20 Mart 2010
(2008’de yazıp yayımlamadığım bir yazı): Prof. Dr. Nur Vergin, “Din, Toplum ve Siyasal Sistem” (Bağlam Yayınları) kitabında yer alan “Din ve Muhalif Olmak: Bir Halk Dini Olarak Alevilik” (s. 66) adlı makalesinde, Osmanlı dönemi toplumsal yapılanmasını merkez ve çevre olmak üzere iki düzlemde konumlandırır ve bu ikilinin özelliklerini belirler: MERKEZ: 1. Kentliler ve yerleşik halk, 2. Askeri sınıf, 3. Etnik heterojenlik (karışık çoğul etnisite), 4. Ortodoks İslam (Sünni), 5. Arap-Fars kültürü, 6. “Osmanlıca”.
ÇEVRE: 1. Göçebeler, 2. Halk tabakaları (reaya), 3. Etnik homojenlik (türdeşlik) (Türkmen), 4. Heterodoks İslam (Alevilik), 5. Türkmen kültürü özgüllüğü, 6. Türkçe.
* * *
Bu nitelemelerden hareketle merkez ve çevrenin portresini çizebiliriz:
1. Kentliler ve yerleşik halk // Göçebeler; 2. Askeri sınıf // Halk tabakaları (reaya); 3. Etnik heterojenlik (çoğul etnisite) // Etnik homojenlik (Türkmen); 4. Ortodoks İslam (Sünni) // Heterodoks İslam (Alevilik); 5. Arap-Fars kültürü // Türkmen kültürü; 6. Osmanlıca // Türkçe.
Özetle: 1. Arap-Fars kültürünün yörüngesinde Osmanlıca konuşan, çoğul etnisiteden (Türk, Rum, Ermeni, Arap ve diğerleri) oluşan kentli ve yerleşik halk.
2. Türkmen ağırlıklı, Türkmen kültürünü koruyan ve Türkçe konuşan göçebe ve Alevi halk.
* * *
Bu nitelendirme, şimdiye kadar pek dile getirilmeyen bir gerçeği de yansıtıyor: Anadolu’nun yerleşik, kentli, sivil meslek sahibi Hıristiyan halkı Müslüman olurken Sünniliği seçmiştir. Bunun böyle olması, yerleşik Hıristiyan halkın yerleşik Türklerin mezhebi olan Sünniliği tercih etmeleri çok doğal. Çünkü göçebe ve Alevi Türkmenler üretim ve tüketim tarzları ile, yerleşik Müslüman ve Hıristiyan halk için ortak tehlikeyi temsil etmekteydi.
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde görülen, göçebe ve Alevi Türkmenlerin merkeze karşı giriştikleri ayaklanmalarının gerçek nedeni bu ikilik olmasa da ayaklanan taraf karşısında her zaman yerleşik kentlileri (Müslüman ve Hıristiyan) buluyordu. Bu merkez-çevre çatışması yüzyıllarca sürdü ve bu süreç içinde merkezdeki Hıristiyanların büyük bir bölümü Sünni İslam’a döndü. Yapı budur!
* * *
Şu anda sahip olduğumuz Türk dilini ve Türk kültürünü merkezden çok çevreyi oluşturan kitlelere borçluyuz. Osmanlı döneminde Halife ve Şeyhülislam’ın temsil ettiği Sünni İslam, toplumda inanç bağlamında egemen unsurdu. Çevrenin inancı olan Heterodoks İslam (Alevilik) Osmanlı döneminde devlet için tehlikeli ve güvenilmez öğe muamelesi görmüştür. Cumhuriyet “tehlike ve güvenilmezlik” kaygılarını iki taraf için de gidermiş olmasına karşın, onun kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı merkezi ve Sünniliği temsil etmeyi sürdürmüştür.
Evrensel cumhuriyet ve demokrasinin ilkesi adalet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ise, bu ilkelerin artık Alevi inancına sahip halkımızı da kapsaması gerekmektedir. Resmen!
