4 Eylül 2010
18 yaşımda Mersin’den ayrıldığım zaman evimizde radyo yoktu, gramofon yoktu. Maçları, dinlememize izin veren bir bakkalda radyodan dinlerdim. Ama Mersin Lisesi başka bir liseydi. Hikmet Hazar adlı muhteşem bir müzik öğretmenimiz vardı. Sabahları okul kapısı açıldığı zaman okulun hoparlöründe klasik müzik çalmaya başlardı. Bilinen dünyanın en büyük bütün bestecilerinden örnekler, büyük operalar. Cumhuriyetin ilk büyük bestecileri: Cemal Reşit Rey, Ahmed Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin.
Müzik derslerinde müzik tarihini, büyük bestecileri, büyük icracıları öğrenirdik.
Fazıl Say, sözünü ettiğim bestecilerden, icracıların düzeyinde biridir. Yaşı kaç? Daha 38! Bu bir mucizedir. Fazıl’la yapılan bir televizyon söyleşisini (CNN, Beş N, Bir K, 24.08.10) seyrettim, dinledim. Sabrına hayran kaldım. Dünya çapında çok büyük bir “Maestro”! Ölçü bu!
GERÇEK ENTELEKTÜEL
Fazıl Say bu söyleşide müzikteki yozlaşmanın eğitimden kaynaklandığını söyledi. Bu vesile ile onun gerçek bir entelektüel olduğuna bir kez daha tanık oldum. Arabesk müziği bulunduğu yerin (dünya çapında çok büyük bir maestro) açısından değerlendirdiğine dikkat edip söylediklerine saygı duyulmalı. Çünkü çok iyi bildiği, ömrünü verdiği bir alanda konuşuyor. Ona saldıranlar kim? “Do-re-mi-fa-sol-la-si-do”yu sakız reklamı sanacak insanlar!
Fazıl Say, ilk ve ortaöğretimde müzik derslerinin kaldırılmak istendiğini söyledi. Düşünmeliyiz: AKP neden müzik derslerini müfredat programından kaldırmak istiyor? Ona saldıranlar bir tepki gösterdi mi bu yobazlığa? Çocuklarımıza öğrenim dönemlerinde evrensel müziği öğretmezsek, müzik beğenileri nasıl oluşacak? Beethoven’ın, Ulvi Cemal Erkin’in yapıtlarına “Gıygıycılık” diyen, opera sanatını “Eşek anırtısı” olarak tanımlayan anlayış kültürümüze egemen olacak.
SORUMLU AYDIN
Renkler ve zevkler tartışılmaz değil, tartışılır. Gres yağı, bal ve süt karışımını içen adamın seçimini bir zevk olarak mı kabul edeceğiz?
Fazıl Say, klasik Türk müziğinin, halk müziğinin besteci ve icracılarına toz kondurmuyor. Dede Efendi nerede, Karacaoğlan’ın türküleri, bozlaklar ve ağıtlar nerede?
Fazıl Say “Halkı hor gören, seçkinci bir kişilik” imiş, böyle eleştiriliyormuş. Onun bir seçkinci olduğu kesin, bir entelektüel olduğu kesin. Ama halkı eleştirmek başka, halk düşmanı olmak başka! Postmodern kültür anlayışı istediği kadar tersini söylesin: Bir yüksek kültür vardır. Bu kültür dışında kalan, yüksek aklın yaratmadığı kültürümsü kültür giderek yozlaşır.
Yüksek kültür sahibi insan hoşgörülü olmak zorunda değildir.
Fazıl Say Türkiye’yi, Cumhuriyet’i, özgür düşünceyi savunuyor. Onun telaşı bu değerlerin yıkıldığını görmekten, onun yerine ilkel bir zevk ve kültürün ikame edilmek istendiğini anlamaktan kaynaklanıyor. Böyle bir insana “sorumlu aydın” denir. Onun varlığından, yaptığı işlerden gurur duyulmalı. Gençliğimiz için olumlu bir örnek. Özellikle fildişi kuleye saklanmaması, hedef olmaktan korkmaması!
