15 Mayıs 2010
“NAZIM Hikmet, egemen ulusun egemenleri, başka halkların varlığını kendisine feda ederken suskun kaldın.
Diğer halkların jenoside uğramasına seyirci kaldın. Kürt ulusunun yok sayılmasına, yok edilmesine, trajedi derecesinde uzun sürece yayılan ve uygulanan soykırımını görmezden geldin. Egemen ve hakimiyet kurmak isteyen Kuvayilere metiyeler dizdin, onların atlarına, paşalarının ‘çakmak çakmak gözleri’ne hayranlığını dizelerinde işledin. Koçgiri’de, Zilan’da, Dersim’de, Piran’da, Palu’da, Geliye Sapo’da ve daha evvelinde Haput’ta, Sivas’da, Adana’da, Trabzon, Samsun, Rize’de ya da Hakkari’de, Mardin’de, Erzurum’da, Van’da vs. oluk oluk her karışında akan kan ve gözyaşlarına kalemin ve ellerin tutuk kaldı, dillendirmedin.” (Arka kapak)
“Açıkca ifade etmek gerekir ki Nazım Kürtlere ait değildir; Türk halkının dışındaki halklara ne kadar ait ise Kürt halkına da o kadar aittir. // İki ayrı ulus ve iki farklı ülke olgusu Nazım’ı savunma ‘hatırına’ yok sayılamaz. Tarihsel olguları Nazım’a feda edemeyiz. Farklı ulusların, farklı ülke ve coğrafyaların, farklı kültürlerin yok sayılması pahasına Nazım’ı Türk ve Kürt halklarının ‘ortak değeri’ olarak görmek-göstermek gerçeklere alay etmektir.” (s. 15)
* * *
Yukarıdaki satırlar bir zırdelinin sayıklamaları, sabuklamaları değil. Hüseyin Can adında birinin “İttihatçı-Kemalist İdeolojiden Kurtulamamış Sosyal Şoven TKP’nin Üyesi Bir Şair: Nazım Hikmet ve Kürtler” (Pêrî Yayınları, 2010) adlı kitabından aldım.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2010
DÜNYA tarihinde 14 Mayıs 1950 kadar avanta yemiş bir başka “tarih-gün” yoktur vallahi! Aradan 60 yıl geçtiği için 14 Mayıs 1950 tarihinde ne olduğunu hatırlatmaktan çok bu konuda açıklama yapmam gerekecek.
14 Mayıs 1950 günü yapılan genel seçimlerin sonucu adı Demokrat Parti olan bir siyasal parti Türkiye’de iktidara geldi. Bu partinin iktidara gelişi “demirkıratlar” için bayramdır, ama bu partiyi kendi elleriyle iktidara getiren CHP nedense hor görülür. 14 Mayıs 1950 günü seçim kazanan Demokrat Parti iktidarında Refik Koraltan TBMM Başkanı, Celal Bayar Cumhurbaşkanı oldu. Birinci Adnan Menderes hükümeti 22 Mayıs 1950 tarihinde kuruldu.
Dünya tarihinde demokrat parti iktidarı kadar şımartılmış, pışpışlanmış bir başka iktidar yoktur, yoktu. Ama ve ancak AKP’nin iktidara gelmesiyle yerini bu partiye kaptırdı.
DEVR-İ DEMİRKIRAT
Türkiye tarihiyle yüzleşmeye meraklı tarihçiler (muhterem müverrihler) nedense 14 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960 tarihleri arasında saltanat sürmüş “devr-i demirkırat” ile her nedense hiç ilgilenmezler. Sanki hiç yaşanmamış gibi. İsterseniz bu işe biz girişelim biraz:
Demokrat Parti’yi kuranlar gerçekten Demokrat bir parti mi kurmak istemişlerdi, yoksa bir başka dürtüleri mi vardı? Bunun yanıtını, daha sonra Demokrat Parti’nin ağır toplarından olacak olan CHP Eskişehir Milletvekili Emin Sazak 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na karşı çıkarken veriyordu:
“Padişahı devirdik. Halifeyi kovduk, şapkayı giydik, Latin harflerini kabullendik, tekkeleri kapattık, bazı gerekçelerle varlık vergisini bile kabul ettik. Fakat bunu kabul edemiyorum” (Doğu Perinçek, “Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu”, Kaynak Yayınları, s. 158)
Emin Sazak dönemin en büyük toprak ağalarından biriydi. Toprak ağalığı düzeni onun ağzından, bütün devrimleri gönülsüz sineye çektiklerini, ama toprak düzeninin değişmesini kabul etmediğini itiraf ediyordu.