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2010
İÇİNDE eşek sözcüğü bulunan birbirinden güzel deyimler vardır: “Eşeğini sağlam kazığa bağlamak”, “Eşek başı mı? (mıyım, mısın?”), “Eşek cilvesi”, “Eşek inadı”, “Eşek kadar olmak”, “Eşek kuyruğu gibi ne uzar, ne kısalır”, “Eşek sudan gelinceye kadar dövmek”, “Eşek şakası”.
Bugünkü yazımla ilgili deyimi sona bıraktım: “Eşeğe gücü yetmeyip semerini dövmek”.
Yani, kızdığı güçlü kimseye bir şey yapamayacağını bildiğinden onun emrindekileri hırpalamak.
Başbakan, Türkiye’de kaçak olarak bulunan 100 bin Ermenistan vatandaşını Türkiye’den sınır dışı edeceğini açıklayınca aklıma bu deyim geldi.
DÜŞÜNCEM ASLA DEĞİŞMEZ
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2010
ÇOĞU 68 kuşağından olan ve 12 Mart, 12 Eylül darbelerinden geçerken bukalemun gibi renk, yılan gibi deri değiştiren insanları 1980’lerin başından itibaren “Ana rahmine haklı düşenler” olarak tanımlamıştım.
O sıralar bunların yanına yaklaşmak mümkün değildi. Kimi Lenin, kimi Krupskaya, kimi Rosa Luxembourg, kimi Mao olmuştu, olacaktı.
Sonra bir şeyler oldu ve değişmeye başladılar. Belki daha önce de haklarında yazmış olabilirim ama kitaplarımda bulabildiğim ilk yazı “The New Ottomans Co.” Hürriyet Gösteri Dergisi’nin Mart 1993 sayısında yayımlanmış. Aynı yazı “Dinozorca” (Telos Yayıncılık, 1993) adlı kitabımda yer almış. En son yayımlandığı yer, üç kitaptan oluşan “Mahşerin Üç Kitabı” (Doğan Kitap, 2005, s. 170).
On yedi yıl aradan sonra, yazının giriş bölümünü ilginize sunuyorum:
* * *
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2010
EĞER özgürlükleri yasama ve yürütmeye karşı koruyacak kurumlar yoksa ya da var olduğu halde etkin bir şekilde çalış(tırıl)mıyorsa, bu türden demokrasilere illiberal (liberal olmayan) demokrasi denir.
Yani demokrasisiz demokrasi! Demek ki seçilmiş bir parlamento ve bu parlamentonun kabul ettiği bir hükümetin bulunması demokrasi için yeterli değil.
Parlamentonun çoğunluk zorbalığına dönüşmemesi, bu zorbalıkla yasa çıkarmaması; hükümetin insan haklarına saygılı olması ve özgürlükleri sınırlayacak girişim ve uygulamalarda bulunmaması gerekir. İlliberal demokrasilerin hükümetleri alışkanlıkları gereği özgürlükleri ve insan haklarını hep sınırlandırmak isterler.
Parlamento ise anayasaya ve demokrasiye aykırı yasalar çıkarmaya eğilim gösterir.
ÇOĞUNLUK DİKTATORYASI
Eğer parlamentoyu ve hükümetin işlerini denetleyecek, yasa ve anayasa dışına çıkmamalarını engelleyecek, özgürlükleri savunacak kurumlar yoksa ya da iyi çalıştırılmıyorsa, o ülkede parlamenter çoğunluk diktatoryası başlar. Bu, seçim yasalarının ve barajlarının cilveli sonucu olarak, bir azınlık diktatoryası da olabilir.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2010
DÜNKÜ “Sartre ve Soykırım” adlı yazımı okuyan İsmail Serin adlı okurum Teori Dergisi’nin Nisan 2008 sayısını hatırlattı. Çok kibarca. İçime kuşku düştü. Dergiyi kütüphanemde buldum. Derginin kapağında “Russell Mahkemesi’nde ‘Ermeni Soykırımı’ üzerine Aybar-Sartre tartışması” yazıyor. Al başına belayı! Sartre’ın Sözcükler Dergisi’nde yayımlanan Ermeni soykırımı raporunu çevirmen sansür mü etti acaba, diye düşünmeye başladım.
