Özdemir İnce

Midem bulandı bulanıyor

4 Mayıs 2010
TELEVİZYONLARDAKİ 1 Mayıs’ı gözlerim yaşararak, boğazım düğümlenerek izledim. 1965 genel seçimlerinden önce, Mehmet Ali Aybar’ın “İşçiler, köylüler, marabalar!” diye haykıran sesini radyoda duyduğum zaman içimde köpüren duygularla. Taksim Alanı evime çok yakın olmasına karşın, 1 Mayıs’ın onurunu işçi sınıfı ile paylaşmaya hakkım olmadığını düşündüm. Ve alana gitmedim. Cumhuriyet’e, devrimlere, işçi sınıfına ve gençliğe ihanet edenleri orada görmekten korktum.
1 Mayıs öncesinde okuduğum bazı yazılar midemi bulandırdı. 1 Mayıs sonrasında okuduğum yazılar midemi bulandırdı.
* * *
Milliyetçilerin, eski ve yeni ülkücülerin; işçi sınıfı ve solcuların ülkeyi hiçbir zaman satmadıklarını, satmaya niyetli olmadıklarını artık anladıklarını sanıyorum. Eski ülkücülerden anlayanlarına rastladım, kimilerinin yazılarını okudum. Artık sendikalara, işçi hareketlerine soğuk bakmadıklarını, bakmayacaklarını tahmin ediyorum.
Milli Görüş ve İslamcı geleneğin işçi sınıfına ve sendikalara gönül yakınlığı duyması olanaksız. Onlara göre işçi sınıfı patrona biat ve itaat etmeli, onun “baba gibi” verdiğiyle yetinmeli, patronun tarikatı varken, sendikalara zinhar girmemeli.
İşçi sınıfının milliyetçi, dinci, İslamcı, ırkçı, etnik sendikaları olmaz. İşçi sınıfının bir tek sendikası olur. O sendika Cumhuriyetçidir, devrimcidir, halkçıdır, soldadır, laiktir, enternasyonalisttir. Her işçinin inancı kalbindedir ve/ama ideolojisi emeğinin ideolojisidir.
* * *
1 Mayıs’ı lütfettikleri yanılsamasıyla böbürlenenleri; barışçı 1 Mayısların demokratik açılımlar sayesinde gerçekleştiğini ileri sürenleri midem bulanarak dinledim, midem bulanarak okudum. Şimdi işçi sınıfının dostu gösterisi yapıyor ve bu sınıfın kendilerine şükran borcu olduğunu ima ediyorlardı.
Oysa, Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurup her türlü demokratik gelişimin üzerine yürüyen bunlardı geçmişte. Sendikalara ateş, taş ve sopayla saldıranlar bunlardı. Sömürüye karşı olduğunu söyleyip emeğin örgütlenmesine engel olan bunlardı. Sendikaların karşısına tarikatı çıkaran bunlardı; gerçekten çağdaş ve özgür sendika yasalarının çıkmasına engel olan bunlardı.
“Ana rahmine haklı düşenler”e, naylon demokratlara bakıyorum. 2010 1 Mayıs’ında olay çıkmamasını Ergenekon davasına bağlıyorlar. Zaten, onlara göre, 1 Mayıs 1977 katliamını da Ergenekoncu derin devlet yapmıştı. 12 Eylül’ü kim yaptıysa, 1 Mayıs 1977 katliamını da yapmıştır. Hedef belli. İşe Ergenekon’u karıştırmak, hedef şaşırtmaktır.
1 Mayıslarda utançtan evlerinden çıkmaması gerekenler bu türden cazgırlıklar yapıyor.
* * *
Sarper’in 1 Mayıs marşını Timur ve korodan dinlerken gözlerim yaşardı. Ama o alanda, işçilerin ağzından şanlı Enternasyonal’i de duymak isterdim. Umut 2011’e artık!
Yazının Devamını Oku

‘Toprak ağalığı ve Kürt sorunu’

