22 Eylül 2010
19 AĞUSTOS 2010 tarihli Akşam Gazetesi’nden öğrendim, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Osman Can “Darbe Yargısının Sonu, Karargâh Yargısından Halkın Yargısı”na (Timaş Yayınları) adlı bir kitap yayınlamış. Osman Can, kitapta “CHP, ordu, üniversite ve yargının darbe koalisyonu yaptığı”nı öne sürüyormuş. Ercan Sarıkaya’nın haberinde belirttiğine göre, yazar kitapta “Hastane iyileştirmeli, bıçak kesmeli, yargı adalet dağıtmalıdır. Laiklik ise ayrı bir trajedi. Bu noktada şu soru haklılık kazanmıyor mu? Peki laiklik ne işe yarar? Laikliğin amacı özgürlük değilse değeri var mıdır? Kuşkusuz yoktur” diye söyleniyormuş.
LAİKLİK SINIRSIZ ÖZGÜRLÜK DEĞİLDİR
Benim için sadece bu cümle yeter. “Laiklik” benim için turnusoldur. Osman Can’ın bu cümlesi, laiklik konusunda, laiklik felsefesi konusunda ciddi kitaplar okumadığını gösteriyor. İlk öğrenmesi gereken doğru şu: Laiklik sınırsız özgürlük değildir. Aksine sınırlar, “inanç özgürlüğü” denen kavramın sınırlarını çizer!
İkincisi: Laiklik, din ve inanç özgürlüğünün güvencesi değildir, tam tersine din ve inanç özgürlüğünü sınırlar.
Böyle iddialı bir hukukçu yazarın okuması gereken dört kitap var. Yazarı Henri Pena-Ruiz. Bunları okumadan olmaz:
1. “Dieu et Marianne, Philosophie de la la’cité” (PUF Yayınevi, 1999)
2. “Qu’est-ce que la la’cité?” (Editions Gallimard, 2003)
“Laiklik Nedir?” (Gendaş Kültür)
3. “La La’cité” (Flammarion, 1998)
4. “La La’cité pour l’égalité” (Mille et une nuits, 2001)
Laikliğin özgürlük olduğunu sananlar genellikle onu ABD sekülarizmi ile karıştırırlar. Oysa sekülarizmin laiklik ile uzaktan ve yakından ilgisi, ilişkisi yoktur.
Ayrıca laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından da çok daha başka bir şeydir.
Laiklik elbette bütün dinlere eşit mesafede durur, dinlerin birbirleri üzerine, bireyler ve toplumlar üzerinde baskı kurmasına engel olur.
Laik bir ülkede, “Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede” türünden cümleler kurulamaz.
KAFALARINA GÖRE TANIMLAMAK İSTİYORLAR
Henri Pena-Ruiz “Tanrı ve Marianne”da (Dieu et Marianne) şöyle yazıyor: “Fransa’da laiklik Protestan ve Yahudi müminler için gerçek bir kurtuluş oldu” (“En France, la la’cité fut une véritable libération pour les Protestants et les Juifs croyants”).
Laiklik Fransa’da Katoliklik’i sınırlandırarak Protestan ve Yahudi müminleri özgürlüklerine kavuşturmuş, onları Katoliklik’in baskısından kurtarmıştır. Bunu Katoliklik’i sınırlandırarak başarmıştır. Laiklik özgürlük değildir! Laiklik kurtarıcıdır, özgürleştiricidir.
Laiklikte Yüzde 99=Yüzde 1’dir. Laiklik aynı zamanda eşitlik ve özgürlüğün, barış ve dirlik düzenliğin temellerini oluşturur. Ülkemizin İslamcıları eşitlik, özgürlük, barış ve anlaşmaya inanmadıkları, böyle bir düzene karşı oldukları için laikliği kendi kafalarına göre yeniden tanımlamak istemektedirler. Hukukçu yazar da öyle!