Teori Dergisi, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın Russell Mahkemesi anılarını “TİP Tarihi” (BDS Yayınları, 1988) adlı kitabından aktarmış. Sağlam bir kaynak. Aybar şunları yazıyor:
AYBAR: DİNLEDİ VE VAZGEÇTİ
“Sartre’ın, soykırımla ilgili açıklamasının neden olduğu bir tartışmadan kısaca söz etmek isterim. Buna tartışma denmez aslında; olayın değerlendirilmesinin farklı bir açıdan yapılması demek daha doğru olur. Sartre hazırladığı metni bizlere okudu. İnsanlık tarihinde soykırımın eski bir suç olduğu belirtiliyor ve bu arada Ermeni soykırımından da söz ediliyordu. Olayların soykırım suçu olarak nitelenemeyeceğini söyledim. Dedim ki, soykırım kasıtlı bir suçtur, üstelik tasarlanmış bir suçtur. Yani etnik bir grubun yok edilmesini amaçlayan, bunun başarılması için izlenecek yolun ve maddesel eylemlerin önceden tasarlanarak saptandığı bir suçtur. Tasarlanmış olma keyfiyeti, suçun işlenmesi için vazgeçilmez bir koşuldur.(?) Devletçe bir soykırım politikası izlendiği ileri sürülemez. Oysa soykırım olaylarının arkasında, dolaylı biçimde de olsa devlet vardır. Mahkemede bu mantık ve gerekçelerle ‘Ermeni soykırımı’ deyimine karşı çıkmıştım. Soykırımın tasarlanmış ve genellikle devlet tarafından işlenen bir suç olduğu görüşüm haklı bulunmuş ve Sartre ‘Ermeni Soykırımı’ ile ilgili bölümü raporundan çıkartmıştı.”
YANLIŞINI DÜZELTEN FİLOZOF
Mehmet Ali Aybar’dan aktardığım bölümden çıkartılacak çok önemli gerçekler ve dersler var:
1. Ben, Jean-Paul Sartre’ın tek başına Ermeni soykırımı iddialarına yer vermediğini düşünmüş ve bunu ona yakıştırmıştım. Meğer Ermeni soykırımı iddiası raporunda varmış, ama Mehmet Ali Aybar’ın açıklamaları üzerine bu bölümü metinden çıkarmış. Bu davranışı Sartre’ı gözümde daha da büyüttü: Kendini çağından sorumlu tutan bir filozof yazarın yanlışını düzeltme bilincine hayran kaldım. Çevresinde bir yığın Ermeni kökenli yazar ve sanatçı olmasına karşın, acaba ne derler diye bir kaygı duymamış.
2. Mehmet Ali Aybar’a büyük övgü: Russell Mahkemesi’nin dünyaca tanınmış üyelerinden çekinmemiş, acaba bana milliyetçi yaftası yapıştırırlar mı kaygısına kapılmaksızın gerçekleri söylemiş, Sartre’ı ve mahkemeyi ikna etmiş. Bir sosyalist lider işte böyle olur!
3. Son sözüm de bizim yarım pabuçlu aydınlara, uzaktan kumandalı entellolara: Soykırım konusunda bunları yönlendirenler, bunları ikna edenler Sartre gibi biri olsa canım yanmayacak. Haydi haydi “Sartre’ın heybetinden korktular!” derdim. Ama bunlar CIA ajanlarının, ABD ve AB’nin para dağıtan gizli fonlarının, vakıf ajanslarının peşinden gidiyorlar.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2010
SÖZCÜKLER (İki aylık edebiyat dergisi, Mart-Nisan 2010-2) dergisi çok hayırlı bir iş yaptı: Jean-Paul Sartre’ın Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yaptığı konuşmayı (verdiği bildiriyi) yayımladı. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi daha çok Russell Mahkemesi olarak bilinir. Söz konusu mahkeme, İngiliz filozof Bertrand Russell önderliğinde kurulan 25 üyeli bir özel mahkemedir. Amacı, Vietnam’da ABD’nin işlediği savaş suçlarını araştırmak ve dünyaya duyurmak idi. 1966 yılında kurulan mahkemenin duruşma oturumları 1967 yılında Stockholm ve Kopenhag’da yapılmıştı.