2 Mayıs 2010
16 NİSAN 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde mutlu bir haber vardı: Bir evlilik dolayısıyla MHP ile AKP dünür oluyormuş. Güneydoğu’nun en önemli Kürt aşiretlerinden birinin lideri ve aynı zamanda AKP milletvekili olan bir muhteremin oğlu, milletvekilli ve bakan çıkarmış, yedi göbekten MHP’li bir ailenin kerimeleri ile dünya evine girecekmiş. Allah mesut etsin! Kafatasçı, ırkçı, şoven olduğu iddia edilen bir parti mensubunun Kürtlere kız vermesi Türkiye’ye yamanan bütün yalanları bozuyor.
Ama yüzyıllardır kendini sürdürebilmiş bir gerçeği de hatırlatıyor.
PERİNÇEK’İN KİTAPLARI
Dr. Doğu Perinçek Türkiye’nin en ciddi bilim adamlarından biridir. Cumhuriyet’in ve dünyasının sorunlarını ele alan binlerce sayfa yazı yazdı, onlarca kitap yayımladı. Bunlardan en sonuncusu “Kemalist Devrim-7, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu” (Kaynak Yayınları). Dr. Perinçek bu kitabında şu konuları ele alıyor: Kemalist Devrim’in köylü felsefesi ve programı; Cumhuriyet döneminde toprak ağalığı, aşiret ilişkileri ve şeyhlik; Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanı dersleri; Şark raporlarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu gerçekleri; İnönü ve Bayar raporlarının içeriği ve değerlendirmesi; Cumhuriyet yönetimine göre Kürt meselesinin özü; Şark’ta derebeyliğe karşı sınıfsal çözüm arayışları; CHP Programı ve Anayasa’da toprak reformu değişiklikleri; derebeyliğe karşı yasalar ve uygulamalar; “Derebeylik Sistemi Böyle Yıkılır mı?”; Küçük Amerika döneminde toprak reformu masalları; Bölücü terörün zemini ve nedeni; Günümüzde toprak ağalığı ve Kürt sorunu; 40 Tez: Kürt sorununa ilişkin 40 saptama ve çözüm.
Kitabın birinci sayfasına şöyle bir not düşmüşüm: Kaçan büyük fırsatın öyküsü olarak, bu özel konuda yazılmış en mükemmel kitap.
ÖNCÜNÜN İRADESİ YETMİYOR
17 Nisan 2010 günü yayımlanan “Köy Enstitüleri Kederi” başlıklı yazımdan bir bölüm aktaracağım: “Köy Enstitüleri açılırken (17 Nisan 1940) zamanlama hatası yapıldı. Dönemin iktidarı toprak reformu yapmadan, bu reformda kullanılacak kadronun hazırlanmasını öne aldı. Önce kadroyu hazırlayacak, sonra toprak reformu yapacaktı. Bu bir hata idi. Atatürk’e bile toprak reformu yaptırmayan şeyh, aşiret reisi, ağa, bey, mir, mütegallibe düzeni Köy Enstitüleri’nin yaşamasına izin veremezdi. Vermedi.”
Dr. Doğu Perinçek de birinci tezde (s. 190) şöyle diyor: “İstiklal Savaşı, köylü sayesinde kazanıldı. Ancak savaştan sonra toprak talep eden güçlü bir köylü hareketi yaşanmadı. Bu nedenle aşağıdan yukarı bir toprak devrimi gündeme gelmedi. Marx’ın belirttiği gibi, devrim olması için, devrimci bir sınıfın bulunması gerekir. Bu, her deneyimde yeniden doğrulanmıştır. Devrimci sınıf yoksa, öncünün iradesi herhangi bir devrimci uygulamayı gerçekleştirmeye yetmiyor.”
Dr. Perinçek’in kitabını özellikle Kürtler çok dikkatli okumalı: Ağalık ve şeyhlik düzeni yıkılmadan, toprak devrimi yapılmadan özgürleşemezler. Dünyanın dışında kalırlar!
Yazının Devamını Oku

