13 Ağustos 2010
TÜRKİYE Komünist Partisi’nin (TKP) 9 Ağustos 2010 tarihli bir basın bildirisi ile duyurduğu çok önemli bir şikâyetli ihbarı yani suç duyurusu var: “Anayasa referandumuna bir ay kala, İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü ‘ilginç’ bir karara imza atmış bulunuyor. Türkiye Komünist Partisi İstanbul İl Örgütü’nün, referandum çalışmaları için, İstanbul Valiliği’ne yaptığı stand başvurusuna ‘vatandaşın oyu etkileneceği’ gerekçe gösterilerek izin verilmemiştir. Gerekçe olarak gösterilen seçim yasası maddelerinin konuyla uzaktan yakından ilgisi yokken, İstanbul Valiliği’nin vermiş olduğu karar ‘yandaş Valilik’in yeni bir örneğini oluşturmuştur.”
* * *
Seçim yasasının engelleyici maddelerinin sayıları verilmediği için karşılaştırma ve yorumlama olanağı bulamadım. Yalnız, TKP’nin başvurusunun “Vatandaşın oyunu etkileyeceği” yorumu ile reddedilmesi, bana da gülünç ve kötü niyetli geliyor. TKP, bildiride açıklandığı gibi, “Kamuoyunun da bildiği üzere, Anayasa değişikliği adıyla referanduma götürülen paketin bir AKP anayasası olduğunu düşünmekte ve emekçi halkımızı hayır oyu kullanmağa çağırmakta” ve yasal olarak vatandaşın oyunu etkilemek istemektedir.
TKP, eğer, referandumda “Evet” oyu tavsiye edeceğini açıklamış olsaydı İstanbul Valiliği gene stand açılmasına izin vermeyecek miydi?
Aynı soruyu, “Yetmez ama evet” diye homurdanarak nümayiş yapan demokratçılara da soruyorum: Sizin kullandığınız özgürlüğü TKP neden kullanamıyor? TKP ezildikçe mi yeni mevziler kazanacaksınız? Böyledir bizim yandan çarklı demokratçılar (Osman Can, Yücel Sayman, Ferhat Kentel, Baskın Oran ve şürekâsı) faşizme kul oldukça demokrasiye hizmet ettiklerini sanırlar!
* * *
Ah şimdi TKP legal bir parti olmayacaktı ki, iktidar partisi ve öteki sağ nasıl da rahat ederdi.
Faili meçhul bütün olaylar TKP’nin boynuna asılırdı, tıpkı 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi.
Ancak artık, iktidarlar “Gomunisler darbe yapacak” bahanesi ile ABD’den mali yardım isteyemez. Üç komünizm sempatizanını 3.000 gösterip şantaj yapamazlar. Sayılarını yeterli görmedikleri için dışardan komünist ithal etmeye kalkışamazlar.
Sağın bütün ağababaları 1960-1970 yıllarında Komünizmle Mücadele Cemiyeti saflarında palazlandı. Burada yetişen faşistler, ellerinde sopa ve tabanca, ülkenin her türlü özgürlüklerine karşı çıktılar, düşünceyi açıklama özgürlüğünü elleriyle boğdular.
Bunları yapabilmek için bir komünizm hayaleti yarattılar ve bu hayaletle özdeşleştirdikleri birçok insanın hayatını kararttılar. Bunları TÖS ve öğretmen örgütleri çok yakından tanır.
Valilik, Anayasa’nın “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” diyen 26. maddesini bilmiyor mu acaba? 26. maddenin gerisi de var tabii. Valilik belli ki eski saplantıları sürdürüyor. TKP artık Anayasa ve yasaların koruması altında legal bir siyasal partidir. 2007 genel seçimlerinde binde 23 oranında (79 bin 254 oy) oy almış, Türkiye’nin 12. sırada bulunan siyasal partisidir. Yasa karşısında TKP = AKP’dir. Yoksa öyle değil mi?
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2010
SON olarak 27, 28, 30 ve 31 Temmuz tarihlerinde yayımlanan yazılarımda Kürtçülerin taleplerini değerlendirmiş, bir ara da “İlan edin de şu bağımsızlığınızı herkes yerini bilsin!” demiştim. Zaten Hürriyet Gazetesi’nde tamı tamına 11 yıldır, Kürtçüler, sağsolcular ve yeni liberaller tarafından dile getirilen “daha çok demokrasi”, “daha çok insan hakları”, “kimliklere saygı” ve “anadilde öğrenim hakkı gibi” taleplerin gerisinde özerklik, federasyon ve ayrı devlet hayallerinin bulunduğunu yazıyordum.