CHP tek parti döneminin diktatörlük olduğunu söylerler. Toprak devrimini bırakın, istediği halde toprak reformu yapamamış bir rejime nasıl diktatörlük denir?
EY NAYLON TARİHÇİLER
Demokrat Parti döneminin (1950-1960) karşı-devrimin semirdiği dönem olduğunu söyleyenlere, kimi uyanıklar demokrasi düşmanı faşist muamelesi yapar. 13 Haziran 1950 günü, 14 Mayıs’tan 30 gün sonra, “Millete mal olmuş inkılâpları mahfuz tutacağız demiştik. Millete mal olmamış, millet vicdanına bir değirmen taşı ağırlığıyla çökmüş olan bazı tedbirleri ortadan kaldıracağız!” diyen kim? DP Başbakanı Adnan Menderes. Aynı Menderes, 1955 yılında, DP grubu kabinesini düşürdüğü halde, kendisini kurtarmak için, “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz. Kendime sabık başvekil dedirtmem!” diyecektir. Ey naylon tarihçiler, biraz da 1950-1960 dönemi ile yüzleşin de irşat olalım!
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2010
BENİM tercihim Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün yazılarıdır ama, İslam konusunda, Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile Milli Gazete yazarı Mehmed Şevket Eygi’yi de özel bir dikkatle okurum. Üçü de “harbi” yazar ve insandırlar. Bu türden insan-yazarlarla ya anlaşırsınız ya da anlaşmazsınız. Yaşar Nuri Öztürk ile anlaştığım (başta Cumhuriyet ve devrimleri) birçok konu başlığı vardır ama öteki iki yazara ilişkin tavrımı onların Cumhuriyet ve devrimlerine karşı “sarsılmaz” karşı tutumları belirler.
MEHMET ŞEVKET EYGİ
15 Nisan 2010 tarihli Vakit Gazetesi, Mehmed Şevket Eygi’nin Milli Gazete’de yayımlanan “İslamda Diyalog Yoktur” başlıklı yazısını aktararak yayımlamış. Bu yazı aslında Fethullah Hoca ve hempalarına karşı ama ben de bir ucundan irdelemek istiyorum.
Mehmed Şevket Eygi tamı tamına 19 başlıkta İslam’ın başka din ve inançlarla diyaloğa giremeyeceğini özetlemiş.
“İslam diyalogu kabul etmez” başlıklı 19. madde şöyle: “İslam’a, en güzel ve uygun şekilde Hak dinine dâvet ve Hak dinini tebliğ vardır. Müslümanlar bu dâvet ve tebliği ihmal ederlerse veya gereği gibi yerine getirmezlerse günahkâr olur, vebal altında kalır.”
İkinci maddede de şöyle buyuruyor: “Kur’an Allah kelâmıdır, kul sözü değildir. Peygamber ancak tebliğ etmiştir (bildirmiştir).”
KANITI ERDOĞAN’DIR
Oysa demokrasi diyalog ve uzlaşma rejimidir. “İslam’da diyalog yoktur!” diyen Üstat Eygi, dolayısıyla, “İslam’da demokrasiye yer yoktur” da demektedir.
Üstüne giderseniz, “İslam’ın Batı tipi demokrasiye ihtiyacı yoktur. İslam’ın demokrasisi Kur’an’da yazılıdır!” der. Ve bunu dediği zaman akan sular durur. Böyle konuşan birine söyleyecek hiçbir söz bulamazsınız! Siz kendinizi Müslüman saysanız da “O” Müslüman sizi hak dinine davet eder, dinin buyruklarını tebliğ eder. Müslüman olmak ve öyle kalmak için Batı tipi demokrasiden, laik hukuktan, laik devletten vazgeçmek zorundasınız.
