3 Ekim 2010
22 Eylül tarihli Hürriyet Gazetesi’nde o müthiş başlığı gördüm: AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ veciz bir konuşma yaparak “Mahkeme Evren’i çağırıp darbenin hesabını soracak” demiş. Kuşkusuz sadece Evren hesap vermeye davet edilmeyecek; 12 Eylül’e bulaşan herkese “Sen o vakit ne iş yapıyordun?” diye sorulacakmış. Haydi bakalım! Güzel yurdumuzun dört bir yanında “12 Eylül”ün gerçek ya da sanal mağdurları suç duyurusunda bulunmak için kuyruğa girmişler. Haydi hayırlısı!
Gösterişe, yalancı pehlivanlığa bakmam ben, yargı işine de karışmam! Hükümetlik, Meclislik bir olanak var mı ona bakarım.
BUNLAR NE OLACAK?
Yargıya gitmeden, hükümet ve TBMM tarafından düzeltilecek 12 Eylül eylemleri var: YÖK, Siyasal Partiler, Milletvekili Seçim yasaları var; Atatürk’ün vasiyetiyle kurulmuş özerk Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarını devletleştiren Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurulu var. 12 Eylül ile hesaplaşma bağlamında bunlar hemen düzeltilebilir.
Ayrıca 12 Eylül döneminde çıkartılan 669 yasa ve 139 kanun hükmünde kararname var. Bunlar ne olacak?
O dönemde 650 bin kişi gözaltına alındı; 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 517 kişiye idam cezası verildi; haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı; 71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı; 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı; aralarından biri de bendeniz olmak üzere 388 bin kişiye pasaport verilmedi; aralarında 1402’likler de olmak üzere 30 bin kişi sakıncalı oldukları için işten atıldı; 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı; 30 bin kişi yurtdışına çıkıp siyasi mülteci oldu; 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü; 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi; 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı; 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu; 3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 yargıcın işine son verildi; gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi; 31 gazeteci cezaevine girdi; cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi; 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü; 14 kişi açlık grevinde öldü; 16 kişi “kaçarken” vuruldu; 95 kişi çatışmada öldü; 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi; 43 kişinin intihar ettiği ileri sürüldü; 13 büyük gazete için 303 dava açıldı; 39 ton gazete ve dergi imha edildi; gazeteler toplam 300 gün yayın yapamadı.
GERÇEK HESAPLAŞMA
Peki bunlar ne olacak? Yukarda siyah renkle yazdığım maddeler yargının alanına giriyor. Ya ötekiler, idam edilenler, ölenler, sakat kalanlar, özlük hakları çiğnenenler ne olacak?
12 Eylül yasadışı bir girişim olduğuna göre, bundan zarar görenlerin itibarları iade edilmeyecek mi? O dönemde hapse girenler ne olacak? 12 Eylül’den zarar görenlere tazminat ödenecek mi?
Kenan Evren ve şürekası mahkemeye verilecekmiş: mahkemeye çıkartılsınlar, cezalandırılsınlar da görelim. Asıl önemli olan benim yukarda belirttiğim maddelerdir. 12 Eylül ile hesaplaşmanın gerçek alanı yukarıda belirttiğim hususlardır. Gerisi safsatadır!
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2010
HAVYARLI dürüm parası için rüzgârgülü gibi dönen gazete yazıcıları tayfasının yorumlarını kuşkusuz ciddiye alamam. Parayı veren düdüğü çalar! Şaşırmam. Beni gazetelerde yazan, televizyonlarda tartışma meydanına çıkan akademisyenler şaşırtıyor.
Özellikle televizyonlar, bu televizyonlarda yapılan tartışmalara çıkanlar, büyük bir yalanın ve yanılsamanın çevresinde havanda su dövmekteler.
ÖZGÜR OLMAYANLAR
Demokrasi diyorlar, darbe diyorlar, özgürlük diyorlar, ama bu söylenen sözcüklerin hiçbirinin felsefi ve sosyolojik dayanağı yok.
