15 Ekim 2010
BİR gün AKP iktidardan giderse Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ile Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan başkanlığındaki YÖK işlerinin ve işlemlerinin hesabını zor verir. YÖK Başkanı’nı bugün yazı dışı bırakıyorum. Konumuz Prof. Dr. Bardakoğlu. Aralarında manşetten haber veren Milliyet Gazetesi de olmak üzere 3 Ekim 2010 tarihli gazeteler Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun akıllara ziyan bir konuşmasını yayınladılar:
“Cami dışı Din Hizmetleri adıyla bir proje başlattık. Bu proje ile din hizmetlerinin sadece namaz kılmak ya da oruç tutmak olmadığını, dinin bütün sosyal hayatı kapsadığını vermeye çalışıyoruz. Din görevlimiz sadece camide namaz kıldıran bir memur değildir. Toplumun bütün sosyal hayatına müdahale eden kanaat önderi olmalıdır. Bu projede de çok güzel örnekler yaşıyoruz.”
DEREBEYİ GİBİ
Çok güzel! Ancak kamu hizmetleri yapan devlet kurum ve kuruluşları, yasanın kendilerine verdiği yetki ve sorumlulukların dışında kendi başlarına kendilerine görev ve yetki icat edemezler. Ama Prof. Dr. Bardakoğlu bir derebeyi gibi kendine görev icat ediyor. (Tıpkı YÖK Başkanı gibi.) DİB’e eleman sağlayan kaynaklarla ilgili 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesini birlikte okuyalım:
“Milli Eğitim Bakanlığı, dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve [ayrıca] imamlık ve hatiplik gibi dinî hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetiştirilmesi için de ayrı okullar açılacaktır.”
GÖREVLERİ BELLİ
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özel yasasından kaynaklanan görev ve yetkilerine bakalım:
Diyanet İşleri Başkanlığı Görevleri: Madde 1 - İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Vaizler, imam-hatip ve müezzin-kayyımlar, Kuran kursu öğreticileri, eğitim görevlileri: Madde 12 - (Değişik madde: 26/04/1976 - 1982/1 md.; İptal: Anayasa Mahkemesi’nin 18/12/1979 tarihli ve E. 1979/25, K. 1979/46 sayılı kararı ile; Düzenlenen madde: 01/07/2010-6002 S.K./11.mad.)
Vaizler, cami ve mescitler ile diğer mekânlarda her türlü vasıtadan yararlanarak toplumu dinî konularda bilgilendirmek, Başkanlığın hizmet alanlarında irşat, rehberlik, inceleme ve araştırma yapmakla görevlidir.
İmam-hatip ve müezzin-kayyımlar, cami ve mescitlerde din hizmetlerini yürütmek ve dinî konularda toplumu bilgilendirmekle görevlidir.
LAİK DEVLETTE OLMAZ
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yasal yetki ve görevleri arasında “kanaat önderi” atamak gibi bir görev bulunmamaktadır. DİB’e bağlı imamlar da tarikat şeyhleri gibi “kanaat önderi” olamazlar mı? Olurlar ama, bu, İslam devletinde olur, laik bir devlette kesinlikle olmaz.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2010
1 EKİM 2010 tarihli Vakit Gazetesi “Oku Kemal Oku!” diye kendinden emin bir manşet atmış, gevrek gevrek gülüyor. Serdar Arseven imzalı haber şu satırlarla devam ediyor: “CHP lideri Kılıçdaroğlu, başörtüsü sorununun çözümü konusunda ehliyeti olmayan kişi ve kurumlardan görüş almaya çalışırken, Atatürk’ün hazırlattığı Devrim Yasası da sorunun çözüm adresi olarak Diyanet’i işaret ediyor.”
VAKİT’TEN DEVRİM REFERANSI
Vakit muhabiri kıs kıs gülerek, kasım kasım kasılarak 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun”un 1. maddesine gönderme yapıyor. Yapıyor da kıs kıs gülme sırası bizde: 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı yasa, çok önemlidir ama Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan 8 devrim yasası (inkılap kanunları) arasında yer almaz. Ancak onlar kadar önemlidir. Bu yasayı, bir numaralı Devrim Yasası olan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu izler. 429 sayılı yasaya sahip çıkacaksın ama 430 sayılı yasanın (ve öteki 7 yasanın) yeminli düşmanı olacaksın. İşte bu olmaz! Vakit Gazetesi’nin söz konusu Devrim Yasaları’nı referans verdiğine ilk kez tanık olmaktayız ki haydi hayırlısı.
