Özdemir İnce

Allah akıl versin!

21 Aralık 2010
TÜRKİYE Birleşik İşçi Parti Başkanı Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan ile EMEP’ten Prof. Dr. Cem Somel partilerinden istifa edip Numan Kurtulmuş’un Halkın Sesi Partisi’ne (HSP) geçmişler. (Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “AK”lığını öykünerek kendilerine “HAS Parti” demişler ama Halkın Sesi Partisi’nin kısaltılmışı “HSP”dir. Kimse bana “HAS” dedirtemez.) Aslında haslıkla-maslıkla ilgileri, ilişkileri yok, şaşkın solu kazıklamaya niyetli bir Milli Görüş partisi.
TÜRKİYE’DE YENİ KAVRAM
Ezgi Başaran’ın Zeki Kılıçarslan ile yaptığı söyleşi 12 Aralık 2010 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayımlandı. Eğer Latin Amerika’ya özgü Kurtuluş Teolojisi’nden (Kurtuluş İlahiyatı’ndan), Chavez ve Morales’ten söz edilmeseydi bu yazıyı yazmayı aklıma bilge getirmezdim. Çünkü her zaman olduğu gibi, Türkiye’de yeni bir kavram olan Kurtuluş Teolojisi’nin de ırzına geçiyorlar, geçiliyor. (Kurtuluş Teolojisi için, 19 Aralık Pazar günü yayımladığım “Yerlilerin Gözyaşları”nda adı geçen Bartolomeo de las Casas’ı anımsayalım!)
MÜSLÜMAN SOL’A SORUN
Birtakım aklıevvel oportünist, “Kaz uçar da Laz uçamaz mı?” misali, madem ki bir Hıristiyan Sol var, o halde neden bir Müslüman Sol olmasın diyor. “Müslüman Sol (Sosyalist)” olduğunu ileri sürenlere bir sorun bakalım: Müslümanlığı mı yoksa sosyalistliği mi öne alıyorlar, öncelik hangisinde?
Benim bildiğim, Latin Amerika’da Marksistler, Sosyalistler gidip Kilise’ye kapılanmıyorlar, yamanmıyorlar. Tam tersine Bartolomeo de Las Casas ve  Dom Helder Camara geleneğine bağlı Kilise gidip yoksulları, ezilmişleri, açları buluyor ve onları örgütlüyor, sol ile ilişkilerini kuruyor. Latin Amerika Katolik Kilisesi’nden, geçmişte, yüzlerce-binlerce rahip, yoksul köylüye, aç işçiye yol gösterdiği için öldürülmüştür.
“Latin Amerika solu din düşmanı değil, dinle uzlaşıyor!” diyorlar. Hayır efendim, tam tersine, Kilise gidip solu buluyor, aç ve yoksul halkın hizmetine gidiyor.
Kurtuluş Teolojisi’ni ağzına alanlar Michael Löwy’den çok önce Bartolomeo de las Casas’ı, Dom Helder Camara’yı öğrenmek zorundadır.
KENDİ AYAKLARIYLA GELSİNLER
Osmanlı tarihi boyunca ve Cumhuriyet döneminde “Din elden gidiyor!” diye silahı eline alan, ayaklanan şeyhler, imamlar gördük. Ama açlara, yoksullara, ezilenlere öncülük eden bir tek şeyh ya da imam var mı? Kimse bana, “Ama Kuran yoksulları korur!” demesin, ben din adamı var mı, onu soruyorum. (Şeyh Bedreddin bile tartışılabilir!)
Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan, “Soğuk Savaş sonrasında kitleleri harekete geçirmek için din ve mezhep çok önemli bir araç haline geldi!” diyor.
İşte ben bu nedenle yazımın başlığını “Allah akıl versin!” koydum. Solun mücadele tarihinden habersiz olanlar ya da bile bile o tarihe ihanet edenler böyle konuşurlar. Din ve mezhebi kullanarak açları, işsizleri, ezilenleri “solcu” yapamazsınız, sadece irticaya, kökten dinciliğe ve terörizme hizmet edersiniz. Bekleyin, dinden, mezhepten, tarikattan bir hayır gelmediğini anlayıp bilinçlenen Müslüman kendi ayağı ile gelip kendi sınıfını, solu, kendi partisini bulacaktır. Sadece gerçek adaletin ne anlama geldiği anlatılsın, yeter!
Yazının Devamını Oku

‘Yerlilerin Gözyaşları’