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2010
8 EYLÜL 2010 günü saat 08.25 e-posta adresim kullanılarak müthiş bir elektronik sahtekârlık yapıldı: Güya ben aşağıda bulunan e-posta adreslerine “İzmir Büyükşehir Belediyesi Yolsuzluk İddialarıyla Sarsılıyor” konulu bir mesaj göndermişim. Gönderinin künyesinde böyle görünüyor.
Dalavereyi çevirenler budalalık yapıp bana da e-posta göndermeseydiler, kirli işlerinden haberim olmayacaktı. Bunun üzerine, aşağıdaki ilgili kişilere, gönderinin benim tarafımdan yapılmadığını haber verdim.
BEN YOLLAMADIM
----- Original Message ----- From: “Özdemir İnce”
>> <oince@hurriyet.com.tr>
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2010
BUGÜN, Anayasa referandumu hakkında şimdiye kadar yazdıklarımı özetleyip herkese zihin açıklığı temenni edecektim. Yüksek Seçim Kurulu’nun açıkladığı karara göre 12 Eylül yasak kapsamına giriyor. Unutmuşum. Birden apışıp kaldım. Yazı kafamın içinde hazırdı. Şimdi ne yapacağım diye düşünmeye başladım. Aslında yazı konusu bulmakta hiç sıkıntı çekmem. Türkiye toprağı bu konuda verimlidir. Siyasetçilerin, hükümet erkânının açıklamalarından, dere yatağına bina yapan yüce halkımızın dehâsından her gün onlarca yazı konusu çıkar. Tarih-coğrafya-yurtbilgisi alanları da bire yüz veren iyi bir kaynaktır. Ama Hürriyet’te yazmaya başladığımdan bu yana ilk kez konu sıkıntısı çekiyorum.
* * *
“1 Eylül 1936’da doğduğuma göre, şu anda 74 yıl + 12 gün’dür hayattayım” cümlesi bir yazı kapısı açabilir. Açalım, açtıralım!
1 Eylül sabahı Ülker’e 75 yaşıma girdiğimi söylediğim zaman, “Sen daha 74 yaşındasın!” diye itiraz etti. 74 yaşımda olmamı doğal buluyor ama 75 sayısı trajik bir nokta. Bir dönemeç sanki. Bense 75’i seviyorum.
75 yaşımı seviyorum ama geceleri başımı yastığa koyduğum zaman ölümü(mü) düşündüğümü de gizleyemeyeceğim. Çok uzun süredir bu böyle.
Annemin babası Kör İbram öldüğünde 100 yaşını geçmişti. Annem 86 yaşında, babam 76’sında öldü. Hangisinin ömrüne benzeyecek sonum? Babama göre önümde bir yıl, anneme göre 12 yıl, dedeme göre 25 yıl var.
* * *
12-18 yaşlarım arasında yaz işçiliğini saymazsak yaptığım işleri hep sevdim. Kaldı ki o dönemi de çok severim. 5-6 yıl öğretmenlik, 15 yıl TRT televizyonu, 7-8 yıl evde yazarlık, çevirmenlik, 10 yıl yayınevi editörlüğü ve 11 yıl Hürriyet Gazetesi yazarlığı.
1953’ten bu yana edebiyat ve yazma eyleminin içindeyim. İlk kitabım 1963 yılında yayınlandı. Telif ve çeviri, şiir ve düzyazı olarak 120’den fazla kitabım var. Dört-beş yabancı dilde 10’dan fazla kitabım yayınlandı. Bu yıl da Türkçe ve yabancı dilde yeni kitaplar var.
Yazdıklarımdan geriye tek satır kalacak mı? İçtenlikle söylüyorum, hiç umurumda bile değil. Yazarak var oldum, yazarak çok mutlu oldum! Okurlarımdan birkaçını mutlu ettiysem artık gam yemem! Bu bana yeter! Demek ki hayatım boşuna geçmemiş.