DİYANET’İN GÖREV KUSURU
Günümüz Türkçesi ile 429 sayılı yasanın 1. maddesi şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti’nde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bulunmak Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Onun kurduğu Hükümete aittir. İslam dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri, dini kuruluşların idaresi, Cumhuriyet’in başkentinde yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgi ve yetkisine bırakılmıştır.”
Aslında 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunu referans gösteren Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik. Bu daha güzel, karşımızda bir gazeteci değil yüksek sorumluluk ve yetkisi olan bir kişi var. Devlet Bakanı Çelik, türban fesadıyla ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aldığı bir kararı gösteriyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı türban takma zorunluluğunu ünlü Nur Suresi’nin 31. ayetine dayandırıyor.
Değerli okurlar, 26 Aralık 2007; 22, 23, 29 Ocak 2008; 2, 8, 9, 23, 30 Şubat 2008 ve 5 Mart 2008 tarihli yazılarımda yabancı dillerden de örnekler vererek, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın örnek olarak aldığı, Nur Suresi’nin 31. ayetinin Türkçeye yanlış çevrilmiş olduğunu kanıtladım. Ayette herhangi bir şekilde “Başınızı türban gibi bir örtü ile sıkı sıkı örtün” denilmemekte, ama İslam öncesinden kalan geleneksel örtünün memelerin üzerine indirilmesi buyurulmaktadır. “Wal yadhribna bi khoumourihinna âla jouyoubihinna”. Bunun Türkçe anlamı şöyle: “(Söyle inanan kadınlara:) örtülerini göğüsleri üzerine indirsinler”. Fransızcası da şöyle: “Dis aux croyantes: de rabattre leurs voiles sur leurs poitrines.” (Le Coran II, Traduction de D. Masson, Gallimard, Folio classique, s. 434). Söz konusu ayetin İngilizce, Almanca, İtalyanca çevirilerine bakın. Yukarda yazdığım gibidir!
Sonuç olarak: Diyanet İşleri Başkanlığı, yanlış bir çeviri ve yoruma dayanan geçersiz fetvasını en kısa zamanda kaldırmak zorundadır. Çünkü yıllardır görev kusuru işlemektedir!
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2010
TÜRBAN bir fesadın (komplo, conspiration) simgesidir. İsteyen ne yaparsa yapsın, CHP ne derse desin, bu saptamamdan bir milim geri adım atmam. İmam hatiplerle birlikte Türkiye’yi bölen paylardan biridir. Üç bilinenli denklemin bir bilineni! Türbancılar, kendilerine yakıştığı için taktıklarını söyleseler ağzımı açıp konuşmam. Bireysel tercihtir. Siyasal tercihin simgesi olarak sunsalar, o zaman tartışma başka boyut kazanır. Aslına bakarsanız, yakışma gerekçesini ileri sürseler de inandırıcı olmaz. Tek tip başlığın, kefen benzeri tek tip beden sargısının yakışması mı olur? Zevkler elbette tartışılmaz(!).
ENAYİ YERİNE KOYUYORLAR
Ama işe dini inançlarını, Kuran’ı, inanç özgürlüğünü, insan haklarını karıştırıyorlar. Ve AKP iktidarı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nı arkalarına alıp insanı enayi yerine koyuyorlar. Türbanın Kuran’a dayalı hiçbir dayanağı bulunmadığı tarafımdan onlarca kez kanıtlanmıştır. Önümüzdeki günlerde kanıtlamaya devam edeceğim.
Kuran başlarını örtsünler demiyor; cinsel organlarını (farj, furuj) saklasınlar, göğüslerini (yakalarını, memelerini) örtsünler, diyor. Başlarını, saçlarını örtsünler demiyor. Harama bakacak gözler, boyalı dudaklar, pembeleştirilmiş yanaklar açıkta, ama saçlar kapalı. Saçlar mı cinsel, yüzler mi cinsel? İnsan aklına hakaret edilmesin lütfen.