1 Mayıs 2010

1 Mayıs 2010
ÇOKTANDIR Jean-Paul Sartre’a başvurmamıştım. Sartre, çağının çağdaşı olma(k) yolunda, benim hocalarımdan biridir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, her alanda bozulan oyunun kurallarına koşut olarak edebiyat alanında da bir tür durum muhakemesi yapmak zorunluluğunu duyan Jean-Paul Sartre, 1946 yılında “Les Temps Modernes” adlı bir edebiyat, siyaset ve felsefe dergisi yayımlamaya başladı. (Dergi hâlâ yayınlanıyor.) Sartre’ın derginin ilk sayısı için yazdığı sunuş yazısı çağımızın klasik metinlerinden biridir:

“İnsan bir ‘durum’dan ibarettir. Bir işçi, bir burjuva gibi düşünmekte ve hissetmekte özgür değildir; ama onun gerçek ve bütün bir insan olabilmesi için bu durumun yaşanması ve belli bir amaca doğru aşılması gerekir.”/ “Hayır, bir işçi burjuva gibi yaşayamaz; bugünkü toplumsal düzen içinde, ücretlilik durumunu sonuna kadar yaşaması, çekmesi gerekir. Bundan hiçbir kaçış yolu, başvurulacak hiçbir ‘merci’ yoktur. Fakat insan bir ağacın ya da taşın varolduğu gibi varolamaz. İşçi, kendi kendini işçi yapmalıdır. Sınıfı, ücreti, işinin niteliği tarafından bütünüyle; duygularına ve düşüncelerine varıncaya dek, koşullanmış iken, kendinin ve yoldaşlarının durumuna verilecek anlamı kararlaştıran odur. Kendisini boyun eğen ya da başkaldıran olarak seçmesine göre, tamamen özgür olarak, emekçi sınıfına ya süresiz bir ezilme ve aşağılanma geleceği, ya da bir kazanım ve zafer geleceği sunan odur. Ve işte bu seçimin sorumluluğunu taşır. Seçmemekte özgür değildir!” (Jean-Paul Sartre, “Situations II.” , Gallimard 1948, s. 27)

TEKEL’İN İŞÇİLERİ TARİKATIN İŞÇİLERİ

Sınıf bilincini oluşturan nesnel koşulları etkili bir biçimde açıklayan satırlar bunlar. Hatta, Sartre’ın yazdıklarını işçilerin diline bile çevirmek gereksiz.

Taksim’de ayakkabı boyayan bir yeniyetmenin, Çukurova’da pamuk toplayan bir delikanlının Camel sigarası içtiğini düşünelim. İçerler! İçmeleri, varsayımsal bir klas ve statü sorunudur. Serap içinde yaşamaktadırlar. Sıradan biri için içtiği sigaranın markasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan parayı nasıl kazandığıdır. Kendini işçi, emekçi gibi hisseden, hissetmek zorunda olan bir insan Camel sigarası iç(e)mez, içerse soytarılaşır. Siyasal bilinçleri, sınıf bilinçleri olmadığı için bu türden insanları tavlamak çok kolaydır.

İki işçi örneğini düşünelim: Birincisi kışın ayazında Ankara’da direnen Tekel işçileri. İkincisi, Kayseri kobilerinden birinde çalışan ve patronunun tarikatında olan bir işçi.

Birincisi gerçekten işçidir, sınıf ve siyaset bilinci vardır. Bu nedenle devrimci ve ilericidir.

İkincisi için en büyük ödül patronuyla birlikte umreye ve hacca gitmektir. Ne siyasal ne de sınıfsal bilinci vardır. Bir modern köledir!

Yazının Devamını Oku

Özgürlüğün paylaşımı

30 Nisan 2010
2010 yılı sonbaharında Türkiye’ye konferans vermeye gelecek olan Fransız filozof Jean-Luc Nancy’nin Özgürlük Deneyimi (Ara-lık Yayınları) adlı kitabında “Özgürlüğün Paylaşımı” başlıklı bir bölüm var: “Özgürlüğün Paylaşımı: Eşitlik, Kardeşlik, Adalet”.