Bu süre içinde dostumdan çok düşmanım, sevenimden çok sevmeyenim oldu. Kimseye borcum yok, kimseden alacağım yok. Şimdiye kadar ne şeyhim ne de müridim oldu!
* * *
Hürriyet Gazetesi bana 5 yıl daha katlanırsa 1 Eylül 2016 tarihinde, 80 yaşımda, yazmayı bırakmaya karar verdim, bugün. Sadece gazete yazıcılığını değil, edebiyat yazarlığını da. Bu kararım, bana yaraşan bir karar. Yakınlarım “Yaptın yapacağını gene” diyecekler. Ben böyle bir programcı ve programlı bir adamım işte.
Daha sonra köydeki evimin terasında oturup sevdiğim yazar ve kitapları son kez okuyacağım;
İçki içip pipo tüttüreceğim. Ah bir de cesedim yakılabilseydi, küllerim savrulabilseydi!
(Not: Hava değişimi iznine çıkıyorum. 21 Eylül’de buluşmak üzere, sizin de izninizle.)
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2010
12 Eylül referandumu sonuçlarıyla birlikte tarihe geçecek ve çok uzun süre gündemde kalacak. Tıpkı ilk 12 Eylül gibi: Birinci 12 Eylül, İkinci 12 Eylül. Birincisinin trajik sonuçları oldu, kronik travmalar yarattı. İkincisi de ayrı etki ve tepkileri yaratacak. * * *
Benim için 12 Eylül referandumu öncesini ve AKP iktidarının gerçek hedeflerini en iyi kavramış yorumlardan biri 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 89 yaşındaki kızı Nilüfer Bayar Gürsoy’dan geldi:
“Geniş tabanlı mutabakat aranmadan bir partinin, iktidarın getirdiği bu anayasa değişikliğine bakacak olursak, bir maddenin öne çıktığını görüyoruz. O da yüksek yargıyı iktidar partisinin emrine bağlamak. Yargı bağımsızlığını yok etmek. Ülkede işsizlik, terör, Doğu sorunu ve her ne kadar üzerinde durulmuyorsa da eğitim sistemi gibi birçok ciddi sorun varken, anayasa değişikliği paketi aceleye getirilerek halkın önüne konuldu. Ama ‘sivil anayasa yapıyoruz, eksikse daha genişini yaparız, yapacağız, sözleriyle kandırmayı bıraksınlar. Hesap sorulacaksa neden 27 Mayıs’tan başlanmıyor? Darbe karşıtlarını kendilerine çekebilmek için yapılan bu demagojiler düpedüz tuzak. Darbe yaparken darbeci anayasaya mı bakıyor? Darbelere karşıyım. Dar bir çerçevede tek bir partinin görüşüne göre bu anayasa değişikliği de yanlıştır.” (Hürriyet, 02.09.10)
27 Mayıs ve 12 Eylül’ün başta gelen mağdurlarından biri olduğunu açıklayan Bayan Gürsoy, “27 Mayıs’ta dar bir zümrenin ele geçirdiği kuvvet ve sahiplendiği yargı mekanizması ile Yassıada Mahkemesi’nde neler yapıldığını gördük. Yargının bağımsızlığı esas olmalıdır. Anayasalar bir zümreyi, bir partiyi kayırıcı olmamalıdır” demiş.
* * *
Mükemmel bir yorum. Bu yoruma kendi yorumumu ekleyeceğim. Yorumumda 12 Eylül referandumunun sonuçlarının hiçbir değerlendirme etkisi olmayacak. Ben İslamcı zihniyetin topografyasını çıkartacağım. Söz konusu olan demokratik sağ değil!
Roma İmparatorluğu döneminde bir senato, bir cumhuriyet (demokrasi) uygulaması vardı. Sezar bile senatoya karşı kendini sorumlu hissediyordu. Roma İmparatorluğu’nun resmi din olarak Hıristiyanlığı seçmesinden sonra ortaya “teklik” simgesi çıktı: Tek devlet, tek din ve tek Sezar.