Kuran’a göre göğüslerini ne ile örtecek dikkatsız mümine (inanan)? Hımar (çoğulu: Humur) ile örtecek. Hımarın İslam’la herhangi bir ilişkisi var mı? Yok! İslam öncesi dönemde Arapların ve Yahudilerin güneşten sakınmak için başlarını örttükleri bir giysi parçası.
Buyursunlar, imamlar, hacılar, hocalar, imam hatipliler, ilahiyatçılar yazdıklarımın tersini kanıtlasınlar. Benim için işin dini yönü demir kapı ile kapanmış ve mühürlenmiştir.
SÜNNİ OLMAYANLARA BASKIDIR
Buyursun siyaset bilimciler, tartışalım: Türban simgesi insan hakları, özgürlükler bağlamında tartışılabilir mi? Tartışılamaz! Bakın neden? Türban, kamusal alanda bir dinsel simge olarak Sünni İslam anlayışının, Müslüman olmayan azınlıklar ve Sünni olmayan Müslümanlar üzerinde bir baskı aracıdır. İnsan haklarına aykırı bir durum. Laik bir toplumda, kamusal alanın din ve inanç özgürlüğü bağlamında nötr olması gerekir. Oysa türban, bu nötr alana yapılan saldırıdır (tecavüz, ihlal, violation). Ve laiklik saldıranı değil saldırılanı korur. Laiklik, zaten bireyi ve toplumları dinlerin saldırısına karşı korumak için ortaya çıkmıştır.
Gelelim modern mahremcilerin abrakadabrasına: Onların sosyolojik saptamalarına göre, mutaassıp, muhafazakâr ailelerin kızları türban sayesinde evden dışarı çıkıp kamusal alanda boy gösterebiliyor ve üniversiteye gidebiliyormuş. Yoksa evden dışarı adım atamazlarmış! Şecaat arz ediyorlar: Hani türban kızların özgür tercihleri idi? Çoğu Cumhuriyet karşıtı ailelerin 18 yaşından büyük vatandaşlara yaptıkları baskının özgürlük ve insan hakları ile neresi örtüşmekte, tepeden tırnağa ihlal değil mi? Anayasa Mahkemesi ve Danıştay, AİHM kararlarına gönderme bile yapmadım. Buyurun sofraya!
Daha iyi anlaşılması için yazıyorum: Türban, kahverengi faşist gömleği gibi, gamalı haç gibi bir simgedir. Daha önce de arz etmiş idim!
(Yarın devam edeceğim!)
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2010
YIL 1949. Orta ikinci sınıftayım. Mersin Lisesi’nin bahçesinde, Türkçe öğretmenimiz Burhan Atay’ın çevresinde toplanmışız. Öğretmene, “Hocam Halkevi’ne gideciyk mi?” diye soruyorum. Öğretmen, “Dilini eşekarısı soksun senin, ‘Gidecek miyiz’ denir” diyor. O andan itibaren Mersinlice konuşmayı bıraktım, “kibar” oldum. Öyle ki konuşma tarzımı çok beğenen büyük tiyatrocular
bile oldu. Oysa yerel ağızlar, yerel söyleyişler bir dilin yaşaması gereken zenginliği. Bunu Güney Fransa’da “Oc” aksanıyla konuşanları dinlerken bir kez daha fark ettim.
* * *
Çeviri Edebiyatı Dergisi, 11. sayısında, Dr. Özgür Savaşçı’nın Türkçeden Ödemişçeye yaptığı şiir çevirilerine yer vermiş. Çeviriler Dr. Savaşçı’nın Almanya’da yaptığı bir akademik çalışmaya dayanıyor. Yakında “Ödemişçe Sözlüğü” de yayınlanacakmış. Sırası gelmişken, Gülseren Tor’un 2004 yılında yayınlanan “Mersin Ağzı Sözlüğü”nü de haber vereyim.
Bu konuyu daha sonra ayrıntılı olarak ele alacağım. Yoksa şiir örneklerine yer kalmayacak.
ANLATAMIYORUMAğlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerin kifâyetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün,
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
(Orhan Veli)
DEYVERİMİYOMAğlıyı ağlıyıvêcem duycêmisi˜niz
Ünüme;
Elleşibilcê˜niz gâri
Gözyaşlâma?
