinin adını anmayacağım.
“Laikliğin özü yasama sisteminin, anayasa ve kanunlar ve türev çıktılarının yönetmelik, yönerge vs. meşruiyetlerini dinsel bir çerçeveden almamaları” diyor.
Haklıdır yazıcı! Ancak ilkokul bilgi düzeyini aşmamak koşuluyla. Yazıcının söylediği, laikliğin ilkokul tanımı olan “din işleriyle devlet işlerinin ayrılması” formülünün biraz cafcaflanmışı.
Ben o bölüm olmasa da olur, diyorum. Ama önemli olan benim değil “en bilgiç” yurttaşların ne düşündüğü. Aklımda kaldığı kadarıyla karşı çıkılan sözcük, kavram ve deyimleri göstereceğim:
- Yüce Türk Devleti?// - Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda?// - Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedî varlığı?// - Türk milli menfaatlerinin?// - Türk varlığının?// - Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin?// -Atatürk milliyetçiliği?// - Türk vatandaşlarının?// - Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur?
İSLAMCI, KÜRTÇÜ, DEMOKRATÇI!
Bereket versin Başlangıç’taki “- lâiklik ilkesinin gereği olarak din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı-” cümlesine açıkça karşı çıkan yok gibi. Gibi ama, iktidardan başlayarak mebzul miktarda tebdil-i kıyafet etmiş var.
PAPA’DAN BEKLENEN MUCİZE
Sabahın erken saatleri. Porgo Pio sokağının kahveleri sandalye ve masalarını kaldırıma taşıyorlar. Vatikan, San Pietro Alanı birkaç yüz metre ilerde. Ülker’le yürüyoruz. Sabahın erken saatinde bir din devletinin hayatını görmek için.
Alanda yüzlerce turist var. Dört bir yandan yenileri akın akın gelmekte. Önümüzde orta yaşlı bir çift durmakta. Kadın, çocuk arabasında duran yaşı belirsiz bir engelli ile konuşuyor. Erkek (çocuğun babası ya da dedesi) kemiksiz bir et yığınını arabadan kucağına alıyor. Çocuğun başı kocaman bir armut gibi geriye kaykılıyor. Adam, çocuğu Papa’nın sarayına doğru havaya kaldırıyor. Belki de çocuğun kemiklerini biçimlendirecek, dirim verecek bir mucize beklemekte.
Çevreden rahipler geliyor. Dört bir taraftan. Koyu takım elbiseler giymişler. Gömlekleri yakasız. Kravatsız. Ellerinde birer evrak çantası. Kimileri tahsildara, kimileri de bir uluslararası şirketin CEO’suna benziyorlar. Hepsi ciddi ve düşünceli ama hepsinin yüzünde bağışlayan bir gülümseme.
Ben böyle boş gözlerle alana bakarken vahiysel bir düşünce geliyor aklıma: Dinlerarası diyalog çabalarına karşın günümüzdeki terörizmin kaynağında dinler var. Yobazca inananları, dinleri ve dünyayı tedirginleştiren etkilerini düşünüyorum.
Çanakkale Savaşı, Osmanlı’nın son zaferidir. Bu zafer olmasaydı, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı yapacak moral güç olmazdı. Çanakkale Savaşı sadece Anadolu’nun değil bütün dünyanın tarihini değiştirdi. Çanakkale savunması olmasaydı Sovyetler Birliği kurulamazdı.
Bazı (kendi tercih ettikleri sıfat ile) Türkiyeli gayriresmi(!) tarihçiler Çanakkale savunmasını ciddiye almıyor. Onlara göre İngiliz ile Fransız istese Osmanlı’yı yenermiş. İsteseydi. Tarihçi böyle cümle kuramaz ya neyse! Ciddiye alsaydı! Çanakkale sayesinde iki yeni devlet kuruldu.