Hürriyet’te yayımlanan yazılarımda, okurla arama girecek her türlü yabancılaş(tır)madan kesinlikle uzak durmak istiyorum. Edebiyat ve felsefeyi edebiyat dergilerine bırakıyorum. Edebiyat dergisinde, özgürlükle ilgili olarak şunları yazabilirim:

“Eksiksiz özgürlük yalnızlıktır ve tek mekânda yaşamaya mahkûmiyettir. Belki yalnızlıktan da öte bir durum ve konum: Teklik, tek oluş, tek kalış. Tek kalarak nasıl eşit ve kardeş olacağız? Din belki kardeşliği sağlayabilir, belki, ama özgürlüğü ortadan kaldırarak! Öteki dinlerle çatışarak hangi kardeşlik?” Can sıkıcı laflar!

FB TRİBÜNÜNDEN İZLEMEK


Tarikat ehli, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyor. Ne olacak şimdi? Müritler kendi aralarında belki eşittir ve kardeştir (gene belki) ama kesinlikle özgür değildir. Şeyhin varsa ona biat ve itaat edeceksin. Oysa özgür insan ne biat ne de itaat eder. Özgür insan bilinciyle, özgür iradesiyle seçer. Ben kişisel olarak bir şeyhe biat ve itaat edeceğime, beni baştan çıkarmak isteyen şeytanla savaşmayı yeğlerim. İnsana yaraşan da budur.


Yazının Devamını Oku

Anayasa Hukuku dersleri

28 Nisan 2010
ANAYASA’nın 2. maddesinde yazdığına göre: Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti ise ve uygulamada öyle kalacaksa, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bütün bakanların, bütün milletvekillerinin, bütün gazete yazıcılarının ve bütün entelijansiyanın bir Anayasa Hukuku ders kitabı edinip baştan sona hatmetmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Hukuk diploması almış olanlar da bilgi tazelemek için aynı şeyi yapmalıdır.

Ben bu işi yıllardır yapıyor ve faydasını görüyorum.

Anayasa Hukuku ders kitaplarından birini okuyup iyice anlamamış olanlar, darbenin sadece silah ile yapıldığını sandıkları için, Sivil Darbe olasılığına katıla katıla gülüyorlar.

Sivil Darbe yapmanın en kolay yolu hukuksuz bir devlet yaratmaktır.

Yazının Devamını Oku

Hukukun genel ilkeleri

27 Nisan 2010
DEĞERLİ dostum (hukuk alanında Prof. Dr.) Aydın Aybay yılda birkaç kez bana mektup yazar.

Son mektubunda, Adalet Bakanı’nın pek sevdiği jüristokrasi icadını ele alıp “Hukuk edebiyatında ‘jüristokrasi’ şeklinde yerleşmiş bir terim ve kavram yoktur. Bunu kendisi uyduruyor” dedikten sonra, çilesini çektiğimiz hukuk kargaşasına değiniyor:

DEKORATİF KATILIM!

[“Dünya hukuk âlemindeki değişiklikleri ve yenileşmeleri ucundan kıyısından gücüm yettiği kadar izlemeye gayret ediyorum. Bu arada bizim ‘Adalet Reformu’ girişimi ile de ilgilenip, karşılaştırmalar yapıyorum. Avrupa’da, son yılların en ilginç ve kapsamlı hukuk reformu ‘İrlanda Cumhuriyeti’nde’ yapılıyor. Yeni bir şey değil; 1975’te bu amaçla kurulan ve sürekli çalışmalar yaparak, her yıl çeşitli alanlardaki ürünlerini orada Adalet Bakanlığı’na tekabül eden makama ayrıntılı raporlarla sunan komisyonlar teşkil etmişler. Bu komisyonların üyeleri öyle parlamentodan veya yürütme organından (Adalet Bakanlığı’ndan) seçilmemiş; ülkenin ünlü hukukçuları (avukatlar, hukuk profesörleri gibi) arasından atanmış kişiler.

Bizim Bakanlığın Hukuk Reformu tasarısında çok ilginç bir görüş var: Deniyor ki ‘kooptasyon’ denilen oluşum ‘çok kaka’ bir şeymiş! Dünyada hiçbir yerde ‘kabul görmemiş’ bir düzenmiş. Kanıtı nedir diye sorarsanız, yanıtı ‘işte öyle’den ibaret. Eski dildeki deyimle ‘kavli mücerret’ yani! Sonra, örneklere geçiliyor: İlki Fransa; HSYK’ya tekabül eden organda 22 kişi var. 12’si (6 savcı, 6 hâkim) meslektaşlarınca seçiliyor. Yargıtay Başkanı ve Yargıtay Başsavcısı doğal üye.