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2010
İLKOKUL öğrencisiydim. Kevser Halamın kocası, “dede”m, Koca Çizmeli Ormancı Ahmet Efendi “Karagöz” adlı bir halk gazetesi okuturdu bana. Yüksek sesle. Karagöz ile Hacivat’ın diyaloğu, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!” diye biterdi...
Kimileri Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazılarımı tartışma açmak, idman yapmak için yazdığımı sanıyor. Ben yazılarımı pedagojik amaçla, öğretmek için yazıyorum. Bir kamusal hizmet. Anlayana ve anlamayana!
Dersimiz: Dersim! Adamlar Avrupa’da bir yerde Ermeni diasporasına denk bir Dersim diasporası ticarethanesi açmış. 400-500 yıllık Dersim tarihini es geçip 1937-1939 Dersim olaylarını bir tür Yahudi soykırımı olarak sunmak istiyor. 1937-1939 yıllarının “tedibâtı” (terbiyelendirme) Dersim’in özel tarihinin ürünüdür. Bunun sonucu olarak, Dersim’i baskı altında tutan ve sömüren feodal düzen ortadan kalkmıştır. Dersimlinin daha sonra CHP ile barışmasının nedeni işte budur! İsterseniz 1950’den itibaren seçim sonuçlarına bakalım:
İŞTE SEÇİM SONUÇLARI
1950: Demokrat Parti (DP) yüzde 55.20; CHP yüzde 39.60. 1950 seçimlerinde CHP iktidarda olduğu için Tunceli’nin yüzde 39.60’ı korkudan CHP’ye oy verdi, diyelim. Ama 1954’te DP iktidardaydı.
1954: DP yüzde 46.53; CHP yüzde 53.47. CHP’nin oyu yükselmiş.
1957: DP yüzde 34.80; CHP yüzde 53.52. CHP’nin oyu yükselmiş.
1961: DP’nin devamı Yeni Türkiye Partisi (YTP) yüzde 35.42; CHP yüzde 35.14.
1965: Adalet Partisi (AP) yüzde 26.85: CHP yüzde 33.50.
1969: AP yüzde 23.31; CHP yüzde 18.88.
1973: AP yüzde 14.34; CHP yüzde 69.96.
1977: AP yüzde 8.17; CHP 66.27.
1983: ANAP yüzde 16.29; Halkçı Parti (HP) adı altında CHP yüzde 63.56.
1987: ANAP yüzde 19.08; SHP yüzde 54.83.
1991: ANAP yüzde 10.72; SHP yüzde 57.90.
1995: DYP yüzde 16.77; HADEP yüzde 16.94; CHP yüzde 23.39.
1999: DYP yüzde 15.56, Bağımsız yüzde 20.35; CHP yüzde 18.33.
2002: DYP yüzde 13.23, DEHAP yüzde 32.55; CHP yüzde 24.62.
2007: AKP yüzde 12.27, 2 adet Bağımsız yüzde 59.96; CHP yüzde 16.58.
TUNCELİ’NİN OYU NE OLACAK
2007 seçimlerinde toplam oyların yüzde 59.96’sını alan iki bağımsızdan Şerafettin Halis şimdi BDP milletvekili, 11.515 oy almış; şimdi CHP milletvekili olan Kamer Genç 13.909 oy almış. Kamer Genç’in yüzdesi eklendiği zaman CHP’nin oyu yüzde 50’yi geçiyor.
Madem ki halkın oyu “muhterem”dir, Tunceli halkının yarıdan fazlası, 60 yıldır, Dersim olaylarının sorumlusu olarak CHP’yi görmüyor.
Yatılı okullarda okutulan Dersimli kızların cehennem hayatı yaşadığı propagandası yapılıyor. Oysa o okullarda okuyup hayatı değişen binlerce kız var, onlar da hayatlarından çok memnun.
Tunceli’nin referandum oylarını çok merak ediyorum: Tulum “Evet” çıkması gerekmiyor mu?
