1 Ağustos 2010
BENİM aynı anda kullandığım on kadar not defterim vardır yıllardır. Şiirlerime ve yazılarıma kaynaklık ederler. Geçenlerde pek az sayfası doldurulmuş bir defter buldum. Oradan aktarıyorum:
* * *
Prof. Dr. Mustafa Cevat Akşit’in, 24 Mayıs 2004 günü Kanal 7’de (saat 09.25) yayınlanan konuşmasından:
“Bu duaları etmeyenler cennete gidemezler. Cennetteki huriler gücenirler bu duruma. ‘Biz ne güzel hazırlanmıştık onlara, ama onlar bizi istemedi’ derler.”
* * *
“Hayatta üç tür insandan korkarım:
Cahil cüretkâr,
Kifayetsiz muhteris,
Mazlum mütefekkir.
Ha bir de uzatmalı çavuş var.” (“İncili Çavuş” Ali Özoğuz, 1970’ler)
* * *
“İsrail’in Araplara saygısı yok. Onları küçük görüp aşağılıyor.
İsrail ise Yahudi ruhuna ihanet ediyor.” (Ostia, 2005. Bir İsrailli dost yazar.)
* * *
“Bir iç bunalımı ancak bir dış bunalım doğurur! Öncelik her zaman dış politikadadır.”
(Alman tarihçi Franz Altheim)
* * *
“İki türlü iş (emek) vardır. Birincisi toprağın altından belli bir miktarda maddeyi yeryüzüne çıkarmaktan ibarettir. İkincisi ise, bu işi yapması için birine emir verir.
Birinci tür iş berbattır ve ücreti çok azdır. İkincisine gelince bol gelirli hoş bir iştir.”
(Bertrand Russell, “Eloge de l’oisivité”, Allia, s. 48)
* * *
“Azgın dinciler = Azgın laikler hesabı Cumhuriyet’in ruhuna ihanet eden bir budalalıktır.” (Özdemir İnce)
* * *
“Yüzyıllarca, Tevrat’ın Tekvin bölümünün mitoslarını bizler de dünyanın ve evrenin oluşum tarihi olarak kabul ettik. Adem’in çocukları olduğumuza ve dünyanın düzlüğüne inandık. Ancak 1965 yılında, Vatikan II. Konsili’nde Katolik ve apostolik Kilise bilimin kutsal kitaplardan bağımsız olduğunu resmen kabul etti. Günümüzde, aramızdan birçokları için, tarihöncesi artık İncil’in alanı değil, tarihöncesi uzmanlarının işi. Lucy ve onun eşit benzerleri Adem’in yerini aldı. Ama günümüz Müslüman toplumlarında böyle bir şey (en azından resmen) henüz mümkün değil. (Jacqueline Chabbi, “Le Coran décrypté” Fayard. s. 23)
* * *
Görüyorsunuz: Bir başka dünya kolayca mümkün olmuyor!
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2010
FARİSÎ dilini bilen emekli diplomat arkadaşımdan yeni bir e-mail geldi. Yazdığına göre: ABD tarafından finanse edilen ve Prag’da Farsça yayın yapan Radio Farda’nın 21 Temmuz tarihli sitesinde PKK ile ilgili bir haber yer almış.
Arkadaşım, “Haberde PKK lideri Karayılan’dan ‘Sayın’ diye bahsedilmesi ilgi çekici” diyor.
Radio Farda’nın 21 Temmuz tarihli sitesinde yer alan “PKK’nın silah bırakma koşulları” başlıklı haberin çevirisi aşağıdadır:
BM GÖZETİMİ ALTINDA
“PKK’nın silah bırakma koşulları bu örgütün lideri tarafından açıklandı: PKK lideri kendi denetimi altındaki silahlı çetenin silah bırakma koşullarını ilan etti.
Yirmi yıldır savaşan PKK’nın lideri Murat Karayılan, örgütünün, Birleşmiş Milletler nezareti altında ve şartsız olarak silah bırakmaya hazır olduğunu söylemiştir.
PKK lideri Türkiye’nin ateşkes ilan etmesi ve PKK’nın şartlarını kabul etmesi halinde, Kürt savaşçıların Birleşmiş Milletler nezaretinde silah bırakmaya hazır olduğunu söylemiştir. (Sayın) Karayılan Türk askerlerinin Kürt milislere saldırılarına son vermesini ve Türkiye’nin Doğu’daki Kürt siyasetçilerine karşı giriştiği tutuklamaları durdurmasını istemiştir.
