Özdemir İnce

İkinci İnönü Zaferi

31 Mart 2010
GÜNÜMÜZ münafıklıklarının, fesatçılarının taa 1920 başlarına kadar giden kökleri var.

Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sını bugün de kaynak olarak kullanacağım:

“İnönü savaşları, çete devrinden çıkan Anadolu’nun nizamlı ordusu ile ilk kazandığı zaferlerdir. Bu iki zaferin arkasından Sakarya, onun arkasından da Afyon ve Dumlupınar gelir. Sakarya, Afyon, Dumlupınar, sadece, yüksek bilgili sanatçı komutanların emri altındaki nizamlı ordular tarafından başarılabilecek tarihî savaşlardır. Gerilla işleri değildir.” (s. 331)


Oysa Birinci İnönü’den önce düzenli ordu kurulmasını istemeyen, savaşı çetelerle sürdürmek isteyen milletvekilleri ve komutanlar vardı:

“Unutulmamalıdır ki, Birinci İnönü Savaşı, cephe gerisinde orduyu isteyenler ve istemeyenler arasındaki kavga ile aynı günlerde olmuştur. Şahsî rakiplikler ve hırslar yüzünden davanın kazanılması ile kaybedilmesinin oynak talihinin küçük cilvesine bağlı kaldığını öğrenmek şimdi bile tüyler ürpertici bir şey değil midir?” (s. 331)


Yazının Devamını Oku

Mustafa Kemal’den kurtulmak

30 Mart 2010
ABD ile AB Mustafa Kemal’den kurtulmak istiyor!

Sadece onlar mı? İslamcılar var, İkinci Cumhuriyetçiler var, eski ve yeni mürteciler var. Kürtçüler var. Var oğlu var!Var da, Lenin gitti, Stalin gitti, Hitler gitti, Mussolini gitti, Salazar gitti, Franco gitti. Bütün iç ve dış düşmanları gitti. Yenileri geldi ve gidecek, ama Mustafa Kemal var.YÜZDE YÜZ BİRİ VARTarihimizle yüzleşmemiz istenmiyor mu? Biz de öyle yapalım ve Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına (Pozitif Yayınları, s. 283, 284) başvuralım:1919 yılında bazı Osmanlı aydınları bir uyanış hareketi için önder aramaktadır. Refet Bey’i (Bele’yi) de bir gün toplantıya çağırırlar. Düşüncesini sorarlar. Refet Bey, “Siz düşünün, ben de aradığınız adamın kim olabileceğini araştırayım” der. Aydınlar ertesi toplantıda Rauf Bey’i (Orbay’ı) düşündüklerini söylerler. Refet Bey onları şöyle yanıtlar:“Yüzde elli bulmuşsunuz. Bende bir yüzde yüz var, bizi kurtarır ama biz ondan nasıl kurtuluruz bilemem” der. (Refet Bey, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşıdır.)“Canım, gâvura kalmaktansa ona kalırız.”“Mustafa Kemal!” İttihatçıların daha Selanik’te iken vurdukları damga üstündedir: ‘Haris’tir, hiçbir rütbe ve makama doymaz. İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre ‘sefih’tir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için ‘uzlaşılmaz’ bir adamdır.ÇANKAYA’YI OKUYUN, OKUTUN“Mustafa Kemal, Osmanlı düzenini altüst eden devrimler yapılmadıkça bizim Batı medeniyeti toplumu olamayacağımızı ve bunu da, her çeşit yoklamalardan sonra gerçekleştirebileceği inancında idi.Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay gibi kendisine, başımızsın, diyen arkadaşlarının bile başkan olmaması için nasıl çalıştıklarını biliyoruz. Onsuz olmazdı, o olmalı idi, hareket kolektif, Mustafa Kemal bu kolektifin gölgesinde kalmalı idi.” (s. 284)Dün bir bugün iki, daha Sivas Kongresi toplanmamış, ona “İçimizde ol, başımızda ol, bizi yönet ama kongre başkanı olma!” diyorlar. Kim diyor? En yakın arkadaşları!Ağustos 1921 ve Ağustos 1922’de iki Meydan Savaşı kazanmış Başkomutan’dır Mustafa Kemal. Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak anılan Ağustos 1922’den önce, Meclis’te ordunun bir saldırı savaşına girişmesine karşı olanlar vardı. Bunlara göre, artık yumuşamış olan İngilizlerle anlaşma yapılabilirdi. Ama asıl amaçları İstanbul ile birleşmek ve Mustafa Kemal’den kurtulmak idi. (s.355)En yakın arkadaşlarının bile en büyük korkuları Mustafa Kemal’in Yunan’ı yenmesi idi. Günümüzü anlamak ve anlatmak için Çankaya’yı okuyun, okutun!