“Yoksulluk, demokrasi, özgürlük” üçleminin kendi aralarındaki ilişkisi son derece karmaşık ve bilmecelidir.
Demokrasi özgürlük içindir!
Yoksullar özgür değildir!
Başka şeylerle iğfal edildikleri için yoksullar ve işsizler demokrasi için oy vermezler!
Özgür olmayan birey demokrasiyi seçemez!
Özgür olmak için birey olmak gerekir! Birey olmak için de özgür irade!
Özgürlük bireyin (insanın) kendi kendisinin efendisi olması anlamına gelir!
Cemaat ve tarikat mensupları özgür iradelerini emanete verdikleri için, demokrasi ve özgürlük bilincinden yoksundurlar.
Türkiye gibi ülkelerde muhafazakârların özgürlük ve demokrasi gibi temel insan haklarıyla ilgilendiği savı bir yakıştırmadır. Muhafazakârın değişimden yana olması doğasına aykırıdır. Muhafazakâr, toplumsal düzeni, mülk ve zenginliğini, töre ve âdetlerini, tutuculuğunu MUHAFAZA etmek ister. Muhafaza etmek istemese niçin “muhafazakâr” olsun! Demokrasi ve özgürlük değişimin lokomotifidir. Muhafazakâr bu lokomotifin arkasına bir vagon olarak bağlanmaz! Referandumda Evet oyu kullananların çoğunluğunun demokrasi ve özgürlük anlayışı ortaçağ düzeyindedir.
KARŞI DEVRİM İÇİN
Referandum sandığında Evet oyu atanların büyük bir çoğunluğu, yukarıdaki paragrafta sıraladığım erdem ve nitelikler için oy kullanmadılar. AKP’yi tercih ettikleri için Evet oyu verdiler. Tutucu gündelik hayatı, gelenek ve töreleri, sadaka törenlerini muhafaza etmek için Evet oyu verdiler. Kızları erkeklerle birlikte aynı okul, sınıf ve sırada okumasın diye Evet oyu verdiler. Genel liseler imam hatip okullarına dönüşsün diye. Valiler, kaymakamlar camilerde imamlık yapsınlar diye. İşsiz öğretmenler dağda-bayırda ve ovada cerre çıksınlar diye!
Devlet kadrolarını, eğitim ve öğretimi, sağlık, sanayi ve tarımı işgal eden İslamcıların, tarikatların ve cemaatlerin, askeri okulları, harp okullarını ele geçirmeleri için AKP’ye oy verdiler. En kuvvetli tarikat ya da cemaatin şeyhi cumhurreisi olsun, paşalıklar şeyhler arasında taksim edilsin diye. İmam Genel Kurmaz Başkanı için!
Karşı Devrim’in yargıyı, basını ele geçirmesi yetmez, daha fazlası gerek diye Evet dediler. Karşı Devrim’in tarikat ve cemaatleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ele geçirsin ve böylelikle Cumhuriyet iğdiş ve kötürüm edilsin diye Evet dediler.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2010
REFERANDUMDAN sonra AKP, gazetelerde “AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan” imzalı teşekkürnameler yayınladı.
Söz konusu teşekkürnameler, rakiplerini dışlama, muhalefeti ve “Hayır” oyunu yok saymanın eşsiz ve benzersiz örnekleriydi.
Şimdi bu metinlerden bazı örnekler alıp irdeleyelim:
* * *
“12 Eylül Halkoylaması’nda aziz milletimizin iradesi tecelli etti.”
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2010
12 EYLÜL 2010 Halkoylaması’nın Tunceli sonuçları ancak “Dersim Fiyaskosu ve Tunceli Gerçeği” başlığı ile ifade edilebilir. Yüzde 19.2 “Evet” oyu ile “Dersim Fiyaskosu” ortaya çıkmış, yüzde 80.8 “Hayır” oyuna “Tunceli Gerçeği” yansımıştır. 1950’den bu yana bu yüzde 80.8 oyu Tunceli gerçeği ve gerçekliği için verilen en yüksek oy oranıdır.