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2010
GALİBA Octavio Paz (bir başkası da olabilir) şiir şairine benzer demişti. Bu cümleden aldığı ilhamla Cemal Süreya “Şairin hayatı şiire dahil!” demiş ve bu söz dillere destan olmuş idi! O hesap, demokrasi atı da binicisine göre kişner. Kimisi demokrasi (çamaşır) makinesi ile çamaşır yıkar, aklı evveller de yayık olarak kullanır makineyi! Ayran yapar!
Bir cemaatin polisten yargıya, eğitimden bayındırlığa devletin bütün yapılarını ele geçirdiği bir ülkede demokrasi değil onun gölgesi bile olamaz.
Bir il müftüsünün camisiz yerleşim yerlerini dinsizlikle suçladığı bir ülkede kesinlikle demokrasi olamaz. Demokrasi (varsa) gider dinci faşizm gelir.
“Gelmez” diyenin ya aklından zoru vardır ya da beyni ile midesi yer değiştirmiştir.
HALKIN FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜ!
Çağdaş demokrasi kapitalist toplumlarda sınıf mücadelesinden doğdu. Avrupa’nın Hıristiyan Demokrat partileri tutucudur ama seçmeni “dindar olan halk/dindar olmayan laikler” diye ikiye ayırmazlar. Lider sultasına dayandığı için, seçkinlerini horlayan, lanetleyen halkın demokrasisinin sonu faşist diktatörlüğe varır.
Faşist diktatörlüğe varan halkın demokrasisi ilkin eşitlik, özgürlük ve kardeşliği yok eder. Ya da eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’in bulunmadığı yerde sözde demokrasi faşizme ve diktatörlüğe dönüşür.
“Demokrasi” bir siyasal sistem değil, Aristo’nun öngördüğü gibi “demos”un (halkın) üstünlüğüne eğimli bir sınıflararası ilişki biçimidir. (Luciano Canfora, “Avrupa’da Demokrasi”, Literatür Yayınları, s. 283)
Bu ilişkiyi reddeden, halkın üstünlüğü (milli irade) ideolojisini tapınç haline getiren; milli iradenin somutlaştığı yasama meclisinin eylemlerini her türlü denetimin dışında tutan anlayış, faşist değilse bile giderek faşizme varır.
DEMOS DEMOS OLDUĞU ZAMAN
Yaptığı yalapşap Anayasa değişikliğini referanduma götüren AKP’nin eylemlerine bakalım:
- Kuvvetler ayrılığına karşı olduğu için Anayasa Mahkemesi ve Danıştay denetimlerini ortadan kaldırmak istemektedir.
Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın denetim ve sınırlandırma yetkilerinin ortadan kalktığı ülkelerde var olan demokrasi faşizme dönüşür.
Üzerinde onlarca değişiklik yapılan 1982 Anayasası ne kadar “12 Eylül Anayasası”? Bunu unutalım. AKP, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yı iktidarın memuru haline getiren iki değişiklik yapıp Anayasa’nın 175 maddesini olduğu gibi bırakıyor. Pakette yer alan öteki yirmi küsur “elma şekeri” bir aldatmaca olup referandumluk bir iyileştirme değildir.