Muarızlar bu saptamaların “bölünme paranoyası”ndan ileri geldiğini ileri sürüyorlardı.
Sonunda Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir “Bayrak ve özerklik istiyoruz!” diyerek safsatalara ve demokratçıların mugalatalarına muhteşem bir son verdi. Ardından, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “Belediye başkanımız partimizin projesini savunmuştur. Makul bir öneri yapmıştır!” diyerek kendilerinin ve PKK’nın amaç ve hedeflerini dünyaya ilan etmiştir.
Benden bu kadar! 11 yıllık yorum çabalarım, bu açıklamalarla artık doğrulanmıştır.
Ben kendilerine pazarlığa “ayrı devlet” projesiyle başlamalarını tavsiye etmiştim. Ayrı ve bağımsız devleti şimdilik ertelemiş görünüyorlar.
İSTEDİĞİNİZ CEVABI VERDİM!
Yıllar önce bir uluslararası toplantıda yanıma bir Suriyeli yazar gelmiş ve Hatay’ın Türkiye’ye mi yoksa Suriye’ye mi ait olduğunu sormuş, ben de: “Elbette Suriye’ye ait!” demiştim ironiyle karışık. Yüzüme inanmadan bakmış, bunun üzerine büyük boy kartımı çıkarıp arkasına, “Sayın Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Hatay’ın Suriye’ye ait olduğunu kabul ediyorum. Lütfen gerekeni yapınız!” diye Fransızca yazmış ve altını imzalamıştım.
Suriyeli yazar bunun üzerine, “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” diye çıkışmıştı. Kendisine, “Hayır, siz bana Hatay’ın kime ait olduğunu sordunuz, ben de istediğiniz cevabı verdim. Bundan sonrası bizim Cumhurbaşkanı’nın işi!” demiştim.
PARANOYA DEĞİLMİŞ!
O hesap! Bundan sonrası Barış ve Demokrasi Partisi’nin işi. Amaçlarını söylediler. Haklarıdır, karşı çıkamam. Muhatapları TBMM ve mevcut hükümet. Ancak, artık daha fazla demokrasiden, insan haklarından, ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edemezler.
Söyleyeceklerini söylediler: Demokratik özerklik. “Daha çok demokrasi, daha çok insan hakları” artık anlamsızlaştı. Bence bunlar safsata ama diyelim ki istekleri yerine getirildi, demokratik özerklik taleplerinden vazgeçecekler mi? Dünyaya ilan edilen istekleri yerine getirilebilir mi Cumhuriyet tarafından?
Bilemem! Akan sular durmuştur artık. Ancak kendimi tutamayıp birkaç tavsiyede bulunacağım: Birleşmiş Milletler’in “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” eski sömürge ülkeleriyle ilgilidir. Türkiye için örnek olamaz. Varsa, demokrasi ve insan hakları yetersizlikleri de özel bayrak ve özerklik taleplerine destek olamaz.
Demek ki Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi hiç de paranoya değilmiş! İsteyen istediği yöntemle intihar edebilir. Ve fakat intihar başka bir dünyayı mümkün kılamaz!
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2010
MEĞER ben yıllardır İslam düşmanı imişim de bundan haberim bile yokmuş; meğer ülkenin bütün geçmişi karanlık uyanıkları biliyormuş gerçeği. İlan ederek yüzüme vuruyorlar. Meğer ülkenin bütün “Komünizmle Mücadele Dernekçileri”, Milliyetçi Mukaddesatçıları, Türk-İslamcıları, tarikatçıları, ezcümle laik cumhuriyetin bütün düşmanları gerçeği(!) biliyorlarmış.
Ne yaptım ben? “Kuran’ın inmesinden bu yana yapılan bütün bilimsel keşiflerin kutsal kitapta yeri olduğu” iddialarına karşı çıktım. Kuran’dan önce yapılan bütün bilimsel keşiflerin yerinin “nerede” olduğunu sordum. Örneğin tekerleğin keşfinin, evcil hayvanların neredeyse tamamının evcilleştirilmesinin nerede yeri var?