Russell Mahkemesi’nin 25 üyesinden ikisi, Jean-Paul Sartre ve Mehmet Ali Aybar (uluslararası avukat, milletvekili, Türkiye İşçi Partisi Başkanı) idi. Geriye kalan 23 üyenin kimler olduğunu internette “Russell Mahkemesi” maddesine bakarak öğrenebilirsiniz.
Russell Mahkemesi, ABD tarafından ciddiye alınmadı, üyeler sol eğilimli olduğu için önyargılı kabul edildi ama mahkemenin dünyada büyük yankıları oldu. 1967’den itibaren mahkemeyle ilgili birçok kitap yayımlandı. Bunlardan birini ben de okudum: “Vladimir Dedijer/Arlette Elkaim/Cathérine Russell, ‘Tribunal Russell, le Jugement de Stockholm’, Idée/Gallimard, 1967”.
SADECE YAHUDİ OLDUĞU İÇİN
Jean-Paul Sartre’ın Russell Mahkemesi’ne sunduğu metin, dediğim gibi, Sözcükler Dergisi tarafından yayımlandı. Dergiyi bulup okumanızı tavsiye ederim. Eline hiç edebiyat dergisi almamış olanlar, bu fırsattan yararlanarak, “Edebiyat”ın ve bir edebiyat dergisinin özgün ve nitelikli işlevine tanık olacaklardır. Ben, Sartre’ın, Nazi Almanya’sının Yahudilere karşı uyguladığı soykırım ile ABD’nin Vietnam’daki kırımlarını karşılaştırdığı yazısından iki cümle aktarmakla yetineceğim:
“Bir Yahudi’nin nereli olursa olsun, silahlanmış ya da bir direniş hareketine katılmış olsun ya da olmasın, sadece bir Yahudi olduğu için öldürülmesi gerekliydi.” (s. 66)
Nazi rejiminin Alman Yahudilerini öldürmek ya da toplama kamplarına tıkmak konusunda nedenleri vardı diyelim. Ama Macar, Rus, Fransız, Bulgar Yahudilerine neden aynı muamele uygulandı? Soykırım eylemi bu sorunun yanıtındadır.
“Birinci Dünya Savaşı’nda, soykırım eğilimleri sadece nadiren görüldü.” (s. 68)
PEKİ NEDEN 1915’İ ALMADI!
Jean-Paul Sartre soykırım uygulamalarından değil fakat eğilimlerinden söz ediyor. Acaba 1967 yılında Ermeni soykırımı iddialarını bilmiyor muydu? Nasıl bilmez? Peki konuşmasını Nazi uygulamaları, geleneksel ve yeni sömürgecilik olgu ve verileri üzerinde yoğunlaştıran filozof neden 1915 Ermeni olaylarını soykırım tarihine almadı. Demek ki, bu olaylarda, soykırımı “niyet” üzerinden tanımlayan 1948 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 2. maddesine uyar bir gerçeklik bul(a)mamış.
Sartre’ın metnini, Skanialı kasabı İsveçli; Kızılderili, Vietnamlı, Iraklı ve Afganların seri katilleri okumaz ama sizler okuyun. Bizim yarım pabuçlu entellolar, tarihçi ve filozof bozuntuları, uzaktan kumandalı sefil toplum militanları mutlaka okumalı. Utanmak için!
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2010
11 AĞUSTOS 1971 günü saat 17 dolaylarında Bodrum’da Han Bar’a iki polis geldi. Ülker’le evlenme yıldönümümüzdü. Arkadaşlarla kutlamaya hazırlanıyorduk. Polis memurları TRT’den bir haber geldiğini, haberi iletmek üzere komiserin karakolda beni beklediğini söyledi. Gözaltına alındığımı anladım.