Türkiye Kürtleri ayrıca dil ve kültür özgürlüklerinin günlük yaşama geçirilmesini de istemektedirler. PKK lideri Türk devletinin bu isteklerini reddetmesi halinde bağımsızlıklarını ilan etmeye mecbur olacaklarını açıklamıştır.”
YASALLAŞMAK, MEŞRULAŞMAK
Karayılan buna benzer bir demeci İngiliz BBC radyosuna da vermiş.
Ben AKP hükümetinin PKK ve açılım politikasını beğenen biri değilim. Ancak, değerlendirmesini devletler hukuku uzmanlarına ve hariciyenin “monşerler”ine(!) bırakmak gerek ama yukarıdaki demecin bir deli saçması olduğunu anlamamak çok zor.
“Birleşmiş Milletler nezaretinde silah bırakmak” ne demek?
Ayrı, bağımsız bir siyasal ve askeri güç, demek. Türkiye Cumhuriyeti ceza yasalarına tabi bir isyancı grubu Birleşmiş Milletler aracılığıyla yasallaşmak ve meşrulaşmak istiyor.
Ama daha önce Türkiye’nin ateş kesmesi ve PKK’nın şartlarını kabul etmesi gerekiyormuş. Yoksa bağımsızlık ilan etmek zorunda kalacaklarmış.
Eh, isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara! İnsanın “Yahu şu bağımsızlığı ilan et de kurtulalım!” diyesi geliyor.
Gerçek ise bu demeçten sonra, aydınların, entelektüellerin, münevveranın her türlü arabulucu bildirileri havada kalıyor. Hele “Parmaklar karşılıklı olarak tetiklerden çekilmelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri operasyon yapmamalı ve PKK eylemine son vermelidir!” türünden bildiriler ise görkemli bir eblehliği yansıtmaktadır. Bu türden bildiriler sanki Kandil’de kaleme alınmış gibi. Benim bu işten hiçbir umudum kalmadı: PKK bağımsızlık ilan etsin artık! Gecikirse daha başka tuhaf koşullar ileri sürecek. Bir başka dünyanın eşiğinden geçmek bu kafayla mümkün değil!
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2010
PROF. Dr. Nurşen Mazıcı’nın 19 Temmuz 2010 tarihli Radikal’de yayımlanan nefis yazısının (“Özerk Kürdistan Tartışması”) giriş bölümünü ödünç alacağım: “Kraliçe Victoria döneminde yeni vergileri protesto eden bir grup İngiliz, ellerinde pankartlarla Buckingham Sarayı’na doğru yürüyüşe geçmişler. Bir kavşağa geldiklerinde grubu durduran polis, yanlış yöne gittiklerini belirterek protestocu gruba sarayın yolunu göstermiş. Oradan geçen bir lord ise, polise grubun sarayı basmaya gittiğini, onları engelleyeceğine üstüne üstlük bir de neden saraya yönlendirdiğini sorunca, polis ‘Ben trafik polisiyim, benim işim doğru yolu göstermektir. Saray baskınını engellemek, saray muhafızlarının işidir’ demiş.”
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!
‘VER’ DEMEKLE OLMUYOR
Bu iş “Dediğim dedik, çaldığım düdük” kafasıyla yürümez: Kürtçülerin ve sağsolcu kılavuzlarının mutlaka bilmeleri gereken temel bilgiler ve evrensel gelenekler var. “Ver!” demekle olmuyor bu işler! Kopenhag kriterlerinde Avrupa Birliği Kürtçenin de aralarında bulunduğu “yerel dillerin öğrenilmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması”nı istiyor. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kürt kökenli vatandaşları için eğitim ve öğretim dilinin Kürtçe olduğu okullar açsın” demiyor. Demokratikleşme(!) sürecinde AB kriterleri diye bastıranlar konu buraya gelince çamura yatıyorlar. Kendi bilecekleri iş!
Zaman Gazetesi’nin (20.07.10) yazdığına göre, CHP Diyarbakır İl Teşkilatı yaşanan sorunlar ve çözüm önerilerini içeren bir rapor hazırlanmış. 15 sayfalık raporda “Anadilde eğitim Milli Eğitim müfredatına eklenmeli ve Kürtçe tüm okullarda seçmeli ders olarak okutulmalıdır. Böylece hem Kürtlere hem de Türklere Kürtçe öğrenme hakkı verilmelidir” görüşlerine yer verilmiş. Ayrıca genel af da istenmekteymiş, ki istenebilir!