Düşünelim: Evcil hayvanlar Bereketli Hilal’de, yani Suriye, Irak ve Türkiye’nin Güneydoğusu’nda evcilleştirildi. Sulu tarım gene bu bölgede uygulanmaya başladı. Peki bu bölge günümüzde neden geri kalmış? Bunu da sordum.
KURAN’DAN KOMÜNİST ÇIKARMAK!
Başka bir şey daha sordum? Kuran Hz. Muhammed’e ciltli ve birinci hamura basılı olarak inmedi. Hz. Muhammed inen vahiyleri söyledi, söylediklerini Vahiy Kâtipleri değişik maddelerin üzerine yazdı ve hafızlar tarafından ezberlendi. İnen ayetler Hz. Muhammed hayattayken Kitab halinde toplanmadı, yakınlarının ellerinde toplandı.
Hafızların savaşlarda ölmesi yüzünden ayetleri ezbere bilen hemen hemen kalmadı, hafız ezberleri arasında da farklar vardı. Bunun üzerine Hz. Ömer’in önerisiyle ayetlerin toplanmasına ve Kitab haline getirilmesine karar verildi ve olanlar işte o zaman oldu. Derlenen ayet toplamında uyuşmazlık çıktı. Eyaletlere gönderilen Kuranlar arasında farklar vardı. Örneğin Iran ve Suriye nüshalarında çelişkiler vardı. Ve bu da iki mezhebin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu da yetmedi yorumlar üzerine tarikatlar çıktı.
Ben de bir ayetin içeriğinin Tanrı’nın adalet ilkesini zedelediğini, bunun derleme sırasında yapılan katkılardan kaynaklanabileceğini yazdım.
Adamın biri (adını ansam ağzım kirlenir) beni “İslam Düşmanı” Komünist olmakla suçladı. Olup olmamayı bir yana bırakalım, komünizm artık yasalarımızda suç olmaktan çıktı. Türkiye’de bir partisi bile var. Kuran’dan komünizm çıkarmak benim ilkelerime aykırı. Çünkü kutsal Kuran’ın yeryüzü işlerine karıştırılmasına, bu işlere referans yapılmasına karşıyım ve bu nedenle de “laik”im. İnsan haklarının, özgürlük sorunlarının, emek/sermaye ilişki ve çelişkilerinin Anayasa ve yasaları ilgilendirdiğini savunurum.
OKU, UTANMA DUYGUSUNU ÖĞREN
Günümüzün geçmişi karanlık hormonlu demokratları demokrasiyi kendi düşüncelerine indirgemekte pek ustalar! Ancak demokrasiyi ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü içlerine sindirmeleri için, örneğin Bilim ve Ütopya Dergisi’nin ağustos sayısını okumalarını tavsiye edeceğim. Bir de Mohammed Ali Amir-Moezzi yönetiminde hazırlanan “Dictionnaire du Coran” (Robert Laffon) adlı yapıtın “Coran” (s. 184) ve “Rédaction du Coran” (s. 735) maddelerini mutlaka okusunlar. Okumak iyidir, utanma duygusunu da öğretir!
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2010
BUGÜN bazı romanlardan, bu romanların bazı cümlelerinden söz edecektim. Başbakan’ın “Menderes’in vasiyeti yerine gelecek!” sözü beni kışkırttı. Oysa çoktandır Başbakan’la ilgilenmemeye karar vermiştim. Başbakan Aydın’da konuşuyor. 6 Ağustos tarihli Hürriyet’ten aktarıyorum:
“Erdoğan, Menderes’in ‘Dirimden korkmayacaksınız ama Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek’ sözlerini hatırlatarak, ‘12 Eylül 2010 Adnan Menderes’in vasiyetinin yerine getirileceği tarihtir’ dedi. Kendisine Menderes’in akıbetinin hatırlatıldığını belirten Erdoğan, ‘Bana, Tayyip Erdoğan, Menderes’in akıbetini bilmiyor musun? diyorlar. CHP de MHP de, seni Yüce Divan’a göndeririz, diyorlar. Biz bu yola beyaz gömleğimizi giyerek çıktık. Ruhumuzu, bedenimizi bu uğurda vakfettik. Bir canımız var, bunu Allah’tan başkası alamaz. Bu uğurda feda etmekten kaçınmayız’ diye konuştu.”