Bu oran Tunceli’nin Cumhuriyetçi, devrimci ve laik niteliğini bir kez daha dünyaya ilan etmiştir.
GERÇEKTEN FAŞİST Mİ
Kuru deriden bal çıkarmak isteyenler bir süredir 1938 Dersim olaylarını gündeme getirmek, olayları bir tür soykırım olarak kabul ettirmek peşindeydiler.
Ataları soykırıma uğramış bir halkın halkoylamasında, doğal olarak, evet oyu kullanması gerekiyordu.
Evdeki pazarlık çarşıya uymadı. Nasıl uymadığına bakalım:
Toplam seçmen sayısı: 56 bin 393
Toplam kullanılan oy sayısı: 37 bin 621
Toplam kullanılmayan oy sayısı: 18 bin 772
Katılım oranı: Yüzde 66.7
Evet oranı: Yüzde 19.2
Hayır onarı: Yüzde 80.8
Halkoylamasına katılmayanların bir bölümü DTP’nin boykot talimatına uyanlar olmalı. Ama tamamı değil. Katılsalardı “Evet” oyu mu vereceklerdi? Seçimlerde, halkoylamalarında böyle hesaplar yapıl(a)maz.
Daha sonra “Faşist Anayasa” olarak tanımlanan 1982 Anayasası, katılanların yüzde 91.37 oyu ile kabul edilmişti. “Faşist Anayasa” tanımlamasına sarılanların büyük bir çoğunluğu 1982 yılında “Evet” oyu vermemiş miydi? “Evet” oyu veren yüzde 91.37 gerçekten faşist miydi?
ÖZÜR DİLENMELİ
Başbakan Erdoğan, halkoylaması öncesinde, Eskişehir Odunpazarı Meydanı’nda düzenlenen mitingde “Dersim’i uçaklar bombalarken CHP neredeydi?” diye sormaktaydı.
Başbakan Erdoğan 1938’de hükümetin Dersim ayaklanmasını silah kullanarak bastırmasını suçlayarak tarihsel gerçekleri saptırıyordu. Böyle bir saptırma resmi tarihe(!) karşı olan özel tarihçilere yakışırdı ama 2010 yılının Başbakan’ına yakışır mıydı?
Teori Dergisi Ocak 2009 ve Şubat 2010 sayılarında iki kez Dersim dosyası yayınladı. Okunması gerekir: 1938 Dersim harekâtından sonra Tunceli seçmen halkının yüzde 80.8’i olan 37 bin 621 vatandaş “Hayır” oyu kullanıyorsa bunun ne anlama geldiğini iyi görmek gerekir. Halk Tunceli’de derebeylik ve haydutluk düzeninin sona erdirilmesinden, bu sayede özgürlüğüne kavuşmaktan son derece memnundur. Halk derebeylik düzenini değil Cumhuriyet’i seçmiştir. Günümüz Tunceli halkına, yüksek bilincinden dolayı, Cumhuriyet’in ve tarihin teşekkür etmesi gerekir.
Başbakan’a gelince: Sadece 1938 CHP hükümetini suçlamakla olmaz. Hükümet Dersim mağdurlarından özür dilemeli ve idam edilenlerin itibarlarını resmen iade etmeli!
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2010
HALKOYLAMASINDAN sonra yazılan yazıları, yapılan yorumları okuyunca, aşağıda alıntıladığım metni yayınlamak farz oldu artık.<br><br>Alıntıladığım metnin yer aldığı kitabın adı: “Malte Laurids Brigge’nin Notları” Yazarın adı: Rainer Maria Rilke
Yayınevi: Can Yayınları
Bizim kuşağın yazar ve şairlerinin kısaca “Malte” dedikleri kitap yanımızdan hiç ayrılmazdı. Ellili, altmışlı yıllarda. Önce Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştı. Daha sonra Adam Yayıncılık. Şimdi sıra Can Yayınları’nda.
Kitabın çevirmeni büyük şair Behçet Necatigil. Bir çeviri başyapıtı yani!