Yazının Devamını Oku

Çankaya’yı okurken

28 Mart 2010
CUMA günü yayımlanan “Halkın Değerleri ve Demokrasi” yazımda Falih Rıfkı Atay’ın (1894-1971) “Çankaya” (Pozitif Yayınları, 1961) adlı kitabından alıntı yapmıştım.

Bugün sizin huzurunuzda günah çıkartacağım: 1961 yılında yayımlanan bu kitabı 2010 yılında okudum. Aslına bakarsanız F. R. Atay’ı bugüne kadar çok ciddi okuduğum da söylenemez. Ne oldu da böyle bir hata oldu? Aslına bakarsanız her ciddi okurun hayatında böyle kazalar olur, vardır. Ancak yerine yenisi çıkmayacağı için çekilmiş bir diş gibi boşluk bırakır.

Falih Rıfkı Atay gazeteci, yazar, siyaset adamı. Dahiliye Nezareti’nde Talat Paşa’nın hususi kalem memuru oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye’de Cemal Paşa’nın yanında Dördüncü Ordu Karargâhı’nda yedek subay olarak önemli bir şube şefiydi. Cemal Paşa Bahriye Nazırı olunca onun hususi kalem müdür yardımcılığını yaptı.

İDAMDAN DÖNEN HAYAT

Daha başından itibaren, ortağı olduğu Akşam Gazetesi’nde Mustafa Kemal’i ve Milli Mücadele’yi destekledi. Mustafa Kemal’in isteği üzerine Anadolu’ya geçmeyip İstanbul’da kaldı. Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’i destekleyen yazıları yüzünden idam isteğiyle Divan-ı Harb’e verildi. Fakat İnönü Zaferi üzerine serbest bırakıldı. 10 Eylül 1922’de İzmir’de Mustafa Kemal ile buluştu ve 10 Kasım 1938’e kadar hep onunla birlikte oldu.

Hâkimiyet-i Milliye, Ulus, Milliyet ve 1952 yılında Bedii Faik’le birlikte kurduğu Dünya Gazetesi’nin başyazarlığını yaptı.

Yeni Türk alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeni’nde ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunda görev aldı. 1950’lerde Dünya Gazetesi’nde Demokrat Parti siyasetine karşı Cumhuriyet ve devrimlerini savundu.

KENDİ KENDİNE VEFALI LİDER

Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”

Yazının Devamını Oku

Noam Chomsky ne diyor?

27 Mart 2010
BİRGÜN dikkatle okuduğum iyi bir gazete. 10 Mart 2010 tarihli sayısında, Tanju Arman’ın ABD’li siyaset uzmanı ve dilbilimci Noam Chomsky ile yaptığı bir söyleşi yayımlandı.

Noam Chomsky benim 1973’ten bu yana tanıdığım bir düşünür yazar. Türkçeye henüz çevrilmediğini sandığım “Problems of Knowledge and Freedom” (Fontana/Collins) adlı kitabını 1974 yılında Ülker’e armağan olarak almışım. Türkçe adı: “Bilgi ve Özgürlük Sorunları”.

* * *

Tanju Arman soruyor: “Türkiye şu sıralar Ergenekon davasında Tekel işçileri ve destekçilerinin protestolarına kadar ilginç evrelerden geçiyor. Din bazlı muhafazakâr iktidar partisi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde ilk kez ‘dokunulmaz’ bir orduyu darbe girişimleri konusunda sorgulayabiliyor. Sizinle darbe konusunu ele almak istiyorum.”