DUYGUSAL SÖMÜRÜ
Tam anlamıyla bir böbürlenme, bir mugalata (demagoji)! Şu anda Türkiye’de kimse Menderes’in idamını onaylamıyor. Onun trajik kaderinin tekrarlaması mümkün değil. Bu durumda bu kaderden medet umma duygusal sömürü değilse nedir?
27 Mayıs 1960’tan önce Anayasa Mahkemesi ve Yüce Divan gibi demokratik olanaklar olsaydı, darbeye gerek kalmaz, Menderes büyük bir olasılıkla asılmazdı.
CHP ve MHP, Başbakan’ı Yüce Divan’a gönderebilirler mi? Gönderebilirler! Ama ilkin seçim kazanıp iktidara gelmeleri gerek. Tabii dürüst seçim yapılırsa!
MENDERES’TEN FARKI
27 Mayıs 1960 tarihinde 23 yaşında ve dünyadan haberli bir yükseköğrenim öğrencisi olarak Adnan Menderes’in hiç de özenilecek bir siyasetçi olmadığını söyleyebilirim. Menderes ile Başbakan’ın aile düzeni anlayışlarının çeliştiğini ileri sürüp didiklemeye tenezzül bile etmem. Ancak Menderes’in zengin bir toprak ağası olarak başbakan olduğunu söyleyebilirim. Başbakan, belediye başkanı ve başbakan olduktan sonra zenginleşti. Fark bu!
Başbakan’ın dediğine bakılırsa, Aydın vilayeti kendilerine (AKP’ye, Başbakan’a) “Bir yiğidin, bir özgürlük kahramanının, bir demokrasi şehidinin, merhum Adnan Menderes’in emaneti” imiş.
ÜLKEYİ BÖLEN KİŞİ
Adnan Menderes kimilerine göre bir “yiğit” olabilir ama bir “özgürlük kahramanı”, bir “demokrasi şehidi” olduğu tamamen gerçek dışı bir yakıştırmadır.
Adnan Menderes milletvekillerine “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz”, “Odunu aday yapsam seçtiririm” diyen siyasetçidir. Cumhuriyet Devrimleri ile başı hoş değildir. Vatan Cephesi’ni kurarak ülkeyi ikiye bölen kişidir.
Benim yaşımda olanlar onun “Orduyu yedek subaylarla da idare ederim!” dediğini çok iyi anımsarlar. 2010 yılında bir Başbakan’ın onu öykünmesi ve intikamını almaya kalkışması tarihi bir hatadır.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2010
DÜNKÜ yazımla ilgili olarak bir diyeceğim var: İnternet ortamında dolaşan bir iletiyi yayınlamadan önce kuşkusuz denetleyecektim. Aşağıda okuyacağınız eğitim desteği ve sağlık yardımı konularındaki bilgileri bölgede çalışan Doğan Haber Ajansı muhabirleri derlediler. Kendilerine çok teşekkür ederim.
Bu bilgileri de denetlemek için Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’ne 20 gün kadar önce yazı
yazdım. Bugüne (6 Ağustos, saat 08.10) kadar herhangi bir cevap gelmedi. DHA’nın sağladığı bilgiye göre:
KARŞILIKSIZ YARDIMLAR
Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü, Sosyal Riski Azaltma Projesi kapsamında, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde “Şartlı Nakit Transferi, Sağlık ve Gebelik Yardımı” yapıyor. Karşılıksız yapılan bu yardımlar şöyle:
1- Eğitim desteği:
Hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve ekonomik sıkıntılar yüzünden çocuklarını okula gönderemeyen ailelere yapılıyor. Eğitim desteği ilk ve ortaöğretim okullarına devam eden çocuklar için veriliyor. Her ay ödenen miktar şöyle:
İlköğretim okulunda okuyan 1-8 sınıf erkek çocuk için: 20 TL
İlköğretim okulunda okuyan 1-8 sınıf kız çocuk için: 25 TL
Ortaöğretimde okuyan 9-12 sınıf erkek çocuk için: 35 TL.
Ortaöğretimde okuyan 9-12 sınıf kız çocuk için: 45 TL
2- Sağlık yardımı:
Sağlık yardımı, hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle çocuklarını düzenli sağlık kontrolüne götüremeyen ailelerin 0-6 yaş grubu çocuklarına veriliyor. Yardım alanların Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen periyotlar içerisinde çocuklarının düzenli sağlık kontrollerini yaptırmaları şartıyla veriliyor.