Yazının Devamını Oku

Nasıl bir başkanlık sistemi?

25 Nisan 2010
NASIL olacağını bilmeden kendi adıma başkanlık sistemine olumlu oy veremem. 1. ABD usulü tam başkanlık sistemi mi olacak?
2. Yoksa Fransa usulü yarı başkanlık sistemi mi?
Anladığım kadarıyla Başbakan Erdoğan’ın aklından ve gönlünden geçen ABD tarzı bir tam yağlı başkanlık sistemi. Olabilir, o zaman gene iki sorum var?
1. Alaturka bir “Küçük Amerika” başkanlık sistemi mi?
2. Yoksa ABD örneğine uygun bir başkanlık sistemi mi?
SEÇMEK İSTER MİSİNİZ?
1. Alaturka “Küçük Amerika” başkanlık sistemi: Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı’nı halk doğrudan doğruya seçecek, TBMM’nin yanı sıra (belki) uyduruk bir Senato da olacak. Başkan, Bakanlar Kurulu’nu bizzat seçecek; Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu seçecek; Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri’nin Başkomutanı olacak; Genelkurmay Başkanı’nı, kuvvet komutanlarını bizzat seçecek; bütün illerin valilerini, kaymakamlarını, polis müdürlerini seçecek; dilerse, Türkî cumhuriyetlerde olduğu gibi referandum yapıp kendini ebedî başkan seçtirecek; ölümünden sonra yerini, Suriye’de olduğu gibi oğluna ya da damadına bırakacak.
Böyle bir başkanlığa R. T. Erdoğan ya da Abdullah Gül’ü seçmek ister misiniz?
2. ABD tarzı başkanlık sistemi: Türki-ye’deki iller ABD eyaletleri gibi özerk olacak ya da Türkiye 8-10 eyalete bölünecek. Türkiye ister 81 ister 15 eyalet olsun, her eyalet kendi valilerini ve temsilciler meclislerini seçecek. İstanbul’da (artık Ankara başkent olarak kalamaz) senatosu ve temsilciler meclisi ile bir Kongresi olacak.
Her vilayetin kendi Anayasası, kendi yasaları, kendi vergi idareleri olacak; her vilayet kendi eğitim-öğretim sisteminde özerk olacak; kendi polis teşkilatını ve şeriflerini seçecek. Bu yerel polis teşkilatlarına paralel olarak bir de Federal Polis teşkilatı kurulacak. MİT’in adı CIA’ya çevrilecek ve başkanı doğrudan TC Başkanı’na bağlı olacak.
Başkan mebzul miktarda danışman kullanacak ve dış politikayı bizzat yönetecek.
Böyle bir başkanlığa R. T. Erdoğan ya da Abdullah Gül’ü seçmek ister misiniz?
ANADOLU BİRLEŞİK CEMAHİRİYYESİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı bu ölçüde değiştirileceğine göre mevcut Anayasa’nın değiştirilmez ilk dört maddesi değiştirilecek ve bu vesile ile Laiklik ilkesi ya tamamen kaldırılacak ya da yerine Ilımlı İslam ilkesi ikame edilecek.
Bu da yetmez: Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları yürürlükten kaldırılacak; medrese, tekke ve zaviye açmak, kılık kıyafet serbest bırakılacak.
Türkiye başkanlık sistemini kabul ederse, bunların hepsi olacak. Ancak özerk il ya da eyaletlerin hepsi böyle bir sistemi kabul etmeyecekleri için türlü-çeşitli bir Türkiye olacak!
Bazıları laik, bazıları ılımlı İslam! Devletin adı da “Anadolu Birleşik Cemahiriyyesi” olarak değiştirilecek. Haydi, hayırlı ve uğurlu olsun!
Yazının Devamını Oku