Bilmezdim gâri şâkılâ˜n
Pek dayı olduğuna,
Nafnân êsig galdığına
Hu taşıya düşeli.
Bi yê vâ biliyom
Hêşeyi deyvêcem
Epeyci de yakınleşdim emme
Deyveremiyom.
* * *
Deyivermezsen deyiverme gari! Emme bizim Mersinlicemiz de var. Bizim “Mersin Ağzı Sözlüğü”müz bile var galan (gari, artık). Gülseren Tor adlı “beşeretli” kızımız derlemiş, Mehmet Ölmez (
molmez@yildiz.edu.tr) de “göpgözel” yayınlamış.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2010
KUSURA bakılmasın, ben ne demiştim, ne yazmıştım diye soracağım: Hürriyet Gazetesi’nde tamı tamına 11 yıldır “anadilde öğretim”in gerçek ve doğru anlamının ne olduğunu yazıyorum. Toplasam ve yayımlasam bir kitap olur. Neredeyse, yapmayın, etmeyin, insanlara boş yere umut vermeyin, diye yazıyordum: Kopenhag kriterleri arasında “Anadilde eğitim-öğretim hakkı yoktur, ama yerel dillerin öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılması vardır” diyordum. Kimse inanmıyordu bana. Bu iki kavram ve hak arasındaki farkı anlatmak için yıllarca uğraştım. Yukarıda yazdığım gibi, yazdıklarım bir kitap olur. Gazeteciler, siyasetçiler, iktidar ve muhalefet öğrenip doğru anlamını kullanmaya başladıktan sonra bu konuda bir kez daha yazı yazmak zorunda kalmayacağımı düşünmeye başlamıştım. Meğer yanılmışım.
MASADAKİ ANA YEMEK
“Anadilde eğitim-öğretim” yanılsamasının (hayalinin) bir gün görüşme masasına ana yemek olarak geleceğini biliyordum. Görüşmeci taraflar anlaşsa-uyuşsa bile “anadilde eğitim-öğretim hakkı”na koşullanmış, koşullandırılmış halka gerçek ve doğruları anlatamazsınız artık. Özellikle de genç kuşaklara. Ben bu anlattığım gerçeklerde herhangi bir şeyin yanında ve karşısında değilim. Bunu daha önce de yazdım:
1. Anadilde eğitim-öğretim hakkı üniter devletlerde mümkün değildir. Çünkü Çocuk Yuvalarından Üniversite’nin sonuna kadar anadilde eğitim-öğretim hakkı anlamına gelir. Başka anlama geliyorsa, biri bunu örnek göstererek mutlaka kanıtlamalıdır.
Bir birey, kendi anadilinin resmi dil olmadığı bir toprakta, 4 yaşından 25-30 yaşına kadar kendi anadilinde eğitim ve öğretim görecek, yapacağı mesleği anadilinde öğrenecek, sonra nasıl iş bulup çalışacak, kendi anadilini çalışma hayatında nasıl kullanacak?
Ayrı devlet, federasyon istemenin dolaylı, üstü kapalı şekli anadilde eğitim-öğretim hakkı istemektir. Ben bu hakkın ne yanında ne de karşısındayım. Ama ne anlama geldiğini açıklamak zorundayım. Ancak nasıl intihar etmesi gerektiğini kimseye öğret(e)mem.
KÜRTLERİN SEÇİMİ
2. Anadili özgürce öğrenme hakkı: Bu hak Kopenhag kriterleri arasında bulunuyor. Bu nasıl gerçekleştirilip uygulanabilir, Kürtçe konusunda bu tartışılmalıdır. Bu hak ve bu hakkın kullanılması üniter devletin üniterliğine karşı değildir. Ama nasıl uygulanacak, eğitim-öğretim seçmeli mi yoksa çift dilli mi olacak? Çift dilli eğitim-öğretim bana fantezi gibi geliyor. Başlangıç olarak en basit ve en kabul edilebilir olanı: Seçmeli ders.
Bu yazıda iki gerçeğin altını çizeceğim:
A. Anadil konusunda atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Doğru ya da yanlış kendilerini bir ulus olarak gören Kürtler ile devletin ilişkisi bugünkü gibi süremez. Kürtlerin siyasal niyetini öğrenmek yukarıda açıkladığım iki haktan hangisini seçeceklerine bağlı.