Hamileliğin 3’üncü ayından itibaren sağlık ocağında düzenli kontrolünü yaptıran kadınlara ayda 20 TL veriliyor. Çocuk doğduktan sonra 6’ncı ayına kadar bu yardım devam ediyor. 18 aydan 72 aya kadar 6 ayda bir 20 TL veriliyor. Daha sonra çocuk eğitim yardımı almaya başlıyor.
“Şartlı Nakit Transferi” kapsamında, bebek bekleyen annelere, doğumlarını doktor kontrolünde bir sağlık merkezinde yapmaları koşuluyla ve bir sefere mahsus olarak 50 TL nakit yardım da yapılıyor.
Van ve ilçelerinde 2003 yılından bugüne kadar 78 bin 812 çocuğa eğitim yardımı yapılmış. Bu yardımlar 5-10 çocuklu aileler için önemli miktar oluşturuyor, genelde gıda ve giyim harcamalarında kullanılıyor. Yani yerinde kullanılmıyor. Baba belki bu para ile rakı içip kumar bile oynuyor.
BİR HABBE, İKİ KUBBE
Bölgeyle ilgili olarak, örneğin Van ilinin devlet hazinesine yıllık (kişi başına) katkısı ve devlet hazinesinden aldığı yardım payı ne kadar? Bildiğim kadarıyla birincisi “habbe”, ikincisi “kubbe”. Merak bu ya: Kürtçüler özerklik ilan ederse bu yardımlar devam edecek mi?
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2010
UZUN süredir aşağıdaki e-posta bilgisayarımda duruyor. İnanayım mı, inanmayayım mı? Gerçek mi yoksa kocaman bir iftira mı? Yazan bir doktor(muş): HER ÇOCUĞA HARÇLIK!
“Merhaba, buraya ilk gelince insan önce bir şeyler başarmak istiyor ve bütün olanaklarını zorluyor.
Ancak bir süre sonra bütün isteğini kaybedip ‘Ben burada ne arıyorum?’ diye sorgulamaya başlıyor.
Malzeme temini yerel firmaların kontrolünde (ki hepsi siyasilerin).
Hastane yönetimlerine baskı had safhada.
Siyasiler hastane üzerinden resmen devleti soyuyorlar. Bire mal olanı dörde satıyorlar.
İnsanlar doktorlara karşı büyük bir öfkeye sahip. Geldiğimden beri darp edilmeyen arkadaşım kalmadı.
Burada halk aşırı şımartılmış. İnsanların işini halletmeyince, ya kaymakama gidiyorlar, ya da ‘Ben PKK’lıyım, seni vururum diye tehdit ediliyoruz.
Can ve mal güvenliğimiz sıfır.
Kimse vergi vermiyor, elektrik-su vb., faturalar ödenmiyor.
Herkese ayda 150 TL çocuk parası (ki çocuk başına), çocuk ultrasonda görüldüğü andan itibaren de mama ve bez parası ödeniyor.
Okula giden her çocuğa devlet harçlık veriyor, harçlık gecikince anneler okulu basıp çocukları okuldan almakla tehdit ediyor.
O çocuklar ne yapıyor peki? Üzerlerinde üniformaları, ellerinde PKK bayrakları ile DTP mitingine gidiyor.
Herkese, eksin ya da ekmesin,
toprak yardımı yapılıyor (ki zaten kimse ekmiyor ya).
Bu yardımda sadece beyana bakılıyor. Adam 5’i 50 yazdırabiliyor. Van’da dağıtılan paraya bakınca, göl bile tarım arazisi sayılsa az gelir.
Her cuma kaymakamlık elden para dağıtıyor.
Burada tek vergi verenler devlet memurları.
Bu yazıyı okuduktan sonra herkese dağıtın, bilsin cümle âlem, bilsin tüm dünya.
Neden terör de bitmiyor daha iyi anlaşılır sanırım.
Terör biterse bu insanlar çalışmak zorunda kalabilir. İsterler mi bu rantın bitmesini?”