Demokrasi ile faşizm arasındaki farkı hissedemeyen “demos” kesimini demokrasi adına suçlayamayız. Sınıf bilinci olmayan halk “demos” değildir zaten. “Krasi”nin, “yönetim”in önüne her sözcük yazılabilir o zaman. “Demos” demos olduğu zaman zaten böyle terslikler olmaz. Demokrasi gidince halk (demos) köleleşir; köleleşen halk ne kendini ne de demokrasisini koruyabilir. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2010
TÜRKİYE Türkiye olalı böyle bir demagojiye (mugalataya) tanık olmadı! “Başbakan, Konya mitingine giderken ANA uçağında Hürriyet’in sorularını yanıtladı, Kılıçdaroğlu’nun genel af önerisine sert çıktı: Sadece biz değil, Türkiye ayağa kalkar.” (Hürriyet, 29.08.10)
Başbakan Konya’dan CHP lideri Kılıçdaroğlu’na sesleniyor:
“Parlamentonun yüzde 65’ine sahip olan AK Parti sana buradan bir gıdım su içirmez su. Neyi çıkarıyorsun sen? Neyin genel affını çıkarıyorsun?” (Vatan, 29.08.10)
* * *
Kılıçdaroğlu, parlamentonun yüzde 65’i AKP tarafından işgal edilmişken genel af çıkaracağını söylemedi. Önümüzdeki seçimi kazandıktan sonra böyle bir işe girişeceğini ileri sürdü. Ardından, “Toplumsal barış, uzlaşma sağlandığında bir genel af tartışılabilir. Öcalan’a af gibi bir düşüncemiz söz konusu olmadı” açıklamasını da yaptı. (Hürriyet, 29.08.10)
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2010
İSLAM âlimlerinin icatlarını, bilim ve teknolojinin bin yıllık serüvenini anlatan 1001 İcat sergisi Sultanahmet Meydanı’nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıldı. Bilim, Teknoloji ve Medeniyet Vakfı tarafından gerçekleştirilen sergi, İslam medeniyetinde bir altın çağın yaşandığını ortaya koyuyor. (Zaman, 19.08.10) HEPSİ NOBEL ALIRDI!
Zaman Gazetesi’nde, adı geçen vakfın başkanı Prof. Dr. Salim Al Hassani ile yapılan bir söyleşi yer alıyor. Prof. Dr. Salim Al Hassani dünyada pek bilinen bir öyküyü anlatıyor:
“Bu, sadece İslam ile de ilgili değil. Biz buna İslam mirası diyoruz, çünkü İslam medeniyeti Avrupa’ya naklolundu, onunla temasa geçti. İslam medeniyeti bütün bu keşifleri yaparken diğer medeniyetlerden etkilenmişti. Sümer, Babil, Yunan, Hint, Çin gibi medeniyetlerin izi var. Aristo’nun, Galeius’un, Homer’in ve Grek medeniyetinin eserlerini bile İslam medeniyetinde Arapça yazılmış eserlerden öğrendik. Bunlar Arapçadan Latinceye çevrildi. Aslında bu, bir lokomotif gibiydi. Avrupa’ya İslam vatmanıyla gelen; içinde Musevilerin, Hıristiyanların ve bütün milletlerin yer aldığı bir medeniyet lokomotifini andırıyordu. Bunun yükü bütün medeniyetlerin karışımıydı ve üstüne İslam medeniyetinin icatları eklendi.”
Prof. Dr. Salim Al Hassani, “İslam âlimlerinin bilime katkıları neden çok konuşulmuyor” sorusu üzerine şunları söylüyor: “İslam dünyasının kâşiflerini, mucitlerini bugüne getirebilseydik hepsi Nobel Ödülü alırlardı. Ve sayıları bir futbol stadyumunu dolduracak kadar olurdu.” Bu yazıyı yazmamı bu yanıt kışkırttı.
SIFIRI BULDUK, ÇIKAMADIK!
Söyleşiyi yapan Musa İğrek, Prof. Dr. Salim Al Hassani’ye evlere şenlik bir soru soruyor:
“Zaman zaman dinin bilimin önünde bir engel olduğuna dair düşünceler dillendiriliyor; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Prof. Dr. Salim Al Hassani’nin verdiği yanıt önemli değil. Soru önemli ve benim için cevabı da belli: Hıristiyanlık, Yahudilik, Uzakdoğu inançları, en azından, 15. yüzyıldan bu yana bilimin önünde engel oluşturmuyor. Oysa 14-15 yüzyıldan sonra İslam âleminde ilim-milim kalmadı. Neden acaba?
Araplar, “Neden acaba?” sorusunu deşince şu garabete ulaşıyorlar: “Eski altın çağı tekrar yaşamak için İslam’a daha sıkı sarılmalıyız!” Çağı anlamak, özeleştiri yapmak yerine geçmişe kaçarak daha tutucu, daha selefi, daha sefil ve köktendinci oluyorlar.