Kürtçenin seçmeli ders olmasına hiçbir demokrat karşı çık(a)maz, ama “anadilde eğitim”e ne demeli? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? CHP genel merkezi, iş işten geçmeden, bütün teşkilatına “anadilde eğitim ve öğretim” ne demek, “seçmeli ders” ne demek, Kopenhag kriterleri bu konuda ne diyor, bunları mutlaka ve hemen öğretmeli.
AYRI DEVLET İSTEMEKTİR
Hakkâri Üniversitesi’nin düzenlediği “Kürt Dili ve Edebiyatı Günleri”ne katılanların yayınladığı ortak bildiride “Kürt diliyle eğitimin önündeki bütün resmi ve fiili engel ve pürüzlerin en kısa zamanda kaldırılmasını, aynı şekilde Kürtçe eğitim hakkının anayasal güvenceye alınmasını istiyoruz” (Radikal, BirGün, 20.07.10) deniliyor.
Başbakan ise 20.07.10 tarihli Radikal Gazetesi’nin yazdığına göre “Türkçe resmi dildir, Kürtçe eğitim olmayacak” diyor. Neden acaba, dünyanın en demokrat başbakanı Kürtlerin anadilde öğrenim hakkı istemesine neden “Asla olamaz!” diyor?
Diyor, çünkü, anadilde öğrenim hakkı istemek, dondurma istemeye benzemez de ondan! Anadilde eğitim ve öğretim hakkı istemek federasyon ve ayrı devlet istemektir de ondan!
Bir başka dünya elbette mümkündür, ama onu tam olarak tarif edersen!
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2010
DÜNKÜ yazımı anımsayalım: Belçika’da Flamanca Flamanları birleştiriyor ama Vallonlardan ayırıyor. Vallonlar için tam tersi oluyor: Fransızca Vallonları birleştiriyor ama Flamanlardan ayırıyor. Brüksel’de resmi dil Fransızca. Aklıevvel Flamanlar, Vallonlarla uzlaşmak için resmi dilin İngilizce olmasını istiyorlar. Flamanlar, İngilizce ve Almanca öğreniyorlar ama Fransızca öğrenmek istemiyorlar.
İki resmi dilli olup geleceğin dünyasının, çokdilliliğin ve çokkültürlülüğün somut örneği olarak gösterilen Belçika bir nar gibi parçalanmak üzere.
Brüksel, NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin başkenti olmamış olsaydı, Belçika çoktan üçe bölünmüştü.
BELÇİKA’LAŞMAK
Şimdi benim “Kürtçülük sorunu” dediğim Kürt sorununa gelelim. Gelelim ama bana 2007 yılında Uşak’ta mevki sahibi, sözüne güvenilir bir zat, bir güneydoğu kentinde, yemeklerini Türkçe ısmarladıkları için lokanta garsonlarının kendilerine hizmet etmediğini söylemişti. Bu eğer doğruysa ve yaygınlaşmış ise biz çoktan Belçika olmuşuz da haberimiz yokmuş demektir. Henüz kimse farkında değil ama Kürt sorunu anadil üzerinden çözümlenecek. Oysa ben anadilde eğitim ile anadil eğitiminin arasındaki farkı işte bu nedenle 11 yıldır anlatmaya çalışıyorum.
Ama anlayan yok. Her gün televizyona çıkıp değirmende yoğurt öğütmeye devam ediyorlar.
Biz onları ve özellikle tartışma yöneticisi bayanları kendi halleriyle baş başa bırakıp kendi işimize bakalım. Kendimiz sorup kendimiz cevap verelim.
PKK NEDEN DAĞDA!
1. Kürtçülük sorunu PKK’nın kökü kazınırsa, biter mi? Bitmez!
2. 1921 Anayasası’nın yerel şûralar yönetimini uygulamak mümkün mü? Belki! Peki o zaman 81 il ve ilçe sayısı kadar şûralar mı olacak, yoksa bölgesel şûralar mı? İller ve ilçeler belki idare eder ama bölgesel şûralar tıpkı Belçika gibi Türkiye’yi böler.
3. Kürtçüler anadilde öğretim diye bastırıyorlar, anadili öğrenmeye razı olurlar mı? Bölünmek ve ayrılmak istemiyorlarsa razı olmaları gerekir. Çünkü şûralar yönetiminde anadilde öğretim anadilin resmi dil olması anlamına gelir.