B. Üniversite öğretim üyeleri bu konuda söz alırken son derece dikkatli olmalı. Bir devleti iki, üç resmi dilli kurabilirsiniz ama tek resmi dille kurulmuş bir devleti bir operasyonla iki resmi dilli yapamazsınız. Devleti bölersiniz! Kusura bakmasınlar, bu konularda söz alan akademisyenlerin cehaleti şaşırtıyor beni.
Televizyonların koyu telveli cehaleti ise hiç şaşırtmıyor.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2010
GEÇMİŞLE yüzleşme ve hesaplaşma, isteriye kapılmamak koşuluyla, iyidir ve verimli olabilir. Özellikle de aşağılık duygusuyla intikam alma çılgınlığına kapılmadan.
Bakıyorum: Millet; Ermeni, Kürt ve azınlıklar konusunda, Osmanlı mirası konusunda, Cumhuriyet ve devrimler konusunda, özellikle de laiklik konusunda devrimcileri, cumhuriyetçileri cezalandırmak için birbiriyle yarışmakta. Cezalandırıcılar, toplumun giderek Araplaşmasına, İslamileşmesine seslerini çıkarmıyorlar. Araplaşarak, İslamlaşarak güya demokratikleşmekteymişiz. Cezalandırıcılar: İslamcı intikamcılar + rate sağsolcular!
MANGAL GİBİ YÜREK GEREK
Ben her zaman olduğu gibi akıntıya karşı kürek çekiyor, başka bir alanda yüzleşme olanağı arıyor, yüzleşme ve hesaplaşma önerileri yapıyorum: Arap ve Müslüman toplumlar 800-900 yıldır neden çağlarına uyumsuz yaşıyorlar? Bu toplumların 21. yüzyılda çağı yakalamaları mümkün müdür?
Yüzleşeceksek bu sorular bağlamında yüzleşmeliyiz! Öteki konularda yüzleşmek çok kolay: Varsa, zarar görenlerden özür dilenir! Ama özür dilemek için mangal gibi yürek ister.
414 KİŞİNİN 7’Sİ MÜSLÜMAN
Değerli düşünür Doğan Kuban, Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim-Teknoloji ekinde (03.09.10) benim kaygılarımı dile getiriyor. Yazıyı bulup okumanızı tavsiye ederim. Yazımın bu bölümünde onun yazısından bir alıntı yapacağım:
“Çağdaş bilimin yaratıcısı sayılan 414 kişi arasında herhangi bir Türk yok. 14 Çinli ve Japon var. En yenisi 12. yüzyıldan 7 tane Müslüman var.
7 Müslüman: El Harezmi (9. yüzyıl), Abu Kamil (9-10 yüzyıl), El Buruni (10-11. yüzyıl) İbni Heysem (10-11. yüzyıl), Hayyam (12. yüzyıl), El İdrisi (12. yüzyıl).”
Sonra? Sonrası yok! Peki neden?
STATÜKODAN KURTULMA!
12. yüzyıl öncesi Arap uygarlığının Yunan’dan yaptığı çevirilerle Avrupa Rönesansı’na ve aydınlanmasına kaynaklık ettiği önyargısı da Avrupa tartışılıyor artık. Sylvain Gouguenheim’ın temel tezi, günümüz Avrupa’sının düşünsel köklerinin Arapların aracılığı olmaksızın, doğrudan Yunan mirasına dayandığı savına dayanıyor (Çeviri Edebiyatı, Sayı: 11). Yaygınlaşacağını tahmin ettiğim bu görüş Arap ve Müslümanların son avuntusunu da elinden alacak gibi.
Tartışılan önyargıyı kabul etsek bile, şu akıllı sorudan kurtulamayız: Avrupa’ya Rönesans ve aydınlanmayı ilham eden Arap Müslüman toplum(lar) neden kendi Rönesans ve aydınlanmasını yaratamadı? Tam tersine kendi içine büzüldü ve kurudu?