İNSANIN BİRKAÇ YÜZÜ
“Örneğin ne çok insan yüzü varmış da hiç farkına varmamışım. Bir sürü insan var, fakat yüzler daha fazla; çünkü her insanın yüzü birkaç tane. Aynı yüzü yıllar yılı taşıyanlar var; tabii eskir bu yüz, kirlenir, kıvrımlarından aşınır, yolculuklarda giyilen eldivenler gibi bollaşır. Tutumlu basit kimselerdir bu gibiler; yüzlerini değiştirmez, temizlemeye bile vermezler. Nesi varmış derler ve kim onlara bunun aksini kanıtlayabilir? Şimdi madem birçok yüzleri var, ötekilerini ne yaparlar sorusu gelir akla. Saklarlar. Çocukları kullansın. Ama bu yüzleri, köpeklerin de takınıp sokağa çıktıkları olur. Neden olmasın? Yüz yüzdür.
Başkaları, yüzlerini korkunç bir çabuklukla takar takar, eskitirler. Yüzler önce hiç bitmez gibi gelir onlara; fakat kırklarına daha yeni basmışlardır ki: Sonuncu yüzdür kullandıkları. Ama tabii bir gün gelir başlar trajedi: Yüzlerini sakınmaya, idareli kullanmaya alışmamışlardır; sonuncusunu bir haftada eskitip delik deşik ederler, pek çok yeri kâğıt gibi incelir, giderek astar gözükür; yüz olmaktan çıkar yüz ve bununla dolaşırlar.”
DİNOZORLAR VE YÜZSÜZLER
1980’lerde Özalcılık başladığı zaman kimliklerini, kişiliklerini koruyanlara, “köşeyi dönmek” istemeyenlere, işini bilmeyenlere dinozor adı takılmıştı. Hor görerek, küçümsemeyle! “Siz demek hâlâ bıraktığımız yerde otluyorsunuz!” diye dalga geçilmekteydi onlarla.
Bunlar, Rilke’nin sözünü ettiği, yüzlerini eskitmeyen, onları çocuklarına miras bırakan düzgün insanlardı. İlke insanlarıydı bunlar, hakseverdiler, Cumhuriyet’e ve devrimlerine bağlıydılar. Yüzsüzlere göre, XXI. yüzyıla girerken dünya değişmişti, yeni liberalizmin öncülüğünde dünya küreselleşmişti, ulus-devletler iflas etmişti ama dinozorlar miadı dolmuş düşünceleri savunuyorlardı. Ancak son otuz yılın tarihi dinozorların(!) ne kadar haklı olduğunu kanıtladı.
Yüzsüzlere gelince: Birinci yüzlerini, 12 Mart öncesinde, ikinci yüzlerini 12 Mart’ta; üçüncü yüzlerini 12 Eylül öncesinde, dördüncü yüzlerini 12 Eylül’de; beşinci yüzlerini 28 Şubat’ta eskittiler. Birinci yüzlerini eskitirken aşırı soldaydılar, silahlı devrim yapmak istiyorlardı. Yenildiler ve döndüler. Üçüncü ve dördüncü yüzlerini 12 Eylül döneminde eskittiler ve döndüler. Solun kralı olup her şeye sahip olmak istiyorlardı ama her şeye(?) onurlarını yitirerek sahip(!) oldular. Bulundukları yerin gerçek ve modern sol olduğunu iddia ediyorlar, ama İslamcı muhitte ayak hizmetlerine bakıyorlar.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2010
Çiçeklere sordum Bedrettin’i,<br><br>“O bir karanfildir,” dediler,
“kırmızı, yanık kokulu,
durur çağımızın yakasında.”
Çağımıza sordum Bedrettin’i,
“Birken iki oldular, otuz, kırk oldular,
yüz oldular, bin oldular, çoğaldılar,” dedi,
“tükenmez güzel insanların baharı.”