TARIMI ÖLDÜREN KREDİ
Çocuk parasına, devletin her çocuğa harçlık vermesine pek inanasım gelmiyor. Gösterilen toprak oranında çiftçilere tarım kredisi verildiğini ama kimsenin toprağı ekmediğini Uşak’ta da duymuştum. Bu türden kredilerin tarımı öldürdüğü ve kredi alanların çiftçilikle ilişkileri olmadığı söyleniyordu.
“Meçhul” doktorun mesajını her şeye
karşın yayınladım. Belki bir başka dünyanın oluşmasına küçük bir katkısı olur diye.
(Yarın aynı konuya devam.)
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2010
HAYATIN taa başından, doğumdan itibaren bebeklerin (insanların) belli bir oranda bir ahlak duygusu bulunduğunu gösteren pek çok kanıt var. Bu ahlak duygusu Tanrı ve din inancı olmasaydı da, gündelik yaşam ve doğadan gelen deneyimlerle insan varlığının zihninde gelişirdi, gelişebilirdi. Öyle oluyor zaten.
Bir yaşından küçük bebeklerin kötülere antipati, iyilere sempati ve bazı olaylarda empati duymalarının sonradan edinilmiş olması elbette olanaksız.
Modern psikolojinin en büyük başarılarından biri de küçük çocukların zihin dünyalarını incelemenin yolunu bulmuş olması.
Bereket versin iyilik/kötülük gibi kategorilerde bireysel bir soyaçekim yok. Soyaçekim insan türünün genel genleri ve DNA’ları ile ilgili. Bu nedenle katilin oğlu katil, hırsızın kızı hırsız olmuyor. Bunlar sonradan edinilen kültürle ilgili.
* * *
Bebeğin gözlerinin ruhuna (zihnine) açılan bir pencere olduğunu fark eden araştırmacılar, tıpkı büyükler gibi bebeklerin de ilginç ya da şaşırtıcı buldukları şeylere gözlerini kırpmadan uzun süre baktıklarına tanık olmuşlar.
Bakış süresi yöntemiyle araştırmacıların bebeklerle ilgili olarak ortaya çıkardığı gerçekler şaşırtıcı. Örneğin bebekler hokkabazlık numaralarına gözlerini kırpmadan bakıyorlarmış. Sözgelimi, altındaki desteği kaldırılan ve öylece havada duran bir tahtaya gözlerini dikiyorlarmış. Bu ve bunun gibi pek çok deneyden sonra uzmanlar, demek ki diyorlar, nesnelerin (şeylerin) nasıl davranması gerektiği konusunda bebeklerin bir fikri var.
Bebeklerin zihin dünyalarıyla ilgili araştırmaların sonuçları arasında, amanın neler var neler: Başka insanların nasıl düşündüğü; bir hareket yaptıklarında bunu niçin yaptıklarını bilmek; başkalarının acıları karşısında acı duymak. Bir yaşında bir bebeğin karşısında ağlayın onun da alt dudağı titremeye başlar.
* * *
Bir doğumevi bebek koğuşunda, bir çocuğun ağlamasına öteki çocuklar neden katılırlar; bu katılım empatiden, duygusal ortaklıktan başka ne olabilir?
Bizim Tanbey altı aylık falandı. Annesi okuldaydı, ona ben bakıyordum. Ben mutfakta bulaşık yıkarken ağlamaya başladı. Acele ederken kırılan bir bardak parmağımı derinden kesti. Tentürdiyot ve pamuk bulmam gerekiyordu. Kan yere damlıyordu. Yanına gittim, “Bak oğlum parmağım kesildi kanıyor. Şimdi sus da şuna bir çare bulayım” dedim. Bana ve parmağıma baktı ve sustu.
Erkek kardeşim Bülent ile aramızda 14-15 yaş var. Bir yaşında falan. Kucağıma oturttum ve bir divan şiiri antolojisinden şiirler okumaya başladım. Aruz vezninin yarattığı hüzünlü sesin etkisiyle, bir süre sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Zor susturdum. Bülent’in yerine bir Ugandalı ya da Eskimo çocuk da olsa ağlardı.
Bebekler mühendislerin beceriksiz ya da hain ellerine düşmeselerdi, dünya her zaman yepyeni olurdu. Bir başka dünya da gerekmezdi!