Gougueinheim bu sorunun cevabını veriyor. Arap dünyası Yunan eserlerini hiçbir zaman tam anlamıyla özümsememiş, Arap filozoflar felsefi akıl yürütmeyi hiçbir zaman dinsel inancın önüne koymamıştır. İşte bu nedenle Arap Müslüman dünyası 13. yüzyıldan itibaren çağdaş dünyanın dışında kalmıştır.
Cumhuriyet bu gerçeği kavramıştı. AKP iktidarı gidişi tersine çeviriyor ve girişimini demokratikleşme ve statükodan kurtulma olarak vaftiz ediyor. Yerseniz!
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2010
BAŞBAKAN Erdoğan’ın referandum öncesinde Tekirdağ’da yaptığı konuşma her bakımdan ibretlik bir zihniyetin ürküntü veren örneklerinden biridir. Amacına ulaşmak için bütün araçları mubah saymakta, yakın tarihin hâlâ hatırlanan gerçeklerini tersyüz etmektedir: 1 Eylül 2010 tarihli Akşam Gazetesi’nden aktarıyorum:
“Rahmetli Menderes geldi, tamtakır durumdaki hazineyi doldurdu. Bunlar darbeyle gelip merhumu malum idam ettiler, sonra hazineyi boşalttılar.
Rahmetli Özal geldi, Türkiye’ye o da bir dönem yaşattı, bir çağ atlattı adeta ardından (?) geldiler, yağmaladılar. Türkiye’yi yağmalamakla kalmadılar, bir yolsuzluk silsilesi aldı başını yürüdü. Türkiye şu anda tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Bunların şimdi iştahı kabarıyor. ‘Ne yapsak da bu AK Parti’yi indirsek, ondan sonra şu dolu olan hazineyi bir boşaltsak’.”
DP’NİN DERİN BUNALIMI
Bir ülkenin koskoca Başbakan’ı sanki köy kahvesinde Kasafancı Ali Onbaşı gibi konuşuyor.
Başbakan’a göre Adnan Menderes’in Demokrat Partisi tamtakır bulduğu devlet hazinesini göz kamaştırıcı derece doldurmuş, bunun üzerine durumu kıskanan CHP, orduya darbe yaptırmış, Menderes’i astırmış, falan filan!.. İnsanın ağzı uçukluyor.
CHP hükümeti, devleti Demokrat Parti hükümetine teslim ettiği zaman Merkez Bankası’nda önemli (100 ton kadar) bir altın rezervi vardı. Kapalı ekonominin özelliği olarak bütçe açığı, dış borç en az düzeydeydi. İsteyen, bunlarla ilgili rakamları kolayca bulabilir.
Demokrat Parti iktidarının ülke ekonomisini Truman Doktrini ve Marshall yardımı ve dış borçlar sayesinde epeyce geliştirdiği bilinen bir gerçek. Bu düzelmeye, Kore savaşı yüzünden tarım ürünlerinin fiyatlarının artmasının katkıda bulunduğu da bilinir. Bu sayede 1950-1953 arası ekonomik açıdan bir balayı dönemidir.
Ancak bu dönemde dış borçlar artmış, ödemeler dengesi bozulmuş; ülke içinde küçük bir zümre zenginleşirken, köyden kente başıbozuk göç dolayısıyla toplum derin bir bunalıma girmiştir.
İÇECEK KAHVE BİLE YOKTU
Menderes’in 1954 yılında 300 milyon dolar borç almak umuduyla gittiği ABD’den 50 milyon dolarlık hibe alarak dönmesi sonun başlangıcı olmuştur.
O yılları çok iyi anımsarım: Millet içecek kahve bile bulamıyordu, küçük bir radyo alabilmek için insanlar bir yıl önceden sıraya girmekteydi.
ABD’den umudunu kesen Menderes, borç istemek için “komünist” SSCB’ye gitmeyi planladığı için ABD’nin desteklediği 27 Mayıs 1960 askeri darbesi olmuştur.
İktidara el koyan asker, 1 Haziran’da memura maaş ödeyecek para bulamamıştır devlet hazinesinde. Dolu hazineden söz eden Başbakan, milletvekilleri arasında bulunan bir iktisat profesörüne doğrulatabilir (yalanlatabilir) bu yazdıklarımı.