Ayrıca günümüz Avrupa’sının düşünsel köklerinin Arapların aracılığı olmaksızın, doğrudan Yunan mirasına uzandığı tezi giderek daha çok yandaş buluyor.
İslam âlemi kendisine “Biz neden böyleyiz, biz neden geri kaldık?” sorusunu soracak cesarete sahip değil. Hayali Nobel ödülleriyle avunuyor.
Ancak bu soruyu kendisine sorabilenlere de rastladım. Bunlardan biri, bir Faslı dostum, “Biz Araplar sıfırı bulduk, içinden çıkamadık, orada kaldık!” diyor.
Şimdi’yi emziremeyen, besleme gücü olmayan geçmiş hiçbir işe yaramaz. Önemli olan dün değil bugündür, geçmişi değerlendiren ve geleceği yaratan “çağdaş bugün”ün bilinçli aklıdır.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2010
SAĞ ve İslamcı cenah türlü çeşitli yollarla referandumda “Evet” demenin ne kadar vacip ve sevap olduğunu kanıtlamak için elinden geleni yapıyor. İslamcı basın derin hocalardan olumlu görüş (fetva) almak için birbiriyle adeta yarışmakta. 18 Ağustos 2010 tarihli Zaman Gazetesi’nde de Abdullah Büyük Hocaefendi “12 Eylül günü, umre için bile olsa sandık başına gitmemek, evet dememek büyük vebaldir” diye buyurmuş. Pek yakında “Evet” demenin Kuran’daki yerini bile gösterirler.
NURİ ALAN DİYOR Kİ?
Biz işimize bakalım: Emekli Danıştay Başkanı Nuri Alan bu konuda neler yazıyor (Cumhuriyet, 18.08.10) ona dikkat edelim: “Milli Güvenlik Konseyi, üç yılı aşan yönetimi döneminde (12 Eylül 1980-6 Aralık 1983) anayasal kuruluş ve işleyişleri, temel hak ve özgürlükler gibi çok önemli ve değişik alanlarda çok sayıda düzenleme yapmıştır” dedikten sonra saymaya başlıyor:
“Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, TRT, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (mülga), Yüksek Öğretim, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili yasalar ve Siyasi Partiler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, Milletvekili Seçim Kanunu, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu, Kamulaştırma Kanunu bunlar arasında yer almaktadır.
Sayısal olarak ifade edilirse bu dönemde 669 Yasa, 139 Kanun hükmünde kararname olmak üzere 808 yasama tasarrufu yürürlüğe konulmuştur. Denilebilir ki, önce Devletin kuruluşu ve yapısı, kişinin temel hak ve özgürlükleri belirlenmiş, bu yasaların çoğunun yürürlüğe girmesinden sonra bu Anayasa yürürlüğe konulmuştur.
Çok önemli konuları düzenleyen söz konusu yasalar yürürlüğe girmeden önce kamuya sunulmamış ve tartışılmamış; dar bir çevrenin görüş ve önerileri doğrultusunda hazırlanıp kabul edilmiştir.”
UMREYE GİTME EVET VER!
İlke açısından Abdullah Büyük Hocaefendi’nin görüşü ne kadar “muhterem” ise emekli Danıştay Başkanı Nuri Alan’ın görüşü de o kadar muhteremdir.
Abdullah Büyük Hocaefendi, umreye gitmeyin ama referandum sandığına gidip “Evet” oyu verin, diyor. Gerektiğinde “Hacca gitmeyin ama referandumda ‘Evet’ oyu verin, sevaptır!” diyebilir. Ama bunun nedenini açıklamıyor. Bu “AKP ne eylerse güzel eyler, dinen uygundur!” demeye getiriyor.