Sorgulamadan özgür olunamaz, özgür olmadan demokrat olunamaz, demokrat olmadan çağdaş cumhuriyetçi olunamaz. Üstad Eygi kendi açısından ve haklı olarak “Biat” ve “İtaat”i tebliğ ediyor.
Ben Üstat Mehmet Şevket Eygi’yi kesinlikle kınamıyorum. Böyle bir şeye hakkım yok. Ancak laik bir ülkede birlikte yaşamamızın mümkün olabileceğini, İslami bir rejimde birlikte yaşamamızın ne yazık ki mümkün olamayacağını düşünüyorum.
* * *
Üstat Mehmet Şevket Eygi çok haklıdır. Müslüman kimseyle diyaloğa girmez ve kimseyle uzlaşamaz. Bunun yadsınmaz kanıtı Anayasa konusunda her türlü diyaloğu ve uzlaşmayı reddeden Başbakan Erdoğan’dır!
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2010
1892 yılında Kuşadası’nda doğan Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki temellerinin atılmasında en büyük payı olan bir devlet adamı ve Türk Devrimi’nin ideolojisi olan Kemalizmin belli başlı kuramcılarından biridir. İsviçre’nin Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden “Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üzerine” adlı doktora tezi ve “Cum Laude” onur derecesi ile hukuk doktoru olmuştur. 1919’da Anadolu’ya dönüp Kuşadası bölgesinde Kuvayı Milliye’yi kurarak Milli Mücadele’ye katılmıştır.
1922’de Rauf (Orbay) Bey kabinesinde 30 yaşında iktisat vekili olmuş, 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’ni toplamıştır. 1924 yılında Adliye vekilliğine getirilen Mahmut Esat Bozkurt, 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi’ni de kurmuştur.
17 Şubat 1926 günü TBMM’de oybirliği ile kabul edilen Medeni Kanun’un mimarıdır. Türk Ceza Kanunu, Kabotaj Kanunu, Ticaret Kanunu, Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanunu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminin temel yasaları onun bakanlığı döneminde ve 1926 yılında hazırlandı ve yürürlüğe girdi. Bu yanardağ 1943 yılında toprağa verildi.
KAYNAKSIZ ‘BELGE’LER
İstanbul Barosu Mahmut Esat Bozkurt adına bir hukuk ödülü kurmuş. Mahmut Esat Bozkurt adına ödül kurmayıp Nemrut Mustafa adına mı kuracaktı? Ama, vay sen misin böyle bir ödül kuran ve bu ödülü 2010 yılında HSYK Başkanvekili Kadir Özbek’e veren?!
Meğer Mahmut Esat Bozkurt faşist ve Nazi ırkçısı imiş! “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da Türklere hizmetçi olmaktır, köle olmaktır!” diyesiymiş. Dolayısıyla bu ülkede yaşayan milyonlarca Pomak, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Ermeni, Arnavut, Arap ve Roman’a hakaret etmekteymiş. İnternette bu ve bunun gibi cümleler var. Ama çoğunun kaynağı yok. Verilen kaynakların tamamına yakını da ya uydurma ya da yanlış.
Örneğin, “Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik, o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en bariz zıddıdır. Yahudi, göçebe değil sığıntıdır. Irkın muhafazası mevcudiyetinin gayesidir. Köylülük ırkın ambarı, mahvazasıdır” diyesiymiş. Bu cümle onun Nazi hayranı olduğunun en kesin belgesi imiş!
İSLAMCILAR VE KÜRTÇÜLER
Ama kaynak yok. Kaynağı ben vereceğim: Mahmut Esat Bozkurt’un “Atatürk İhtilali, I-II” (Kaynak Yayınları, s. 50). M. E.Bozkurt’un yazdığı bu cümle Hitler’e ait olup bir eleştirel aktarmadır ve onunla hiçbir ilişkisi yoktur. Mahmut Esat Bozkurt, Max Beer’in “Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Umumi Tarihi”ni Zühtü Uray’a çevirtip bir önsöz yazmış ve 1941 yılında Maarif Vekaleti’ne yayınlatmıştır. Şimdilik bu kadar!
