İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, her alanda bozulan oyunun kurallarına koşut olarak edebiyat alanında da bir tür durum muhakemesi yapmak zorunluluğunu duyan Jean-Paul Sartre, 1946 yılında “Les Temps Modernes” adlı bir edebiyat, siyaset ve felsefe dergisi yayımlamaya başladı. (Dergi hâlâ yayınlanıyor.) Sartre’ın derginin ilk sayısı için yazdığı sunuş yazısı çağımızın klasik metinlerinden biridir:
“İnsan bir ‘durum’dan ibarettir. Bir işçi, bir burjuva gibi düşünmekte ve hissetmekte özgür değildir; ama onun gerçek ve bütün bir insan olabilmesi için bu durumun yaşanması ve belli bir amaca doğru aşılması gerekir.”/ “Hayır, bir işçi burjuva gibi yaşayamaz; bugünkü toplumsal düzen içinde, ücretlilik durumunu sonuna kadar yaşaması, çekmesi gerekir. Bundan hiçbir kaçış yolu, başvurulacak hiçbir ‘merci’ yoktur. Fakat insan bir ağacın ya da taşın varolduğu gibi varolamaz. İşçi, kendi kendini işçi yapmalıdır. Sınıfı, ücreti, işinin niteliği tarafından bütünüyle; duygularına ve düşüncelerine varıncaya dek, koşullanmış iken, kendinin ve yoldaşlarının durumuna verilecek anlamı kararlaştıran odur. Kendisini boyun eğen ya da başkaldıran olarak seçmesine göre, tamamen özgür olarak, emekçi sınıfına ya süresiz bir ezilme ve aşağılanma geleceği, ya da bir kazanım ve zafer geleceği sunan odur. Ve işte bu seçimin sorumluluğunu taşır. Seçmemekte özgür değildir!” (Jean-Paul Sartre, “Situations II.” , Gallimard 1948, s. 27)
TEKEL’İN İŞÇİLERİ TARİKATIN İŞÇİLERİ
Sınıf bilincini oluşturan nesnel koşulları etkili bir biçimde açıklayan satırlar bunlar. Hatta, Sartre’ın yazdıklarını işçilerin diline bile çevirmek gereksiz.
Taksim’de ayakkabı boyayan bir yeniyetmenin, Çukurova’da pamuk toplayan bir delikanlının Camel sigarası içtiğini düşünelim. İçerler! İçmeleri, varsayımsal bir klas ve statü sorunudur. Serap içinde yaşamaktadırlar. Sıradan biri için içtiği sigaranın markasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan parayı nasıl kazandığıdır. Kendini işçi, emekçi gibi hisseden, hissetmek zorunda olan bir insan Camel sigarası iç(e)mez, içerse soytarılaşır. Siyasal bilinçleri, sınıf bilinçleri olmadığı için bu türden insanları tavlamak çok kolaydır.
İki işçi örneğini düşünelim: Birincisi kışın ayazında Ankara’da direnen Tekel işçileri. İkincisi, Kayseri kobilerinden birinde çalışan ve patronunun tarikatında olan bir işçi.
Birincisi gerçekten işçidir, sınıf ve siyaset bilinci vardır. Bu nedenle devrimci ve ilericidir.
İkincisi için en büyük ödül patronuyla birlikte umreye ve hacca gitmektir. Ne siyasal ne de sınıfsal bilinci vardır. Bir modern köledir!
Hürriyet’te yayımlanan yazılarımda, okurla arama girecek her türlü yabancılaş(tır)madan kesinlikle uzak durmak istiyorum. Edebiyat ve felsefeyi edebiyat dergilerine bırakıyorum. Edebiyat dergisinde, özgürlükle ilgili olarak şunları yazabilirim:
“Eksiksiz özgürlük yalnızlıktır ve tek mekânda yaşamaya mahkûmiyettir. Belki yalnızlıktan da öte bir durum ve konum: Teklik, tek oluş, tek kalış. Tek kalarak nasıl eşit ve kardeş olacağız? Din belki kardeşliği sağlayabilir, belki, ama özgürlüğü ortadan kaldırarak! Öteki dinlerle çatışarak hangi kardeşlik?” Can sıkıcı laflar!
FB TRİBÜNÜNDEN İZLEMEK
Tarikat ehli, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyor. Ne olacak şimdi? Müritler kendi aralarında belki eşittir ve kardeştir (gene belki) ama kesinlikle özgür değildir. Şeyhin varsa ona biat ve itaat edeceksin. Oysa özgür insan ne biat ne de itaat eder. Özgür insan bilinciyle, özgür iradesiyle seçer. Ben kişisel olarak bir şeyhe biat ve itaat edeceğime, beni baştan çıkarmak isteyen şeytanla savaşmayı yeğlerim. İnsana yaraşan da budur.
Hukuk diploması almış olanlar da bilgi tazelemek için aynı şeyi yapmalıdır.
Ben bu işi yıllardır yapıyor ve faydasını görüyorum.
Anayasa Hukuku ders kitaplarından birini okuyup iyice anlamamış olanlar, darbenin sadece silah ile yapıldığını sandıkları için, Sivil Darbe olasılığına katıla katıla gülüyorlar.
Sivil Darbe yapmanın en kolay yolu hukuksuz bir devlet yaratmaktır.
Son mektubunda, Adalet Bakanı’nın pek sevdiği jüristokrasi icadını ele alıp “Hukuk edebiyatında ‘jüristokrasi’ şeklinde yerleşmiş bir terim ve kavram yoktur. Bunu kendisi uyduruyor” dedikten sonra, çilesini çektiğimiz hukuk kargaşasına değiniyor:
DEKORATİF KATILIM!
[“Dünya hukuk âlemindeki değişiklikleri ve yenileşmeleri ucundan kıyısından gücüm yettiği kadar izlemeye gayret ediyorum. Bu arada bizim ‘Adalet Reformu’ girişimi ile de ilgilenip, karşılaştırmalar yapıyorum. Avrupa’da, son yılların en ilginç ve kapsamlı hukuk reformu ‘İrlanda Cumhuriyeti’nde’ yapılıyor. Yeni bir şey değil; 1975’te bu amaçla kurulan ve sürekli çalışmalar yaparak, her yıl çeşitli alanlardaki ürünlerini orada Adalet Bakanlığı’na tekabül eden makama ayrıntılı raporlarla sunan komisyonlar teşkil etmişler. Bu komisyonların üyeleri öyle parlamentodan veya yürütme organından (Adalet Bakanlığı’ndan) seçilmemiş; ülkenin ünlü hukukçuları (avukatlar, hukuk profesörleri gibi) arasından atanmış kişiler.
Bizim Bakanlığın Hukuk Reformu tasarısında çok ilginç bir görüş var: Deniyor ki ‘kooptasyon’ denilen oluşum ‘çok kaka’ bir şeymiş! Dünyada hiçbir yerde ‘kabul görmemiş’ bir düzenmiş. Kanıtı nedir diye sorarsanız, yanıtı ‘işte öyle’den ibaret. Eski dildeki deyimle ‘kavli mücerret’ yani! Sonra, örneklere geçiliyor: İlki Fransa; HSYK’ya tekabül eden organda 22 kişi var. 12’si (6 savcı, 6 hâkim) meslektaşlarınca seçiliyor. Yargıtay Başkanı ve Yargıtay Başsavcısı doğal üye.