4. Peki bu iş böyle devam eder mi? Etmez! Edecek olsa PKK neden dağa çıksın; çocuklar neden “Biji Apo!” diye bağırarak taş atsın.
5. Şu anda konuşulanların tamamı zamanaşımına uğramıştır. Kürtçülerin gerçek niyetlerinin iyice ortaya çıkması için özerk yönetim (bölgesel mi yoksa şimdiki yerellik boyutunda mı?), şûra yönetimi ve anadilde öğretim seçenekleri kalıyor.
6. Başta hükümet ve TSK olmak üzere bütün siyasal partiler bu konuda kafa yorup kendine bir duruş belirlemeli. Kürtçüler de kendi duruşlarını iyice belli etmeli.
Bu altı madde ve daha fazlası mutlaka konuşulacak. Kaçış yolu yok!
Bunların dışında konuşulan her şey gevezeliktir!
Başka bir dünya mümkündür! Ama değirmene yoğurt yerine buğday-arpa götürülürse!
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2010
BİRKAÇ yıl önce “Anadil kutsaldır ama böler” başlıklı bir yazı yazmayı tasarlamış ama zamanlama hatası yapmayayım diye yazımını ertelemiştim. Bu yazıyı artık yazmazsam geç kalırım, geç kalırız. Çünkü böyle bir yazıyı benden başka birinin yazacağını sanmıyorum.
Ben bunları düşünürken 15 Temmuz tarihli New York Times Gazetesi’nde Suzanne Daley imzalı ve “The Language Divide, Writ Small, in Belgian Town” başlıklı bir yazı yayımlandı. Aşağıda bu yazıdan yapılan alıntılar okuyacaksınız:
BAŞKANA FRANSIZCA YASAĞI
“Brüksel’in bir dış mahallesi olan Wemmel’de yaşayan varlıklı ailelerin çoğu Fransızca konuşan insanlardan oluşuyor ama yasalara göre Belçika’nın bu bölgesinde bütün resmi yazışmaların Flamanca yapılması gerekiyor.
Wemmel’in Belediye Başkanı Christian Andries’in tek kelime Fransızca konuşmasına hatta çeviri yapmasına bile izin yok. Kütüphane için Fransız tiyatrolarından
malzeme istemek üzere Fransızca mektup yazdığı için evinin önü protesto pankartlarıyla doldu.
Anadili Fransızca olan Kongolu bir şarkıcı davet ettiği için öyle şikâyetlere ve tehditlere maruz kaldı ki, sonunda polisten yardım istemek zorunda kaldı.
Geçen yıl Fransızca konuşan Belçikalıların okullarının pencerelerini Flamanlarınkinden daha önce yenilediği için Flaman gazetelerinde eleştirildi.
Durumu ondan kötü olanlar da var. Flaman bölgesinin dört yıl önce seçilen üç belediye başkanı, Fransız seçmenlere Fransızca seçim mektubu gönderdikleri için hâlâ resmen belediye başkanlığı koltuğuna oturamadı.
Etno-linguistik fay hattı hiç bu kadar belirgin olmamıştı ve aslında ülke şu anda üç parçalı bir federasyondan farksız.
Uzmanlar ülkenin bu hale gelmesinin şaşırtıcı olmadığı, Fransız ve Flaman bölgelerinin kendi siyasi partilerinin, gazete ve televizyon kanallarının bulunmasının yarattığı bir sonuç olduğu görüşünde. Bir Flaman gazetesinin editörü, ‘Siyasal partiler birbirleri için iyi bir şey söylemek zorunda değil çünkü bu onlara puan kazandırmıyor’ diyor.
Avrupa birliği farklılıkların, kültürel dengesizliklerin, eski düşmanlıkların üzerine şal örtmeye çalışırken Belçika tam ters yöne gitmekte.”
CAPON TUTKALI YAPIŞTIRAMAZ
Benim de birkaç kez başıma geldi: Belçika’nın kuzeyindeki Flaman bölgesinde Fransızca konuştuğum zaman hiç kimse cevap vermedi. İngilizce konuştuğum zaman herkes bülbül kesildi. Güneydeki Fransızca konuşulan Vallon bölgesinde bunun tersi oluyordur zahir!
Geçen ay Brüksel’de bir Brüksel Bölgesi bakanıyla yemek yiyorduk. Kendisi Vallon Sosyalist Partisi’nden.