Ancak, “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsızlığı, çoğunlukla, kaderini Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır” (s. 134) da demiş. Haksız mı? Siz ne düşünüyorsunuz.
İslamcılar ve Kürtçüler, “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir”i alıp gerisini atıyorlar. Amaç: Cumhuriyet’in dünya çapında hukukçusunu ırkçı ilan etmek!
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2010
KENDİNİN AVCISI, V
“Mersin’de annem denizi bilmez,
geceleri hiçbir sokağından geçmemiştir,
yazlık sinemalara da gitmemiştir.
Işık karanlıktan ayrılmadı anam için,
yağmurlar hiç vaktinde gelmedi.
bir avuç yelden yaratılmıştır annem.”
(1978)
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2010
SOKAKTA yaşamadım ama çocukluğumda bir yığın iş yaptım yaz tatillerinde: Buğday elekçiliği, kahve ve kebapçı çıraklığı, simit ve gazoz satıcılığı; 13-18 yaşları arası iplik-dokuma fabrikası işçiliği. İhtiyarlık Sigortası numaram 418665 idi. Çalışma amacım güzel şık takım elbise, sağlam ayakkabı ısmarlamak; kitap alabilmek ve edebiyat dergilerine abone olabilmek idi.
% 51 KENDİ İSTEĞİ İLE
Mersin Valiliği ve Mersin Üniversitesi işbirliği ile yayımlanan, Dr. Mehmet Güngör’ün “Mersin’de Sokakta Yaşayan ve Çalışan Çocuklar” adlı kitabı somut veri ve istatistiklere dayanan çok yararlı bir kitap. Sorunların çözüm önerileri üzerine de çalışılmış.
Dr. Mehmet Güngör, çocukların sokakta çalışma nedenini yüzde ile şöyle sıralıyor: Kendi isteği ile aile ekonomisine katkıda bulunmak (% 51), kendi harçlığını çıkarmak (% 21.2), okul harçlığını çıkarmak (% 15.7), ailesi zorladığı için (% 3.9), boş zamanlarını değerlendirmek (% 2.2), diğer (% 1.2).
Sokakta yapılan işin türü: Mendil satıyor (% 23.3), sakız satıyor (% 4.7), ayakkabı boyuyor (% 21.2), simit satıyor (% 20.8), tartı (% 6.7), otomobil camı silme (% 1.4), çöp toplama (% 5.2), dilencilik (% 1.2), diğer (% 11.0).
Bu sokak işlerinin hiçbiri kalıcı bir meslek değil. Eğer ben 418665 numaralı İhtiyarlık Sigortam (Sosyal Sigortalar) ile fabrika işçiliğine devam etseydim iyi bir usta ya da ekip şefi olabilirdim. Söz konusu sigortalı çalışmam, TRT’den zorla emekli yapıldığım zaman işime yaradı.
DEVLETÇİ YATIRIM ŞART
Sokakta yaşayan ve çalışan çocukların aile durumlarını gözden geçirdiğimiz zaman, bunların büyük bir çoğunluğunun göçmen ailelerin çocukları olduğu görülür. Aileler ya çok dar gelirli ya da işsiz. 12 yaş ve üzeri toplam 70 bin 025 kişi işsiz. İl merkezinde işsizlik % 22.7, ilçelerde % 23.7, köylerde % 1.7.
Mersin’de feodalite, toprak ağalığı, aşiret reisliği sömürü düzeni yok. Elbette emek sömürüsü var. Öte yandan herhangi bir toprak reformunu gerektirecek boş toprak da yok. Köylerde işsizliğin % 1.7 olması da bu gerçeğe tanık ve kanıt.
O halde bu bağlamda neler yapılmalı? Valilik ve belediyelerin çocuklar ve işsizler için meslek eğitim merkezleri açtığını, toplumsal entegrasyon için kendi olanakları ölçüsünde olumlu çalışmalar yaptığını biliyorum.