Kurşuna sordum Bedrettin’i,
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2010
11 MART 2009 günü yayımlanan “Mefisto ve Mefistolaşmak” adlı yazımın bir bölümünü bugün tekrar yayımlayacağım. “Mefisto”, Ariane Mnouchkine’in, Klaus Mann’ın Mefisto adlı romanından tiyatroya uyarladığı oyunun adıdır. DAHA GÜÇLENSİN DİYE
“Siz, zavallı ve acınacak insanlar, siz sağduyudan yoksun halklar, siz mutsuzluklarında direngen, erinçlerinde kör gözlü uluslar, kazançlarınıza el konulmasına, tarlalarınızın yağmalanmasına, ata yadigârı evlerinizin soyulmasına göz göre göre boyun eğersiniz! Sanki bunların hiçbiri sizin değilmiş gibi yaşarsınız. Mallarınızın, ailelerinizin, yaşamlarınızın sadece yarısının size bırakılmasını büyük bir bahtiyarlık sayarsınız. Ama bu zararın hepsinin, bu felaketlerin, nihayet bu yıkımın nedeni sayısız düşmanlarınız değildir; fakat hiç kuşkusuz tek bir düşmandır, kendi ellerinizle yarattığınız, uğruna göz kırpmadan savaşa gittiğiniz, onuru adına kendi yaşamınızı her an tehlikeye attığınız düşman. Aslında, bu efendinin iki gözü, iki eli, bir gövdesi var, ve aranızdaki en önemsiz kişiden bir fazlası da yok. Sizden üstün yanına gelince: Sizi mahvetmesi için ona kendi ellerinizle teslim ettiğiniz olanaklar! Aranızdan biri olmasaydı, sizi gözetleyen hafiyeleri nereden bulabilirdi? Sizinkileri ödünç almamış olsa, size vurmak için bunca eli nasıl olurdu? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar da sizin ayaklarınız değil mi? Üzerinizdeki nüfuzu sizden kaynaklanmıyor
mu? Sizi soyan hırsıza yataklık etmeseydi, sizi öldüren katilin suç ortağı olmasaydı, size ihanet etmeseydi size böyle sıkıntı vermeye nasıl cesaret edebilirdi? Tarlalarınızı o soysun diye ekiyorsunuz; evlerinizi o çalsın diye döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvet arzularını yerine getirsin diye yetiştiriyorsunuz; oğullarınızı ona asker olsunlar diye, onları ölüme sürsün diye, açgözlülüğüne hizmet etsinler diye, onun intikamlarının cellatları olsunlar diye besliyorsunuz. O daha güçlensin diye, o daha katı olsun diye, ve tasmanızı daha kısa tutsun diye güçsüzleşiyorsunuz. Hizmet
etmemeye karar verin, özgürleşeceksiniz!” [Etienne de la Boétie (1530-1563) “Gönüllü Kölelik Üzerine Söylev” (Discours de la servitude volontaire)].
HİZMETİ KABUL ETMEYİN
Otto Ulrich, Mefisto’nun XV. tablosunun sonunda şöyle konuşur:
“...Almanlara demeli ki: Dinleyin! Geceleyin, topraklarınızdan trenler geçiyor, iyi dinleyin, erkek ve kadın dolu bu trenler. Bugün, komünist ve sosyalist bunlar; yarın, Yahudiler olacak; daha sonra sıra size gelecek. Tren yollarını engelleyin, bu trenleri sürmeyi kabul etmeyin. Lokomotif kazanlarını ısıtan kömürü çıkarmayı reddedin. Ray yapılan çeliği dökmeyi reddedin. Hizmet etmeyi kabul etmeyin, kabul etmeyin hizmet etmeyi!”
ONLARIN DA PAYI VAR
Demokrasi için demokrasiyi, özgürlük için özgürlüğü, eşitlik için eşitliği yok ettiklerini anlamayanların tarihten ders almaları olanaksızdır!
Bu yazı, kabadayı tayfasının, İstanbul-Top-hane’deki resim galerilerine yaptığı tasarlanmış baskın üzerine kaleme alınmıştır. Referandumda EVET oyu veren sağsolculara, ultra liberallere, “Yetmez ama gene de evet”çilere ithaf olunur. Bu kaba-kibar saldırıda onların da payı vardır!