19 Aralık 2010
ÖYLESİNE çok nedeni var ki bu kitap yazısına nereden başlayacağımı bilemedim. Yazarı Bartolomeo de las Casas’tan mı? Tam adı “Yerlilerin Gözyaşları, Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi” (İmge Kitabevi) olan kitaptan mı? Yoksa, Bartolomeo de las Casas ve Dom Helder Camara’dan, Güney Amerika “Kurtuluş Teolojisi”nden habersiz, bu ülkede sol ilahiyattan (teolojiden) söz eden zevattan mı?
Önümüzdeki günlerde, haftalarda, aylarda Kurtuluş Teolojisi’ne, Sol İlahiyat yanılsamasına gelmek için işe yazardan ve kitaptan başlayacağım.
* * *
“Latin Amerika’da sömürgeciliğe karşı direnen ilk gerilla önderi Kasik Hatuey, adaya çıkışlarından itibaren İspanyolların eline geçmemeye çalıştı. Çünkü onları tanıyordu ve neler yapabileceklerini biliyordu. Ama sonunda yakalandı ve diri diri yakıldı. Yakılma nedeni, zalim Hıristiyanların eline geçerek işkence ile öldürülmekten kurtulmak için kaçması ve kendini savunmuş olmasıydı. Kazığa bağlandıktan sonra, yanına yaklaşan Aziz Francisco tarikatından bir keşiş, Tanrı’dan ve Hıristiyan inancından bahsettikten sonra, celladın kendisine tanıdığı bu kısa zaman süresi içinde eğer Hıristiyanlığı kabul ederse, günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra cennete gidebileceğini söyledi. Hatuey, keşişin söylediklerini dinledikten sonra bir an düşündü ve bütün İspanyolların cennete gidip gitmediğini sordu. Keşiş, ‘Evet, cennetin kapıları iyi İspanyollara açıktır’ dedi. Kasik Hatuey keşişe şu cevabı verdi: ‘O zaman ben cehenneme gideyim, çünkü cennette İspanyollarla karşılaşmak istemiyorum’.” (Kitaptan)
* * *
“Yerliler, kendilerini katletmeye başlayıncaya kadar İspanyollara hiçbir zarar vermemiştir” diye yazan Bartolomeo de las Casas (Sevilla, 1474-Madrid, 1566), Chistopher Columbus’un ikinci seferine katılan yol arkadaşlarından bir orta halli tüccarın oğludur. Salamanca Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi yaptı. 1502 yılında asker olarak Hispanola Adası’na gitti. Bazı keşif seferlerine katılan İspanyollar gibi ona da encomedina (üzerinde yaşayan yerlilerle birlikte verilen toprak) verildi. Ve bu süre içinde gerçekleri gördü, toprağı devlete geri verdi. Ardından rahip olup Dominiken tarikatına girdi. Hayatı boyunca yerlilerin köleliğine ve kitle halinde öldürülmelerine karşı çıktı.
İspanyollar gelmeden önce Güney Amerika’da 30 milyon olan yerli nüfus 40 yıl içinde 4 milyona düşmüştü. Yüzlerce yıl önce yaşananları bugün Bartolomeo de las Casas’ın kitaplarından öğreniyoruz. Bu kitaplar yazarlarını da tanımlıyor: Tarihçi, Dominiken rahip, uluslararası hukuk ve insan haklarının ilk savunucusu ve köleciliğe karşı çıkan ilk Avrupalı. 19. yüzyılın başlarından itibaren Simon Bolivar ve bütün devrimciler Las Casas’tan etkilendiler. Mayaların torunları, atalarının çektiği acıları insanlığa duyuran Las Casas’a saygılarını, Meksika’daki Chiapas eyaletinin başkentine verdikleri San Cristobal las Casas adıyla dile getiriyorlar. Devrimci Kilise’den devrimci politikacıya, köylü ve yoksul birliklerinden özgürlük savaşçılarına kadar her hareketin içinde ve önünde Bartolomeo de las Casas vardır.
Yazının Devamını Oku