Siz şûra ve istişare mavrasını bir yana bırakın, Müslüman dünyasının ideali de her zaman tek devlet, tek din, tek (emir, melik, şah, padişah) olmuştur.
İslamcılara sorun bakalım: Çoğulcu demokrasi mi isterler yoksa tek devlet, tek din, tek parti ve tek (ömür boyu) devlet başkanı mı?
Gene İslamcılara sorun bakalım: “Teklik” ideallerini sonsuza kadar gerçekleştireceğine inansalar, hükümet darbesine razı olmazlar mı?
Onların karşı oldukları darbe İslamcı idealleri gerçekleştirmeyi referans almamış darbelerdir. En iyi, en büyük darbe kendi darbeleridir. Kendilerinden olmayan darbelere karşı çıkıyorlar ve bu karşı çıkışı demokrasi olarak sunuyorlar. İslamcı liderlerin en büyük amacı ilkin Başkan olmak ve daha sonra bu başkanlığı ömür boyu uzatmaktır. Referandum bahane!
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2010
KUTSAL Halk başta olmak üzere demokrasi kimsenin umurunda değil! Siz afra tafralarına bakmayın, yontulmamış sağ için demokrasi bayramlık elbisedir. Bayramdan sonra dolaba kaldırırlar. İslamcılar mı? Kuran’daki demokrasi herkese yeter yahu! Zaten anayasal demokrasi de ne oluyormuş, Kurani demokrasi olmaz ise ona demokrasi bile denilemez. Demokrasi, AKP iktidarı söz konusu ise Avrupa Birliği’nin de umurunda değil demokrasi. AB’nin AKP ile yaptığı kirli koalisyonun amacı zaten o değil. “Kızoğlan kız ama altı aylık gebe” durumunun kamuflajı.
Eğer Kutsal Halk demokrasiyi bilip seviyorsa ve ona ihtiyacı varsa, iktidarın referandum meydanlarında yaptığı konuşmaları dinledikten sonra, kullanacağı oyun altın değerinde olduğunu mutlaka anlayacaktır. Demokrasi aşığı ve demokrasiye ihtiyacı olan bir halk, “EVET!” tehditlerini umursamaz ve “EVET!” demez.
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ortaklığının (!) temeli demokrasiye dayansaydı, müfettişlerini çoktan referandum meydanlarına (cinayet mahalline) göndermişti.
YÜZ ÜZERİNDEN SIFIR
Süleyman Demirel iktidarının, anımsadığım kadarıyla, Anayasa Mahkemesi’ne pek işi düşmedi ama Danıştay’la arası pek bozuktu. Danıştay kararlarını uygulamaktan pek hazzetmezdi. Ama Anayasa Mahkemesi’ni, Danıştay’ı hedef seçtiğini, bu iki yüksek mahkemeyi “Pranga!” ilan ettiğini anımsamıyorum.
Dünyanın yüz ülkesinden yüz akil adam bulup bir kurul oluşturulsa, AKP iktidarı sadece Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve HSYK politikası yüzünden, demokrasi konusunda, yüz üzerinden sıfır alır. AKP iktidarının hali, otomobile zurna gibi sarhoş binip bütün trafik kurallarını çiğnedikten sonra sürücü belgesine el konulan sürücünün trafik polisinden şikayetçi olmasına benziyor. TBMM’de çıkardığı yasalar Anayasa’ya uygun değilse, muhalefet ne yapsın, Anayasa Mahkemesi ne yapsın? Anayasa’nın temel maddelerine, Cumhuriyet’in kurucu felsefesine önce o, kendisi saygı gösterecek!
AKP iktidarının birçok işi yasalara uygun değil, yasalara uygun yapılmıyor. İşin içinde türlü çeşitli şaibe, katakulli, oyun ve kayırmalar oluyor. Bu uygulamadan zarar görenler, zarar görenlerin vekilleri, temsilcileri ne yapacak? Hakkını aramak için elbette Danıştay’a gidecek. Danıştay da gasp edilen, el konulan hak ve payları iktidarın elinden alıp adaleti sağlayacak.