Başbakan’ın ANAP iktidarı için söyledikleri, Demokrat Parti iktidarı için söylediklerinden daha doğru değil! Kendi dönemi hazinesinin durumu ise bir gözbağcılıktan (illusion) ibarettir.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2010
TARİHSEL olayları kendi özel dizininden çıkartarak değerlendiremeyiz. Değerlendirmek için dizinden çıkmış, çıkartılmış olanları da oraya sokmak zorundayız. Check-Up yapmadan tarih okunmaz, tarih ve tarihsel değerlendirme yapılamaz. Şunu demek istiyorum: Turgut Özal’ı 12 Eylül’den, Kenan Evren’den, dört kuvvet komutanından ayıramayız. Ayırmamalıyız! Ayırmayınca, gele gele 24 Ocak 1980 kararlarına geliriz. 12 Eylül 1980 kervanı 24 Ocak 1980 adlı bir menzil hanından yola çıkmıştı.
12 Eylül’ü yargılayan Turgut Özal’ı da yargılamak zorundadır! Turgut Özal kimdir?
EVREN’İ ZORLA ÖPMÜŞTÜ
Süleyman Demirel’in 43. hükümeti döneminde (12.11.1979-12.09.1980) Başbakanlık Müsteşarı ve 24 Ocak kararlarının mimarı. 12 Eylül’ü planlayanlardan biridir.
12 Eylül döneminde, 44. hükümetin (Bülent Ulusu hükümeti, 12.09.1980-13.12.1983) Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı. Bu görevden 22 ay sonra 14.07.1982’de istifa etti. Bu istifanın tarzı da zamanlaması da plana dahildir.
20 Mayıs 1983’te Anavatan Partisi’ni kurdu ve böylece Başbakan Yardımcılığı’ndan ayrılmasının esbab-ı mucibesi anlaşıldı. İstifadan sonra ABD’ye gidip zayıflama kürü ile birlikte siyaset kampına girmiş olduğu unutulmamalıdır.
6 Kasım 1983 seçimlerinde, yüzde 10 barajı sayesinde 400 milletvekillik TBMM’nde 211 sandalyeye sahip oldu ve Kenan Evren tarafından 45. hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bu dönemde, Kenan Evren’i zorla öpmesi belleklerdedir. 1987 genel seçimlerini de kazanıp 46. hükümeti kurdu. 31 Ekim 1989 tarihinde Cumhurbaşkanı seçildi.
DEMOKRASİ KAHRAMANI
24 Ocak 1980 kararları kime yaramıştır? Bunu şu cümle kanıtlamaktadır: “Bugüne kadar onlar (işçiler) güldü, artık gülme sırası bizdedir!” Ben, bu cümleyi Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in söylediğini anımsıyorum ama bir yerde de söyleyenin bir başka TİSK Başkanı Refik Baydur olduğunu okudum.
Türkiye’yi uluslararası ekonomiye entegre etmek isteyen (yabancı ilhamlı) 24 Ocak kararları yenilir yutulur gibi değildi, bunu bir koalisyon (Milliyetçi Cephe) hükümetinin uygulaması olanaksızdı.
12 Eylül 1980 darbesi 24 Ocak kararlarını uygulamak için yapıldı. Bu kesin! İdamlar, sürgünler, işkenceler 24 Ocak kararlarını hayata geçirmek için yapıldı.
24 Ocak kararlarının altında kimin imzası var? Turgut Özal’ın! 12 Eylül’ün en azgın döneminde 22 ay kim Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı idi?
Turgut Özal! 12 Eylül’den sonra yapılan ilk genel seçimde kim iktidara geldi? Turgut Özal!
Ama Turgut Özal şimdi bir demokrasi kahramanı! Demokrasi kahramanı kimin sayesinde demokrasi kahramanı oldu? Kenan Evren ve 12 Eylül sayesinde.
O halde 12 Eylül yargılanırken Turgut Özal ve Turgut Özal vurgunları da mutlaka yargılanmalıdır. 12 Eylül’de ekonomide işverenler, siyasette sağ ve İslamcılar kazandılar; işçiler, köylüler, emekçiler, sol ve demokratlar kaybettiler. Tuhaftır: 12 Eylül’de onun sayesinde kazananlar, şimdi kaybedenlerden hesap soruyor.
Kavanoz kıçlı dünya!
Yazının Devamını Oku