Güzelim Mersin, kendi dışında, göç gibi kaynaklardan üreyen sorunlar yüzünden bir çıkmazın içinde bulunuyor. Mevcut sanayi türleri, tarım, turizm, serbest bölge işsizliği sindirecek durumda değil. 70 bin işsize iş sağlamak için, en azından 100 sanayi kuruluşuna gereksinim var. İş hükümetlere düşüyor: Kendisi devletçi yatırımlar yapmak zorunda. Özel girişimi de destekleyecek. Mersin ayağa kalkarsa Türkiye de ayağa kalkar.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2010
Doç. Dr. Yaşar Erjem’in “Mersin’de Göç, Kentleşme ve Sosyal Problemler” adlı kitabı bilimsel açıdan önemli ve yeterli bir kitap. Mersin’le ilgili ve ilgilenmek zorunda olan birey ve kuruluşlara yol gösterici bir çalışma. Ayrıca “Toplumsal Barış” arayıcılarının bu kitabı mutlaka okumaları gerekiyor.
Ben, bu yazımda kitabın eleştirisini yapacak değilim. Bana verdiği ilhamla, Mersin ve göç kapsamında kendi düşüncelerimi yazacağım.
AYAKLARI DOLAŞMAZDI
Koca Çizmeli Ormancı Ahmet Efendi’nin kızı (halamın kızı) İclal Ablam 1975 yılında son karşılaşmamızda Mersin’e gelen göçmenlerden şikâyet ediyordu. İclal Ablam, Kurucu Aileler dışında kalan Mersinlilerin göçmen olduğunu elbette biliyordu. Lübnan’dan gelen Levantenler, gene Lübnan ve Suriye’den gelen Nusayri ve Hıristiyan Araplar bizim ailelerle birlikte kentin kurucularıydı.
Daha sonra Toros Dağları eteklerinde bulunan, kente yakın Çavuşlu, Yalınayak, Arpaç gibi köylerden de gelenler oldu. Bunları Maraşlılar, Kayserililer izledi.
Cumhuriyet ile birlikte ortaya müthiş bir kent oluşumu çıktı. Mersin’de Sünni ve Alevi Müslüman, Nusayri, Musevi ve Hıristiyanlardan oluşan müthiş uyumlu bir “Mersinli” karışımı gövde kazandı. Mersin’in Uray Caddesi Türkiye’nin Wall Street’i idi. Sanayi ve ticaret gelişmişti. Makineli, sulamalı, bilimsel bir tarım ovada Türkiye’ye örnek olmuştu. Mersin artık 1940’lardan itibaren bir kültür merkezi idi. O yıllarda İstanbul’a, Ankara’ya gidip de ayakları dolaşan bir tek Mersinliye rastlamak mümkün değildi.
1970’lerin başlarından itibaren Mersin Türkiye’nin en zengin, geleceği en parlak yerleşim bölgelerinden biriydi.
‘İŞGALCİ’LERİN GELİŞİ
İclal Ablamın sözünü ettiği göçmenler Mersin’e iş aramak ve bulmak, yatırım yapmak için geliyorlardı. Göçmenin paralısı geldiği yerde yatırım yapacağı için sorun çıkarmaz, hemen geldiği yere entegre olur. Göçmenin iş arayanı aradığını bulunca kesinlikle sorun çıkarmaz, o da hemen entegre olur. 1980’lerin başlarına kadar Mersin’e gelen göçmenler hiçbir sorun çıkarmadılar.
Ne olduysa 1980’den sonra oldu. Göçmene alışkın olan Mersinliler bu dönemin başlarında da rahattılar. Ama 1980’den sonra Mersin’e gelen Doğulu ve Güneydoğulu göçmenler, kente sıkı sıkıya bağlı oldukları bir toplumsal ve siyasal kimlikle geldiler. Bir “muhalefet” ve “işgalci” olarak geldiler ve öyle kaldılar. Mersinliler, o zaman, sokaklarında lastik yakan, Nevruz başta olmak üzere, olur-olmaz zamanlarda gösteri yapıp “Biji serok Apo” diye olay çıkaran kalabalıklarla karşılaştılar. Bunlara uzun zaman katlandılar ve hâlâ katlanıyorlar.
Ekmek parası için gelen göçmenler, bu ideolojik baskılar altında sindiler, siniyorlar.