‘ENGEL’İ KALDIRMAK İSTİYOR
Demokrasiye inanan, demokrasinin sınırları içinde kalmak isteyen hiçbir iktidar Anayasa Mahkemesi ile Danıştay’ı pranga olarak ilan edemez. Bu iki yüksek mahkemeyi emir ve kapıkulu haline getiremediği için onları engel olarak görüyor ve bu engeli ortadan kaldırmak istiyor. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na gelince, orayı da evrak bürosuna çevirmeyi amaçlıyor. Gizli hedef: Tek parti ve tek adam iktidarı!
“Ana rahmine haklı düşenler”, “sağsolcular”, “yeni mürteciler”, “naylon demokratlar”, “bobstil liberaller” de böylece muratlarına ererler ve Cumhuriyet’ten intikam almış olurlar.
Ancak güvendikleri dağlara kar yağdığında, ağlamak için eski dostlarını aramasınlar!
[Beni neşelendirecek referandum sonucu: “Evet” yüzde 49.9; “Hayır” yüzde 50,1]
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2010
TÜRKİ-YE’yi dünyanın diline düşüren Ponpon Kızlar’a Amerikancada “cheerleader” deniliyormuş. Konu futbol olunca “amigo” dendiği gibi. Çıkış yeri Amerika. Spor karşılaşmalarından önce ve karşılaşmaların boşluklarında ortaya çıkıp müzik eşliğinde gösteri yapan kızlara verilen ad. Türkiye’de son zamanlarda basketbol karşılaşmalarında görür olduk ponpon kızları. Birbirinden güzel, servi boylu kızlar. Bacakları uzun mu uzun, sarışın kızlar. Müzik eşliğinde gösteri yapıp seyirciyi eğlendirip coşturuyorlar.
Başlangıçta Türkiye’de gösteri yapan ponpon kızlar ithal kızlardı. Şimdi, sanırım, yerli ponpon kızlar da var. “Ponpon kız” deyişi, “dolmuş, kaptıkaçtı, gecekondu” sözcükleri gibi Türk dilinin dehasının şaheserlerindendir.
GÖSTERİYİ KALDIRMIŞLAR
Biliyorsunuz: Ülkemizde Dünya Basketbol Şampiyonası yapılıyor. Günde en az üç maç izliyorum televizyonda. Bir saniye içinde oyunun kaderinin değişmesi çok etkileyici. Futbolda da saniyelerin önemi vardır, ama basketbol gibi saniyeler üzerine kurulmamıştır. Futbolda zaman birimi dakikadır.
Televizyonda ponpon kızları doya doya göremeyiz. Kızlar sahaya çıkar çıkmaz reklamlar başlar. Reklam bitince, kızlar yelelerini taylar gibi savura savura sahanın dışına kaçarlar. Televizyon seyircisinin görüp göreceği ponpon kız gösterisi bu kadardır.
Dünya Basketbol Şampiyonası’nın Ankara ayağına, Ukrayna’dan ponpon kız ithal edilmiş.
Türkiye-Rusya maçına bakarken dikkat etmedim. Nasıl olsa hemen reklam girer diye. Hükümetten bazı adlar gelecek diye kızcağızların gösterisi kaldırılmış.
GÜNDELİK HAYATA BASKI
Ey ahali! Beş gün sonra referandum sandıklarına gidip Anayasa değişikliklerine “EVET” ya da “HAYIR” diyeceksiniz. “EVET” derseniz ve “EVET” kazanırsa, bundan böyle bunu, büyük bir olasılıkla, AKP bakanlarının, belediye başkanlarının, valilerin ve kaymakamların seyirci olacağı maçlar izleyecek!
Buna, iktidarın gündelik hayata “baskısı” denir.