AKP’nin elindeki fırsat

24 Nisan 2010
KENDİ değişeceğine Anayasa’yı değiştirmek istiyor! Naylon demokratların “çağdaş, ilerici, yenilikçi, değişimci” diye pohpohladığı bir iktidar, kendi değişeceğine Anayasa’yı değiştirmek istiyor. Ve gene o naylon demokratlar tarafından demokrasinin uçbeyi olmakla taltif ediliyor. İktidarın aklı varsa, bu türden yıkama-yağlama servislerine inanmayıp naylon demokrat denen çetenin cemaziyülevvelini dikkate alması gerekir!
Aslına bakarsanız, iktidar, yaptıklarının demokrasiyle, demokrasi okyanusuna açılmakla ilgili olmadığını elbette biliyor. Niyeti türlü gözbağcılıkla tekneyi karada yürütüp totaliter bir iç denizde iskeleye bağlamak!
DÜŞÜK YAPMIŞ DARBE!
Bir iktidarın demokrasiyle, hak-hukukla, özgürlüklerle ilgili olumlu niyet ve kaygıları olmayabilir. Bunun demokratik hesabını seçimlerde kendisi verecektir. Ama seçmenin demokrasiye meyilli niyet ve talepleri varsa. Yoksa, sen sağ ben selamet!
Ama, naylon demokratlar, durmadan demokrasi goygoyculuğu yapıyorlar ve ana muhalefet partisi CHP’yi tembellikle, muhalefet yapmamakla suçluyorlar.
Son bir örnek: AKP iktidarı güya askeri darbelerle mücadele edecek. Olmuşların, yapılmışlarının hukuki hesabını sormadan, en iyi olasılıkla “düşük yapmış darbe” olarak tanımlanacak kurguların peşinde. Kuru deriden bal çıkarmaya çalışıyor.
Tam bu sırada, AKP iktidarı demokrasi çalım ve nümayişi ile kostaklanırken, münafık CHP’nin bir münafık milletvekili Mersinli Ali Rıza Öztürk ve 34 arkadaşı “faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için Meclis araştırması açılmasını” isteyen bir önerge veriyor. Amaç: İktidarın demokratik açılımına katkıda bulunmak; adaleti sağlayarak huzursuz ruhları huzura kavuşturmak! Ama olan ne? 6 Nisan günü AKP Meclis grubunun oylarıyla CHP önergesi reddediliyor. Kimi saflara göre, bu ret, AKP’den beklenmemesi gereken bir tepki. Oysa aynı konuda yüz kez öneri verilse AKP Meclis grubu bu önergeyi yüz kez reddeder.
ABRAKADABRAYLA GEÇİLMEZ
İşliden çok işsizin yaşadığı doğu ve güneydoğuyu konuşmanın gereği yok. Biliyoruz. Orada PKK’nın despotizmi, toprak ağalarının, aşiret reislerinin temsil ettiği feodalizm sona ermeden, çiftçi topraklandırılmadan, GAP tam gün çalışmadan ciddi bir şey yapmak mümkün değil.
Güneyde, Ege ve Marmara Bölgesi’nde traktörlü-mraktörlü modern tarım yapan çiftçilerin yirmi-otuz binlercesi can ve mal derdine düşmüş durumda. Traktörler satışta, evler ve tarlalar haciz altında. Topu atmışlar, kârı kediye yüklemişler. Kepenk indiren esnaf kan ağlıyor!
AKP iktidarı bu sırat köprüsünden
Anayasa değişikliği abrakadabrasıyla geçemez. Geçse de hayır gelmez. Elindeki büyük fırsatı kaçırıyor: Kimseye avuç açmadan, kendi oylarıyla, Siyasal Partiler Yasası’nı, Seçim Yasası’nı değiştirsin, seçim barajını kaldırsın; antidemokratik yasaların tamamını demokratikleştirsin ve öteki partileri Anayasa’yı ortaklaşa değiştirmek için masaya çağırsın! Yedi kat yeminli muhaliflerinin bile gönlünü kazanır o zaman! Ama artık çok geç, çoookkk!..
Yazının Devamını Oku