Flamanlar bir uzlaşma jesti olarak, resmi dili Fransızca olan Brüksel’de resmi dilin İngilizce olmasını önermişler.
Kıssadan hisse 1: Anadilin bölüp ayırdığını hiçbir Capon tutkalı yapıştıramaz.
Kıssadan hisse 2: Başka bir dünya elbette mümkündür, ama değirmene yoğurt öğütmeye gidenlerle değil.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2010
ERTUĞRUL Özkök’ün yazılarında her zaman iyi bir romancının güçlü dilini görür ve kendisine roman yazması gerektiğini söylerdim. Anlatacak çok şeyi olduğundan ve o şeyleri çok iyi anlatacağından emindim. O bakımdan kitabı (“Tuhaf”, Doğan Kitap) benim için bir gazetecinin değil, bir romancının kitabıdır. Tahminimde yanılmamışım. Yazılarındaki o metaforlu, benzetmeli dili kitabında dörtnala at koşturuyor. Sırası gelmişken söyleyeyim, “üslup” denince insanların aklına genellikle karmakarışık, uzun ve iç içe, çoğu kez de kolay anlaşılmaz cümleler geliyor ya da hatta cümlelere takla attırmak. Üslubun bununla bir ilgisi yok, anlatmak istediği içeriğe uygun özel dili bulan ve kullanan bir yazarın üslup sahibi olduğu söylenebilir ancak. Ertuğrul Özkök’ten alıntılayacağım şu satırlara bakın: “O küçük koyun üstünde kendimi nilüfer çiçekleri gibi hissediyordum. Hiçbir yere bağlı olmadığı halde kendi arzusuyla hiçbir yere gitmeyen bir insandım.” Dili iyi kullanmak işte budur. Hayli karmaşık ve hayli bileşik bir duyguyu böylesine eksiksiz ve sade bir biçimde, bütün doluluğuyla dile getirebilmek.
GİZEMLERİN PEŞİNDE
Ertuğrul Özkök’ün kurmaca (fiction) yazacağını hep biliyordum da, tabii “ne” yazacağını bilemezdim, merak ederek okudum. Gündelik hayatta, apaçık gördüğümüzü sandığımız somut nesneler, olaylar, yapıp etmeler, ilişkiler dünyasındaki gizemlerin peşine düştüğünü görüyorum. Hepimizin açıkça gördüğü dünyayı bambaşka türlü okumak. Gündelik hayatın boşluğuna ve anlamsızlığına karşı gizem? Bu bütün yazarları, farklı biçimlerde de olsa, hep ilgilendirmiştir. Ben buna “Gündelik hayatın mucizesi” derim, demişim. Ben de şiirlerimde en sıradan gündelik hayatın, en sıradan ayrıntısında gizli iletiyi okumaya çalışmadım mı?
Ertuğrul Özkök, kitabın 15. sayfasında edebiyatın ebedi ve ezeli kaygısına parmak basıyor: “Hakikat beni ilgilendirmez. Hakikatin kurgusu kendinden çok cazip gelir bana.”
Yannis Ritsos da “Gerçek sadece duyduğumuz, gördüğümüz şeyler değildir. Aynı zamanda düşleyebileceğimiz şeylerdir, fantastik duygulardır” der.
“Tuhaf”ı okurken, kitabın arka sayfasına “gizem, mucize, fantastik” sözcüklerini yazmışım bir gözlem olarak. Bir de “Dan Brown ve ‘Da Vinci Şifresi’ saplantısı! Kurtulmalı!” diye.
9 ROMANIN KATİLİ!
Okuma eylemimde ikimizin (yazarın ve benim) işimiz çok zordu. Ben onda beklediğim hayallerimi bulmak istiyordum. Bir roman bekliyordum ondan. Kitabın beni ilgilendiren yazınsal bölümünde (136 sayfalık “İçerden” bölümü) tamı tamına 9 roman cenini var. Ertuğrul Özkök 9 romanı ‘sinopsis’, ‘özet’ haline getirmiş. Kendisi “Kastrato semender” olmayı seçebilir ama romanlarının ve kendisinin alın yazısına karşı çıkmamalı.
Aslına bakarsanız bu yazının adı “Seri katil” olmalıydı. Dokuz romanın katili. Elimde olsa, öldürdüğü 9 romanı yazmaya mahkûm ederdim Ertuğrul Özkök’ü.