Gösterinin kaldırılması talimatını elbette Başbakan vermemiştir. Sekiz yıllık yönetiminin yarattığı baskı ortamı bir yöneticiyi böyle bir karar almaya zorlamıştır.
[Beni neşelendirecek referandum sonucu: “Evet” yüzde 49.9; “Hayır” yüzde 51.1]
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2010
TARKAN, 12 Eylül Anayasa referandumunda “Hayır” mı yoksa “Evet” mi oyu verecek? Hiç merak etmiyorum. Paşa gönlü bilir! Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, demokrasi adına, Tarkan’ı adam yerine koymuyor. Bu yazı ile durumu kendisine haber vereyim demiştim, ama başkaları benden çok önce davrandı. Bir hafta geç kaldım:
TARKAN EMRE UYACAK MI?
1 Eylül tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan habere göre, baraj sularının altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan Allainoi antik kenti ile ilgili “Yok olmasın” çağrısında bulunan Tarkan’la ilgili olarak:
“Sanatçı arkadaş sanatıyla ilgilensin, herkesin bir ihtisası vardır. Herkes bilmediği konuya burnunu sokarsa çok yanlış olur!” demiş. Der ki der!
Peki Tarkan, “Referandumda ‘evet’ oyu vereceğim. Evet oyu, 12 Eylül ile hesaplaşmak anlamına gelir. Demokrasinin ve özgürlüklerin önünü açacaktır. Ben de tıpkı Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak gibi düşünüyorum. Referandumda ‘evet’ çıkarsa ekonominin önü açılacak ve Türkiye’nin itibarı daha da artacaktır!” deseydi ne olacaktı?
“Tarkan, Anayasa uzmanı ve ekonomi analizcisi mi olacaktı?” (Boydak, Zaman, 01.09.10)
Tarkan’ı ve meslektaşlarını kandırmak için sabah kahvaltıları vereceksiniz, açılım ve kapanımların propagandasını yapacaksınız. Toplantılarınıza katılanlar yüksek demokratik bilinç sahibi olacaklar. Ama vatandaş olarak yaptıkları açıklamalar işinize gelmediği zaman “O kendi işine baksın, sanatıyla ilgilensin!” diye çıkışacaksınız.
Tarkan olayı, referandumda ‘Evet’ oyu vermek için birbiriyle yarışan ‘güzide sanatçılar’ın kulağına küpe olsun. AKP’nin gözünde değerleri kağıt mendil kadardır.
ŞU ORHAN PAMUK’UN İŞLERİ
Ben Melih Aşık’tan öğrendim (Milliyet, 01.09.10). O da Ali Sirmen’den esinlenmiş. İkisine de selam!
Türkiye’nin Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk “Anayasa’dan çok fazla anlamam, çünkü hukuki ve siyasi bir belgedir” demiş.
Ali Sirmen, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun kendisiyle görüşmek istediği ve telefon marifetiyle görüştüğü ünlü yazar Orhan Pamuk’u şöyle değerlendiriyormuş:
“Yapılacak referandumda anlamadığı anayasa konusunda vereceği oy benim de yazgımı çizecek. Hiç değilse ‘Anayasadan çok fazla anlamam, onun için referandumda oy kullanmayacağım demeliydi.”
Orhan Pamuk bu, anlamadığı anayasa değişikliği için, “evet” oyu vereceğini açıklar, ama soranlara oyunu açıklamak zorunda olmadığını söylemez. Çünkü iktidarın yanında yer aldığını duyurmak istemektedir. Tarihçi olmadığı halde, Türklerin bir milyondan fazla Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü öldürdüğünü dünyaya ilan eder. Orhan Pamuk bu, 12 Eylül’le hesaplaşmak (!), tarihle yüzleşmek (!) için bizim cebimizden harcar!
Bakan Eroğlu arkeolojiden anlamayan Tarkan’ın ağzının payını veriyor ama anayasadan anlamadığı halde ‘evet’ oyu veren Orhan Pamuk’un önünde saygı ile eğiliyordur.