Ertesi gün beni özel bir araçla İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürdüler. Teslim töreni sırasında beni getiren polislerden biri, teslim alan subaya: “Komutanım bunlar vatan hainidir. Gerekirse arkadan vuracaksın!” dedi. Bunu söyleyen, rahmetli Örsan Öymen ile benim “adamımız” Şaban. Bunu duyunca, “Buraya bak Şaban, ne gün bilemem ama bir gün ben gene Bodrum’a dönerim. Masaya geldiğin zaman artık sana şarap yok!” dedim. Rahmetli Örsan bu sözümü sık sık tekrarlardı.
‘DÜNYA SORUNLARI’ YÜZÜNDEN
Birkaç gün sonra Ankara’ya götürdüler. Teslim alanlardan bir astsubay, Bornova 57. Topçu Er Eğitim Tugayı’nda bizim bölükte idi. Beni görünce şaşırdı, toparlandı. Neredeyse “Buyurun teğmenim!” diyecekti. Sadece “Teğ” dedi. Tamamını söyleseydi yanmıştı!
Emil Galip Sandalcı, Nili Tlabar, Esin Talu Çelikkan ve daha birkaç arkadaş gözaltına alınmıştık. Benim dışımda hepsi Emil Galip Sandalcı’nın müdürlük ettiği Dış Haberler’in elemanlarıydı. Gözaltına alınmamızın nedenini 15 gün sonra ilk sorguda öğrendik: “Dünya Sorunları” adlı hizmet içi aylık çeviri yayındı. Önemli konular tercüme edilir, teksirle çoğaltılır, dünyadan haberli olsunlar diye TRT’nin üst düzey yöneticilerine dağıtılırdı. Artık televizyonda görevliydim ama eski bir Dış Haberler elemanı olarak, çeviri yapmayı sürdürüyordum. Çok önemli ve değerli bir yayındı. Meğer ki anarşiyi teşvik ediyormuş.
YA PROFESYONEL YA AHMAK!
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2010
8 MART tarihli gazetelerin çoğunda da var ama ben Önder Şuşoğlu imzalı haberi Akşam Gazetesi’nden olduğu gibi aktaracağım:
[“Türkiye 1999’da, 100’ü aşkın ülkeyle birlikte Chicago Konvansiyonu’na imza attı. Bu ülkelerin 1 Nisan 2010’a kadar çipli pasaporta geçmesi gerekiyordu.
Ancak Türkiye ve iki Afrika ülkesinde uygulamaya geçilemedi. Çipli pasaport için 2007’de açılan ihaleyi Türk-Malezya ortaklığındaki şirket almıştı. Ancak geçen yıl firmanın yetiştiremeyeceğini belirtmesi ve optiklerin çipleri okuyamaması üzerine ihale iptal edilmişti.
1 Nisan’a kadar çözüm bulunamazsa sınırlarda sorun yaşanması bekleniyor. Çünkü eski pasaportlar geçerliliğini yitirecek ve anlaşmada imzası bulunan ülkelere giriş-çıkışlarda çipli pasaportlar istenecek. Yeni firma arayışı olumsuz sonuçlanınca Dışişleri Bakanlığı devreye girdi. Müsteşar Yardımcısı Naci Koru başkanlığındaki 13 kişilik heyet Fransa, Almanya ve Hollanda’daki firmalarla temasa geçti. İlk olarak Fransa’ya gidecek olan heyet, uygun sistemi tespit etmeye çalışacak. Ara formülle çipli pasaportların yetiştirilmesi hedefleniyor. Ancak uzmanlar sürenin yetmeyeceği görüşünde.
Geçen aylarda Türkiye’ye gelen FBI Başkanı Robert Muller’ın çipli pasaporta neden geçilmediğini sorduğu, bazı teröristlerin sahte Türk pasaportları ile eyleme geçebileceğine ilişkin uyarıda bulunduğu belirtildi.”]
Yazının Devamını Oku