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2010
3 MAYIS 2010 tarihli The New York Times Magazine’de bebekler üzerinde yapılmış bir araştırmayla ilgili bir yazı yayımlandı. Yazıyı Yale Üniversitesi psikoloji profesörü Paul Bloom kaleme almış, bebeklerin bilişsel yetilerinin araştırıldığı merkezde yapılan deneyleri ve sonuçlarını anlatıyor. Yazı şu cümleyle başlıyor: “Geçenlerde araştırmacılar 1 yaşındaki bir erkek bebeğin kendi eliyle adaleti yerine getirişine tanık oldular.”
YARAMAZA TOKAT
Efendim, hikâye şu. Bebeklerin iyiyi kötüden ayırıp ayıramadığını ölçmek için şöyle bir deney yapıyorlar. 5-6 aylık bebeklere bir video seyrettiriyorlar. O videoda üç cisim kullanılıyor, biri mavi bir küp, biri kırmızı bir top, biri de sarı bir üçgen. Üçünün de üzerine insan yüzü çizilmiş. Güya bunlar birer insan. Kırmızı top bir yokuşa tırmanmaya çalışıyor, bir türlü tepeye ulaşamıyor. Bunun üzerine sarı üçgen gelip onu arkasından yokuş yukarı itiyor ve top yokuşun tepesine tırmanmayı başarıyor ama tepedeki mavi küp kırmızı topu itip aşağıya düşürüyor. Araştırmacılar bebeğe bunu birkaç kez seyrettirdikten sonra mavi küp ile sarı üçgeni bir tepsinin üzerine koyup bebeğe uzatıyorlar ve bütün bebekler, istisnasız hepsi muzır mavi küpü değil, yardımsever sarı üçgeni seçiyor.
Yukarıda sözünü ettiğim adalet duygusu güçlü bebeğin hikâyesi daha da hoş. Ona bir kukla gösterisi seyrettiriliyor. Üç kukla var, ortadaki kukla sağında oturan kuklaya bir top yuvarlıyor, o kukla da topu geri gönderiyor. Ortadaki kukla bu kez topu solundaki kuklaya yuvarlıyor, soldaki kukla topu geri yuvarlamıyor, alıp kaçıyor. Araştırmacılar daha sonra sağdaki cici kuklayla soldaki muzır kuklayı getirip bebeğin önüne koyuyorlar ve kuklaların önüne şeker yığıyorlar. Bebeği de o şekerlerden almaya çağırıyorlar. Bebek yaramaz kuklanın önündeki şekerlerden alıyor ve bununla da yetinmeyip uzanarak kuklaya bir tokat atıyor. Böylece hak yerini buluyor.
DOĞUŞTAN ADALETLİ
Freud’dan Piaget’ye kadar bebeklerin ahlakının olmadığını söyleyen pek çok psikoloğun yanıldığı anlaşılıyor. Bu deneyler ilkel düzeyde de olsa bebeklerde iyiyle kötü fikrinin, adalet duygusunun doğuştan var olduğunu açıkça gösteriyor. Evrimle kazanılmış bir bilgi olduğunu. Bugüne kadar bunları çocukların ana-babalarından ve toplumdan öğrendikleri düşünülürdü. Daha doğrusu bebeklerin zihinlerinin doğdukları anda boş levha (tabula rasa) olduğu ve yıllar içinde bu boş levhanın gelenek ve görenekler, ahlak ve dinlerin ilkeleri tarafından doldurulduğu kabul edilirdi.
Dahası, Ali Bulaç’ın (Zaman, 07.07.10) aktardığı hadis gibi: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır ve Mecusileştirir” (Buhari, Cenaiz, 92). Demek ki çocuklar dinsiz doğmazlarmış, Müslüman doğarlarmış. Gel de inanma(!) Sonra Ali Bulaç ekliyor: “Özetle, iyi dediğimiz ‘insani veya evrensel değerler’ eğer gerçekten ‘iyi’ iseler, İslam’a aittirler.” Demek ki Müslümanlar iyi, ötekiler kötü!
İşe bak. Şimdi desem ki çocuklar iyi ve kötü gibi değerleri ananın dölyatağında edinirler. Genlerden geçer, DNA’larında vardır. Bunun için de Kuran’a bir ayet bulurlar!
İnsanı sıkboğaz etmeyin, bırakın yeni ve özgür bir dünyayı mümkün kılsınlar!
Yazının Devamını Oku