Noam Chomsky yanıtlıyor: “Hükümetin din bazlı olduğu kesin ama muhafazakâr olarak tanımlanmalarını ilginç buluyorum. Zira laik hükümetlerden daha yenilikçi oldukları bir gerçek.”

Yazının Devamını Oku

Halkın değerleri ve demokrasi

26 Mart 2010
‘HALKIN değerleri’ açısından Mustafa Kemal Paşa’yı değerlendirelim: Kurtarıcı Mustafa Kemal Paşa’ya “Evet!” ama devrimci Gazi Paşa’ya “Hayır!”

Halkın değerlerini, sanırım, en iyi bu formül açıklıyor.

Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyetçi olmasaydı, Osmanlı hanedanına son verip kendi hanedanını kursaydı, Padişah ve Halife olsaydı, “halkın değerleri” kesinlikle karşı çıkmazdı.

O dönemi Falih Rıfkı Atay, “Çanka-ya”da (Pozitif Yayınları) şöyle tasvir ediyor:

“Hocalar vardır. Bazıları aydıncadırlar. Çoğu tam kara kuvvettirler. Birinciler kendi hallerine bırakılsalar, eski binadan hiçbir taş kımıldatmazlar ve halk arasına uyanık hocalıklarını değil, taassubu okşayan riyakârlıklarını kullanırlar. Mustafa Kemal, bunlardan hilâfetin dinde yeri olmadığını dini delilerle ispat ettirerek faydalanacaktır. Kara kuvvet ise, Mustafa Kemal halife olsa kabul edecektir. Fakat hilâfeti kaldırınca da kendilerine sağladığı menfaatler yüzünden, sessiz ve sinik fırsat bekleyecektir.” (s. 419)

Yazının Devamını Oku

Statüko ve parti kapatmak

24 Mart 2010
ADAMIN biri “Statükocu partiler zafer kazanıncaya kadar tekrar mı edilecek seçimler?” diye soruyor.

Şu “statüko” sözcük-kavramının anlamını bir türlü öğrenemedi yazıcılar. Ama ben öğretinceye kadar yazmaktan vazgeçmeyeceğim.


Latince “Status quo”nun Türkçe anlamı: Var olan durum, mevcut düzen.


Siyasal partiler bağlamında statüko kapitalist düzeni sürdürmeyi savunan sağcı, burjuva partileri işaret eder. Ama bu anlamda kullanmıyorlar. Statüko, karşıtları için, burnu kırılması gereken “Cumhuriyet”, kökü kazınması gereken devrimlerdir. AKP ve yandaşlarına göre “Statüko = laik düzen”dir! Bu durumu “askeri vesayet” diye ifade ediyorlar. Ayrıca Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi de statükonun temsilcileridir.


Evrensel anlamda “statüko”, kurulu düzen, kapitalist düzen anlamına gelir. Sol, sosyalist ve komünist partiler statüko karşıtı partilerdir.

İLK 4’TE UZLAŞMAK ZORUNLU

Yazının Devamını Oku

Anayasa’nın geçici 15. maddesi

23 Mart 2010
GEÇİCİ 15. MADDE: “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.

Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmalarından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.”

İŞKENCEDEN 171 ÖLÜM

12 Eylül döneminde meydana gelen olaylar: 650 bin kişi gözaltına alındı./1 milyon 683 bin kişi fişlendi./7 bin kişi için idam cezası istendi./517 kişiye idam cezası verildi./Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26’sı siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı.

/71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı./98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı./388 bin kişiye pasaport verilmedi./30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı./14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı./30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti./300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü./171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi./937 film sakıncalı olduğu için yasaklandı./23 bin 677 derneğin faaliyetleri durduruldu./3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 yargıcın işine son verildi./400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi./Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi./31 gazeteci ceza evine girdi. /300 gazeteci saldırıya uğradı./3 gazeteci silahla öldürüldü./Gazeteler 300 gün yayın yapamadı./13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

/39 ton gazete ve dergi imha edildi./Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi./144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü./14 kişi açlık grevinde öldü./16 kişi kaçarken vuruldu./95 kişi çarpışmada öldü./73 kişiye doğal ölüm raporu verildi./43 kişinin intihar ettiği bildirildi.