Gördüğüm şu ki: “Hükümet” (“Devlet” demiyorum) Mersin’i göçmenleriyle baş başa bıraktı ve göçmen önderlerinin Mersinli olmaya hiç mi hiç niyetleri yok! (Devamı yarın)
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2010
“MERSİN mevsi-mi”ne “Hey Gidi Aç Doyuran Tarsus” ile başlayacaktım. Araya, dünkü yazı girdi. Aslında bu yazıyı da geçen yılın aralık ayında yazmalıydım. Ama iktidar tarafından yaratılan yapay sorunların peşinde sürüklenirken bugüne kadar geldik.Tarsus yazısını da bu ay mutlaka yayımlayacağım. Uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Yazı programımı değiştiremem. Mersin Valisi Hüseyin Aksoy, 18/11/2009 tarihli mektubunda, Mersin Valiliği’nin Mersin Üniversitesi işbirliği ile “Mersin Valiliği Sosyal Araştırmalar Dizisi” genel başlığı altında üç inceleme kitabı yayınlanmış olduğunu haber veriyordu:
GELİŞMEYİ ENGELLEYENLER
1. Doç. Dr. Yaşar Erjem, “Mersin’de Göç, Kentleşme ve Sosyal Problemler”: Mersin çeşitli nedenlerle 1980’den sonra aldığı yoğun göçten kaynaklanan hızlı bir nüfus artışı yaşamış ve göçle gelen nüfus kent ile bütünleşemediği için başta toplumsal ve kültürel alanlar olmak üzere çeşitli sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar Mersin’in gelişmesini engellemiştir.
2. Doç. Dr. Yaşar Erjem, “Mersin’de İntihar ve İntihar Girişimleri”: Mersin, intihar alanında Türkiye’de ilk on il arasında yer alıyormuş. Bu gerçekten hareketle intiharlar ve intihar girişimleriyle ilgili veriler analiz edilip, “Sosyal ve psikolojik nedenler tespit edilerek intiharların önlenmesi amacıyla” yapılan bir bilimsel çalışma.
3. Dr. Mehmet Güngör, “Mersin’de Sokakta Yaşayanlar ve Çalışan Çocuklar, Sorunlar-Çözümler”: “Mersin gibi göç alan büyükşehir statüsündeki illerin ortak sorunlarından olan, sokakta yaşayan ve çalışan çocuklar da bir diğer araştırma konusu olup bu konuda Valilik projeler geliştirerek çeşitli çalışmalar yapmış ve sorunun çözümünde önemli mesafeler alınmıştır.”
İSTANBUL GERİDE KALMIŞTI
Mersin Valiliği’ni, “Kentin Kurucu Aileleri”nden birinin 73 yaşında bir çocuğu olarak, yaptığı bu bilimsel çalışmalardan dolayı bütün kalbimle kutlarım.
Başta, Büyükşehir Belediyesi ve kent içi belediyeler, Ticaret ve Sanayi Odası olmak üzere, Mersin’in sorunlarına ve dertlerine deva arayan bütün Oda, Kurum ve Kuruluşlar’a Mersin Valiliği’nin öncülük etmesi sorunların çözümünü kolaylaştıracaktır.
Bu işbirliği son derece önemli! İşbirliğinin gelişerek gerçekleşmesi durumunda, Mersin’in Türkiye’nin bir numaralı il ve kenti olmaması olanaksız. Ekonomisi, turizm, ticaret ve tarım sektörlerine dayalı üretim alanları ve ülkemizin ilk serbest bölgesi ile bir uyuyan dev! Vergi gelirleri sıralamasında beşinci sırada yer alıyor. Ülkeye aldığından çok veriyor, katkıda bulunuyor. 1980’den sonra yaşanan göçler olmasaydı ve “Hükümetler” (“Devlet” demiyorum) Mersin’i bu sorunla baş başa bırakmasaydı, şimdi çoktan İzmit’i ve İstanbul’u geride bırakmıştı. Mersin’i sorunlarından kurtarmak, bir anlamda Doğu ve Güneydoğu’yu da dertlerinden kurtarmak anlamına gelir. Ama şu göçler mutlaka durmalı, durdurulmalı! (Devamı yarın)
Yazının Devamını Oku