Buna karşın emekli Danıştay Başkanı Nuri Alan, 12 Eylül generallerinin, kimseye danışmadan, keyiflerine göre 808 yasama tasarrufunda bulunduklarını açıklıyor. Ve 12 Eylül ile hesaplaşmak isteyen kimsenin, bu 808 yasama tasarrufuna karşı girişimde bulunması gerektiğini anlamayı bize bırakıyor. AKP’nin referanduma değişikliklerin göz boyasından başka bir şey olmadığını gösteriyor. Değişen bir virgül için “Evet” diyen gafiller, aslında cumhuriyetsiz demokrasiye, demokrasisiz demokrasiye “Evet” demektedir.
12 Eylül’le hesaplaşmak isteyen ilkin AKP ile hesaplaşır.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2010
ANAYASA MADDE 25: Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. 25. MADDEYE AYKIRI
Başbakan, Haber Türk Televizyonu’nda Yiğit Bulut’un kendisiyle yaptığı uzun söyleşide, TÜSİAD’ı pençelerinin arasına alıyor ve “Bundan önce kendilerinin gazetelere boy boy ilan verdikleri, evet dedikleri bir Anayasa değişikliği vardı, orada hepsi vardı. Şimdi açıkça tavır koyan bir Memur-Sen’i görüyorum, bir Hak-İş’i görüyorum. Bunun yanında bazı odalar bu konuda tavır koyuyor. Yeni yeni belki bazı açıklamalar olacak” diyor. TÜSİAD’ın hiza ve istikametine “EVET”ten bakmasını isteyen Başbakan, “Eğer bu Anayasa değişikliğini beğenmiyorsa çıksın açıkça hayır desin, neden olduğunu da söylesin. Desin ki ‘Ben bu 26 maddenin şu maddelerine şu gerekçeyle karşıyım’. Ama diyemiyorsan o zaman da çık açıkça ‘Ben bu değişikliği destekliyorum’ de. Çünkü bitaraf olan bertaraf olur derler” diye ekliyor.
Başbakan’ın bu talimatı Anayasa’nın 25. maddesine usulden ve esastan aykırı değil mi? 12 Eylül referandumu Başbakan’ın sadece bu gözdağı ile meşruiyetini tamamen yitirmiyor mu?
GREV HAKKI KISITLANIYOR
Başbakan, Suudi Arabistan’ın milleti zorla camilere sokan eli sopalı din polisi gibi vatandaşı referandumda “Evet” oyu vermeye zorluyor. “Evet oyu verin yoksa karışmam ha, burnunuzdan fitil fitil getiririm!” diyor.
BirGün Gazetesi (19.08.10) “Ahlaksız Teklif!” diye manşet atmış. Aşağıda şunlar yazıyor:
“Hükümet, toplusözleşme için sendikaların referandumda ‘evet’ demesini teklif etti. Sendikaların bir kısmı bu teklifi AKP’nin şantajı olarak nitelendirdi. KESK masayı terk etti.”
Sendikaların bir kesimi bu teklifi AKP’nin şantajı olarak nitelendirmiş. Demek ki bu öneriyi şantaj kabul etmeyen sendikalar da varmış. Bu türden sendikalara “sarı sendika” denir.
KESK Genel Başkanı Sami Evren “Toplusözleşme kararı hemen alınabilecek bir karardır. Bu kararın evet-hayır seçeneklerine sıkıştırılmasını doğru bulmuyoruz” diyor.
Başbakan sanki sendikalarla Erkan Yolaç türü “Evet-Hayır’ oyunu oynuyor.
Hükümetin politik tutumuna uygun hukuk dışı bir tavır sergilediğini belirten eski KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul ise durumu şöyle değerlendiriyor:
“Anayasa’da yapılmak istenen değişiklikler bugün işçi hakları açısından daha ileri değil daha geridir. İşçilerin grev hakkı kısıtlanacaktır. AKP politik tutumuna uygun davrandı. İcraatlarına baktığımızda hep baskıcı yaklaşım görüyoruz. AKP yine hukuk tanımayan bir tutum sergiledi.”
AKP’nin referandum girişimini onaylayan ve “Evet!” oyunu destekleyen Avrupa Birliği bu tutumunun hesabını nasıl verecek bakalım. AKP demokrasisini destekleyen sağsolculara gelince: Aralarında adama benzer bir tek kişi bile yok!