YA İDAMLAR, SÜRGÜNLER

Yazının Devamını Oku

21 Mart Dünya Şiir Günü konuşması

21 Mart 2010
21 MART, önemli bir gün: Irk Ayrımıyla Savaş Günü; Nevruz; Orman Haftası; gece ve gündüzün eşitlendiği gün ve Dünya Şiir Günü! Birkaç yıldır gelenek oldu: Dünya Yazarlar Örgütü PEN’in Türkiye merkezi her yıl bir şaire PEN Şiir Ödülü veriyor. Bu ödülü alan şair 21 Mart günü bir bildiri yayımlıyor. 2010 yılının bildirisini, verilen ödül gereği ben yazdım:
* * *
New York’un Brooklyn Köprüsü’nde dilenen bir kör dilenci varmış. Köprüden gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük gelirinin ne kadar olduğunu sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerine kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra dilencinin boyuna asmış ve şöyle demiş: “Tabelaya gelirinizi arttıracak bir şeyler yazdım. Bir hafta sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana”. Dediği gibi bir hafta sonra gelmiş. Kör dilenci:
“Bayım size nasıl teşekkür etsem azdır. Şimdi günde on-on beş kadar topluyorum. Olağanüstü bir şey. Tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız?” demiş.
“Çok basit, diye yanıtlamış adam, tabelanızda ‘Doğuştan kör’ yazıyordu, onun yerine ‘Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim’ diye yazdım.”
Şiirin, söz sanatının gücünü anlatmak için, öylesine çok kullandım ki bu sözleri, sonunda sanki benim oldu. Okurlar artık Roger Caillois’nın adını unutup buluşun bana ait olduğunu sanıyorlar. Ancak, ben, şiirin söz gücüne ağırlık verirken, olgunun bir başka yönünü unutmuşum: “Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim” cümlesi tersine bir etki yapıp kör dilenciyi iki dolarından da edebilirdi. Demek ki şiirin şiir olması için algılanması, alımlanması da gerekir. Bu da mümkün. Ama bu ilişki de tehlikeli. Ya alımlayıcı şiiri algılayacak düzeyde değilse. Bu da çok olası. Özellikle yeni ve yol açıcı şiir için.
Uzun süredir, yazdıklarımın alımlanması artık hemen hemen ilgilendirmiyor beni. Bu nedenle şiir sanatının övgüsünü yapmayacağım; şairin ve şiirin gücünü öne çıkartmayacağım.
Şiirlerimi soyut ve yaşsız bir okur (sadece “bir” okur) için yazdığımı anlamış bulunuyorum. Şairleri Tekel emekçilerinin eylemi için şiir yazmaya teşvik eden benim gibi birinin onu sorumluluklarından soyundurduğum ve çelişkiye düştüğüm sanılmasın sakın. Ben şairlerin şiirlerini o biricik ve anonim okur için yazmalarını istedim. Tekel işçilerinin eylemi sadece yaralayıcı, acıtıcı bir izlek!
Bugünlerde yayımlanması gereken ‘Toplu Şiirler’imin birinci cildinin önsözü şöyle bitiyor:
“Size içtenlikle bir şey söyleyeceğim: Şiirlerimin, kuramsal yazılarımın, denemelerimin, çevirilerimin ve gazete yazılarımın ölümümden sonra başlarına gelecekler hiç ilgilendirmiyor beni. Unutulurlar mı, unutulmazlar mı, yaşarlar mı, yaşamazlar mı? Bunlar hiç ilgilendirmiyor beni. Ben onları yazarak kendime bir hayat kurdum ve bu hayatta mutlu oldum. Belki başkalarını da biraz mutlu etmişimdir. Olabilir!”
Şairin şiiri hiçbir zaman ısmarlanmamıştır: Ne zamanı vardır ne de mekânı. Ama bu nedenle hem zamanı vardır, hem de mekânı. Bir gün terekesi açılır, borcu ve alacağı ölçülür. Ama şairin ne borcu vardır, ne de alacağı. Habersiz gelir, habersiz gider.
Yazının Devamını Oku