“Tuhaf”ın yazarını bu kadar yakından tanımasam nereye koyacağımı bilemezdim onu, yere göğe sığdıramazdım. Bir başka dünyanın mümkün olduğunu sezdiren bir yazar her türlü övgüyü hak etmiştir!
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2010
KUTSAL kitapları herhangi bir dilde okuyup anlama yeteneğinden yoksun bir halkın gerçek bir dini olamaz. Hurafelere, dinsel söylencelere ve menkıbelere inanır. Bu nedenle, vakti zamanında, İbn Haldun bile, “Halkın dini efendinin dinidir” demiştir. Efendi din değiştirirse halk da değiştirir! Türkiye’nin Müslüman eliti her şeyi tartışır ama ne İslam’ın sorunlarını ne de Kuran’ı tartışır. Tartışmaya kalkışanın ise ossaat canını alır. Örneğin Kuran gerçekten vahiy olarak mı inmiştir, yoksa insan elinden mi çıkmıştır? Kuran tek midir, yoksa birden fazla mıdır?
Turan Dursun bunların kapağını biraz aralamaya kalkıştı ve kurşunların hedefi oldu.
BÖYLE BİR HÜKÜM YOK
Turan Dursun “Din ve Seks” (Berfin Yayınları) adlı ilginç kitabında “Zina” maddesi dolayısıyla konuya şöyle değiniyor:
“Zina edenlere verilen ‘Taşlanarak öldürülmelidirler!’ hükmü, bu ilkel ve acımasız hüküm, İslâm hukukuna da geçmiştir. Bugün İslâm dünyasında ‘Kuran’ diye bilinen, oysa ‘mevcut’ 5-6 ayrı Kuran’dan (‘musaf’tan) sadece biri olan ve Zeyd İbni Sabit tarafından derlenmiş bulunan Kuran’da da böyle bir hüküm yoktur” dedikten sonra, verdiği dipnotunda şöyle bir açıklama yapıyor:
“Peygamber’in hanımlarından Aişe’nin şu sözü ilginçtir: ‘Azhab suresi, Peygamber zamanında 200 ayet olarak okunurdu. Ne zaman ki Osman ‘Mushaflar’ı yazdırdı, Azhab suresindeki ayet sayısı, şu anda gördüğümüz kadar kaldı.’ Aişe, Osman’ın, ‘Mushaflar’ı tağyir ettiğini, yani değiştirdiğini söylüyor. Bkz: Celaluddin Abdurrahman E’s Suyuti” (s. 50)
ÇALIŞANLARIN EMEK HAKKI
Bu bakış açısı içinde 16. Nahl Suresi’nin 71. ayetini Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın çevirisinden birlikte okuyalım:
“Allah sizi, maişet ve rızk hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye inecek derecede, yanlarında çalıştırdıkları köle (ve hizmetçi)lere vermezler. O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendileri üzerindeki hakları bile bile inkâr ederler?”
Kuran’ın D. Masson tarafından yapılan Fransızca çevirisinde bu anlam daha da açık.
Allah yanınızda çalışanlarla eşit olarak paylaşmanız için kiminize daha çok verdi.
Statükoyu koruyan, patron-işçi arasındaki emek/kazanç ilişkisinde egemen olan sömürü düzenini koruyan bu ayetin vahiy yoluyla indiğine inanmak çok güç. Bu ayetin bu biçimiyle Kuran’a sonradan eklendiğini düşünmek, bundan kuşku duymak çok mümkün.
Allah, çalışanların emek hakkını, “kendileri üzerindeki hakları bile bile inkâr edenler”in insafına bile bile neden bıraksın?
Bu ayetin yorumu “özgün metnin değiştirilmesi” açısından da yapılması gerekmez mi?
Müslüman elit bu türden yorumlar yapmadan çağının çağdaşı olamaz. Çağının çağdaşı olmayanlar için yeni bir dünya mümkün değildir!
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2010
“ÜSTÜNDE güvercinler gezen şu rahat damın / Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın /
Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır / Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi / Tanrıların sükûnu çeker gözlerimizi / Bir düşünceden sonra, ah o ne mükafattır.”
(Paul Valery. Çev: Sabri Esat Siyavuşgil)
* * *
Kadim dostum Mme.Maithé Vallès-Bled bu yılın başında telefon etmiş ve “bizim” festivali Lodève’den başka bir yere taşıyacaklarını söylemişti.
“Nereye?” diye sordum.
Yazının Devamını Oku