Referandum panayırında, böyle bir bakan ve böyle bir yazarla Türkiye’nin işi çok zor!
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2010
VOLKAN Yanardağ’ın 15 Ağustos 2010 tarihli Akşam Gazetesi’nde yayınlanan haberinden Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın sözlerini aktaracağım: “35-40 yaşından sonra bale ve halkoyunları sanatçıları sahnede zorlanıyor. 35’ten sonra 65’e kadar 30 sene çalışmadan maaş ödüyoruz. Ancak sanatçıların kamu görevlisi statüsü var. Biz onlara 45’ten sonra uygun koşullarda bir emeklilik sağlayıp arkadan daha hızlı, yetenekli ve genç bir kuşağın gelmesi imkânını yaratabilir miyiz diye çalışıyoruz.”
“Sanatçıların performansıyla ilgili olarak Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Tiyatroları’nın üzerinde çalıştığı bir proje var. Memur zihniyetli sanatçılık yerine amatör ruhu, performansı, yeteneği teşvik edebilecek düzenleme yapılabilir mi diye çalışıyorlar. Var olanların haklarını kısıtlamadan, belki emekliliği özendirerek ama arkadan gelecek genç yeteneklerin önünü açacak bir düzenleme.”
ENDİŞEYE DÜŞÜREN YERLER
Bakanın sözleri özü itibariyle, Batı müziğine “gıygıy”, operaya “eşek anırtısı” diyen bir zihniyeti hatırlatıyor. “Bayburt Bayburt olalı böyle bir işkence görmedi!” derler ve gevrek gevrek gülerler. Bakan, bale konusunda klasik İslamcı sağ görüşü iyice benimsemiş. Bir ara CHP ve SHP dönemlerinin Ertuğrul Günay’ı böyle mi düşünürdü, yoksa böyle konuşan bir Kültür Bakanı’nın yakasına mı yapışırdı diye düşündüm.
Kültür Bakanı’nın konuşmasında beni endişeye düşüren yerler var:
- Bale ile halkoyunlarını karşılaştırması: Halkoyunlarını kuşkusuz küçümsemiyorum ama bu üç telli saz ile 80-90 kişilik bir senfoni orkestrasını karşılaştırmaya benziyor. Bu nedenle Bale ile Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun ayrı ayrı ele alınması gerekir.
- Memur zihniyetli sanatçılık yerine amatör ruhlu sanatçılık: Memur ve amatör zihniyetli sanatçı olmaz, sanatçı profesyonel zihniyetlidir.
- Emekliliği özendirerek arkadan gelecek genç yeteneklerin önünü açmak: Tiyatroda, opera ve balede böyle bir şey olamaz. Kuğu Gölü Balesi’nde “esas kızı” en kıdemli, baremi en yüksek balerin(a) oynamaz, bu rol için solist dansçılar arasında bir seçim yapılır. Bu seçimde kayırma olmaz mı? Dünyanın bütün bale topluluklarında olur, ama o rolü 55 yaşında bir balerin(a) oynamaz. Oynar ise ve başarırsa, aşkolsun!, dünya çapında bir mucize yaratmıştır.
DÜŞMANCA AŞAĞILAMALAR
Solist olarak dans edecek performansı olmayan dansçıların bir bale topluluğunda (corps de balet) yapacağı onlarca iş vardır: Çalıştırıcı, öğretmen, yardımcı ve daha nice işler.
Önemli olan soruna “bankamatik bale” zihniyeti ile bakmamak. Solist olarak dans edecek gücü kalmayan bale sanatçıları “miadı doldu” kafası ile ıskartaya çıkartılamaz. Onlardan yararlanmanın türlü ve başka yolları vardır. AKP kafası, bu yol ve olanaklar arasında, sadece “bankamatik balecileri” emekli etmek yolunu seçer. Dünyanın en ağır mesleklerinden biri olan bale sanatçılığı böylesine düşmanca aşağılamalara asla layık değildir.
Yazının Devamını Oku