CHURCHILL: KADERİN ADAMI
Haa, bir de şu var: Mustafa Kemal Paşa meğer Çanakkale’de komutan değilmiş, mekkare neferiymiş(!). Biz gene Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına gidelim:
[“Eski harp akademisi komutanı Ali Fuat Erden der ki: ‘Çanakkale’de en buhranlı anda, en lüzumlu adam bulundu. Harbin seyrini çeldi. İngiliz Bahriye Nazırı Churchill onun için ‘kaderin adamı’ demişti.
Mustafa Kemal ordunun yıldızı idi. Fakat onun hırslarına sınır olmadığı inancında bulunan Enver ve partizanları kendisi ile Anafartalar üzerine yapılan bir konuşma fotoğrafı ile birlikte ‘Harp mecmuası’nda basıldığı sırada baskıyı durdurup resmini çıkartmışlar, yerine Liman von Sanders’in fotoğrafını koydurmuşlardı. İstanbul’u bir Alman bile kurtarmış olmalı, fakat Mustafa Kemal, Sarıkamış bozgununun manevî yükü altında kıvranan Enver’i gölgede bırakmamalı idi.” (s. 107)]
Çanakkale Savaşı’nda çaresiz kalan Alman Mareşali Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i 8-9 Ağustos gecesi saat 21.50’de Anafartalar Grubu komutanlığına tayin ederek tarihin gidişini değiştirdi.
YALÇINTAŞ’I KUTLUYORUM
İsterseniz, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sı (Pozitif Yayınları) aracılığıyla yüz yıl öncesine gidelim:
ONLAR BATIRDI SANKİ
“Çanakkale cephesinde dövüşen bir subayın, anaları Alman olan kızları bir gün Alman davetlileri ile buluşmuşlar. Enver Paşa bunu duyunca, cephede harp eden babayı hemen emekliye ayırmıştır. O aileden bir hanımla evli olan bir rüsumat memurunun da vazifesine nihayet verilmiştir.
Mütareke gazetelerini okuyan, Osmanlı saltanatının sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zanneder. Mondros’la teslim olmuşuz, kadına hücum. Düşman donanmaları İstanbul Limanı’na demirlemişler kadına hücum. Hazne dar, o ay maaş çıkmamış, kadına hücum. Gazetelerin birçoğunda İstanbul polis müdürlüğü kadın meselesi ile alâkalanmadığı için tenkid edilmekte idi.” (s. 475)
Halkın çoğul olmasının bir zararı yoktur ama devlet kurumları bu bölünmüşlükleri yansıtırsa kısa bir süre sonra ortada devlet-mevlet kalmaz. Bu konuda da Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına (Pozitif Yayınları) başvuracağım:
* * *
“1923 Ağustos’unda yan locaya çıkıp salonda (Büyük Millet Meclisi salonu. Ö.İ) toplananlara bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik devletten tam Avrupalı bir lâyık (lâik) devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymaya hazırlanan devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanmazlardı. Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler değildi. Vatanseverce işler görmeğe gelen, fakat 10 kişisi ikinci onuna uymayan, yetişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe, isteyişçe, çok defa, taban tabana aykırı denecek kadar farklı bir ‘kalabalık’tı.” (s. 417)
“Kalabalığı kısa ve kuşbakışı bir tahlilden geçirelim: Saraçoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi, Ankara’da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam bir Batılı kolu vardık. Tanzimat’tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yeniçağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal’in zafer otoritesini fırsat biliyorduk. Meşrutiyet devrinde Şer’iyye Mahkemelerini, niteliklerinde hiçbir değişiklik olmamak üzere, meşihat (şeyhülislâmlık) dairesinden alıp adliye binasına yerleştirmek bizler için bir başarı idi. Radikal reformlar fikri o kadar azınlıkta idi. O gidişle daha bir asır olduğumuz yerde bocaladık. Çünkü medreseler, sivil mekteplerden daha çok insan yetiştiriyordu.” (s. 418)