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2010
GERÇEKLERİ ve doğruları özgürce yazdığım için, İslam düşmanıyım, Ermeni düşmanıyım, AKP düşmanıyım, Kürt düşmanıyım(!)? Bugün Kürtçülük düşmanlığı günüm, izninizle biraz düşmanlık yapacağım! Artık Kürtçülerin işine karışmayayım diyorum ama olmuyor. Öylesine zırvalıklar söylüyorlar ve yapıyorlar ki istemesem de, bıkmış olsam da söz almak zorunda kalıyorum. BİR ‘SEÇKİN’ ÖRNEĞİ
Nerede demokrasi yoksa orada elit (seçkin) düşmanlığı vardır. Seçkin (elit) yüksek nitelikli demektir. “Mümtaz sima” demektir. Öyle torpille, halkın oyu ile seçkin olunmaz. Seçkin olmak için tahsil ve terbiye, bilgi ve görgü, ahlak ve etik, uzgörüşlülük ve daha nice erdem gerekir. Bir seçkin ol(a)mama örneği mi istiyorsunuz, alın size Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir. Bay Baydemir bir Alman parlamentere “Bildiğim kadarıyla Almanya’nın 16 eyaleti var. Eyaletlerin var olması Almanya’yı böldü mü?” diye sormuş ve bu vesile ile bir kez daha özerklik çağrısı yapmış! (Vatan, 20.08.10)
İki gözüm kör olsun ki özerklik çağrılarına karşı değilim. Federasyona da karşı değilim, ayrı devlete de! Ama desteklemem! Ben bilgisizliğe, özensizliğe, halkı yanıltmaya karşıyım!
Bay Baydemir’in lafına bakılırsa Almanya, Türkiye gibi bir üniter devletmiş, biri eline bıçak alıp karpuz gibi 16’ya bölmüş, Bay Baydemir bildiği kadarıyla böyleymiş.
Siyasal seçkin “bildiği kadar”ıyla bilmez, “bilmesi gereken”i bilir.
AYRILMADILAR, BİRLEŞTİLER
Bay Baydemir lisede, tarih dersinde “Alman Birliği”, “İtalyan Birliği” gibi konuları okumadı mı?
Alman Birliği 1871’de Prusya’nın öncülüğünde Bismark önderliğine kuruldu. Prusya daha önce, Alman Birliği’ne hazırlık olmak üzere, Alman şehir devletlerinin katılımıyla gümrük birliği kurmuştu. Prusya’nın 1871’de Fransa’ya karşı kazandığı Sedan zaferi Alman Birliği’ni tamamladı. Bay Baydemir’in sandığının tersine, Alman şehir devletleri birleşerek federasyon kurdular. Ayrılarak değil!
Kimse İtalya’yı örnek vermiyor ama İtalya da özerk bölgelerden oluşmuştur. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra birçok devlet kuruldu: Venedik, Ceneviz ve Floransa cumhuriyetleri, Papalık devleti, Napoli ve Sardunya-Piemonte Krallığı, Lombardiya Birliği. Bu başıbozukluk İtayla’nın Fransa ve Avusturya tarafından işgaline yol açtı. Birlik düşüncesi 1848’de doğdu ve Savoia hanedanının önderliğinde kuruldu (1870-1886). Guiseppe Mazini, Guiseppe Garibaldi ve Kont Cavour İtalyan Birliği’nin kurucularıdır.
İspanya özerk bölgeleri de taa Roma İmparatorluğu’ndan bu yana vardır. Katalunya yeni icat olmadı. Roma İmparatorluğu zamanında unvanı olan bir eyalet devlet idi.
Selahattin Demirtaş ve Osman Baydemir öncülüğünde Kürtçüler elbette özerklik isteyebilirler. Haklarıdır. Ama sakın İspanya’yı, Almanya’yı, İtalya’yı örnek göstermesinler. Bu ülkede lise tarih bilgilerini hâlâ hatırlayanlar var.
Yazının Devamını Oku