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2010
14 EYLÜL 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre, eğitim süresi yükseldikçe “Hayır” da yükseliyormuş. Hayır’ın eğitim düzeyine göre dağılımı şöyle: İlkokul: Yüzde 29.7, Ortaokul: Yüzde 37.3, Lise: Yüzde 53.5, Üniversite: Yüzde 62.3! Al başına belayı! İktidara, iktidarın başbakanına ve bakanlarına, sağsolcu yazıcılara ve benzerlerine göre “Hayırcılar” darbe taraftarı ve demokrasi düşmanı. “Evet cephesi”nin teknik direktörlerinden Osman Can da yayınladığı “Darbe Yargısının Sonu, Karargâh Yargısından Halkın Yargısına” (Timaş Yayınları) adlı kitabında “CHP, ordu, üniversite ve yargının darbe koalisyonu yaptığı”nı öne sürüyormuş. Demek ki bu hayırcıları adam edip kurtarmak için ülke eğitim-öğretimini 8 yılla sınırlandırmak gerekiyor. 8 yıl adam olana çok bile!
ÜÇE BÖLÜNMÜŞ ÜLKE
Bir ülke düşünün ki üçe bölünmüş: Tarikatçıları ve cemaatçileri bir yana, eğitimsizleri, yoksulları, işsizleri demokrasi ve özgürlük istiyor, 12 Eylül darbe anayasasının kökünü kazımaya kararlı. Eğitimli tuzu kurular demokrasi düşmanı darbeci!
Kıyılarda demokrasi düşmanı, darbe yandaşı eğitimliler; ortada demokrasi ve özgürlük yandaşı “muhafazakâr demokratlar”(!), yoksullar ve eğitimsizler; doğu ve güneydoğuda özerklik (federasyon, ayrı devlet) isteyen Müslüman Kürtçüler, Kürtçü İslamcılar.
Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bu sonuçlar, başka gazeteler ve bilginler tarafından doğrulanıyor. Suç benim değil! Ben sadece bu verilerden yola çıkarak bir karşılaştırma yapacağım: Evetçilerin örneği Sivas (Evet: Yüzde 77, Hayır: Yüzde 23) ve Erzurum (Evet: Yüzde 86.9, Hayır: yüzde 13.1) olacak, hayırcıların örneği bizim Mersin (Evet: Yüzde 37.2, Hayır: Yüzde 62.8).
NASIL OLUYOR?
Şimdi şu sorulara cevap verelim: İnsanlar, darbeci ve antidemokrat Mersin’de ve öteki kıyı kentlerinde mi daha özgür, yoksa evetçi kentlerde mi? Etnik ve dinsel çoğulculuk ve bu bağlamdaki özgürlük ve serbestlikler hayırcılarda mı yoksa evetçilerde mi mevcut? Alevilere, azınlıklara ve öteki din ve inançlarla kim daha hoşgörülü, evetçiler mi yoksa hayırcılar mı? Üniversiteler, üniversiteliler, gençler, kadınlar, çocuklar nerede daha özgür ve çağdaş, evetçilerde mi yoksa hayırcılarda mı? Kadınlar nerede daha birey, daha özgür, daha bağımsız, evetçilerde mi hayırcılarda mı?
Gözlem ve deneyime dayalı cevaplar, Mersin ve öteki kıyı kentlerinin daha demokrat, daha hoşgörülü, daha çağdaş, daha evrensel, daha özgür ve bağımsız, daha katılımcı olduğunu ortaya çıkarıyor. Peki nasıl oluyor da Mersin darbeci, Sivas ve Erzurum demokrasi vurgunu?
DEĞERLER ALTÜST
Bu referandum yüzünden bütün değerler ve ölçüler altüst oldu: Muhafazakârların demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi kaygıları olduğu bir yalandır. Özgür olmak için birey olmak gerekir. Özgürlük bireyin kendi kendinin efendisi olması anlamına gelir. Türkiye muhafazakârları iradesini bir efendiye emanet etmiştir. Onun demokrasi nesine!
Yazının Devamını Oku