2010, Mersin Kenti Edebiyat Ödülü

18 Aralık 2010
BİR Türk hanım ile evli Hans Himmelbach adlı Kanadalı diplomat emekli olduktan sonra yerleştiği Bodrum’un Torba beldesinde ölünce, vasiyet ettiği gibi Torba’ya gömülmüş. Ancak komşu mezarın sahipleri duruma itiraz etmişler. Hans Himmelbach gibi bir Hıristiyan’ın Müslüman mezarının yanında olmasını istememişler. Bu nedenle, karısı İlknur Hanım’ın karşı çıkmasına rağmen diplomatın mezarı açılmış ve duvar dibinde bir yere gömülmüş.
Bu haberi gazetelerde okuyunca yüreğim cız etti. Bizim Mersin’in Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve başka din mensuplarının yan yana gömülebildiği Asri Mezarlığı’nı düşündüm ve Mersinli olmaktan büyük bir gurur duydum.
LATİFE TEKİN’E
Bugün bir başka nedenden dolayı Mersinli olmaktan dolayı gene gurur duyuyorum: Bugün Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nün dördüncüsünü Latife Tekin’e vereceğiz. Daha önceki ödülleri Nezihe Meriç (2007), Tahsin Yücel (2008) ve Osman Şahin’e (2009) verilmişti. Mersin Ticaret ve Sanayi Odası tarafından her yıl verilen Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nü bu yıl yazar Latife Tekin almaya hak kazandı. Ödül töreni 18 Aralık 2010 Cumartesi günü saat 16.00’da MTSO 4. Kat Konferans Salonu’nda yapılacak... Törene bütün Mersinliler ve edebiyatseverler davetli.
Latife Tekin, 1957’de Kayseri’nin Bünyan İlçesi’ne bağlı Karacivek Köyü’nde doğdu. 1966’da 9 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Ortaöğrenimini Beşiktaş Kız Lisesi’nde tamamladı. İlk kitabı “Sevgili Arsız Ölüm” 1983’te yayınlandı. Anadolu’daki köy yaşamı ve insanlarını masalımsı bir atmosferde anlattığı bu ilk romanıyla büyük ün kazandı. Ardından peş peşe diğer romanları geldi: Berci Kristin Çöp Masalları; Gece Dersleri; Buzdan Kılıçlar; Aşk İşaretleri; Ormanda Ölüm Yokmuş; Unutma Bahçesi; Muniar.
Eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, İtalyanca, Farsça ve Hollanda diline çevrildi. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla kuşağındaki edebiyatçıların önde gelen isimlerinden biri oldu.
USTA YAZARA OYBİRLİĞİYLE
Ödül jürisinin gerekçeli kararını birlikte okuyalım: 1. Dil, imgelem ve kurgu düzeyinde Büyülü Gerçekçi Roman’ı çağdaş Türk edebiyatında en yetkin biçimde temsil ettiği; 2. Türk romanında “gecekondu” olgusunu özneleştirerek, yoksulluğu felsefi ve politik bir sorun halinde doğrudan Dil’e taşıdığı, böylece yoksulluğun sesindeki derin bilinci Kadın’laştırarak dirimsel bir içeriğe kavuşturduğu; 3. Sözlü kültürün anlatı dilinin müziğini, modern yazı dilinin dolayımında dönüştürerek yepyeni bir müzikal dil oluşturduğu; 4. Eserlerinde muğlak ve ikircikli bir anlatı içine yerleştirdiği ince mizahla, insanın çözümsüz, çok yönlü, kaygan ve kaypak varoluşunun altını çizdiği; 5. Yalanın hakikatine vararak uydurduğu sıkı masallarla dünyayı dişileştirip onardığı; buradan da feminist eleştiriye yeni ufuklar vaat ettiği; 6. Gerçeğin hizmetine girmeden, ama gerçeği ve gerçekliği hizmetine alarak, edebiyatın özgürleştirici gücünü, yazarın tabulara dokunma hakkını, pırıltısını daima eleştiriden ve muhalefetten alan acı lezzetini mırıltıya dönüşen bir dille bize hep hatırlattığı; 7. Yinelenmesi olanaksız deneyimleri yüklenen bir Sürgün-dil içinden bize fantastik, masalsı ama kekre bir dünya armağan ettiği için; çağdaş Türk romanının usta yazarı Latife Tekin’i, oybirliğiyle ödüle değer bulmuştur. (Ne mutlu Mersin’e!)
Yazının Devamını Oku

Mersin’e dair

17 Aralık 2010
UZUN zamandır Mersin’e dair bir şey yazmadım. Zaten bir yıldır yolum düşmedi. Aşağıda okuyacağınız mektubu alalı aylar oluyor. Yayımlamadan önce beklettim. Mektup yayınlandığı zaman Mersin’de olayım istedim. Bu yazıyı okuduğunuza göre, demek ki, Mersin’deyim.
* * *
“Size Mersin’de yaşayan sanat dostu bir kardeşiniz olarak bazı sitemlerimi belirtmek için yazıyorum, sitemim sadece size değil, önce Mersin’deki sanat kurumlarına, daha sonra da ulusal sanat kurumlarına, konu edineceğim kişileri siz de yakından tanıyorsunuz zaten.
İlk bahsedeceğim insan rahmetli Doğan Akça, vefatında verilen sözler vardı; atölyesi korunacak ve onun çalışmaları orda sergilenecekti ama daha bir yıl olmadan atölye boşaltıldı ve dağıtıldı, ve ölüm yıldönümünde hatırlanmadı bile, bunu eşi Ayfer abla üzüntü içerisinde biz dostlarına söyledi, seneler geçmesine rağmen hizmet verdiği kurumlar tarafından da hatırlandığını görmedik, bu ayıp Mersin ve Mersin’de yaşayan bizlere yeter derken bir vefasızlık örneğine daha tanık olmanın sıkıntısını yüreğimde hissettim, o da Devlet Sanatçısı Prof. Nevit Kodallı’nın ölümünün birinci yılında dahi hiçbir yerde anılmayışı ve hatırlanmayışıydı.”
* * *
“Nevit Kodallı’yı, Mersin Polifonik Korolar Derneği’nin bir üyesi olmam nedeniyle emekli olup Mersin’e yerleştiğinden beri ailecek tanımaktayım.
Vefatı sonrası Mersin’in ve yurdumuzun yetiştirdiği önemli müzik adamlarından biri olan Kodallı’nın gelecek kuşaklar tarafından da bilinip hatırlanması amacıyla başta Mersin Opera ve Balesi Müdürlüğü’ne, Mersin Uluslararası Müzik Festivali Yönetimi’ne, İçel Sanat Kulübü’ne, Polifonik Korolar Derneği Yönetimi’ne bir yazı ile müracaat ederek Nevit Kodallı’nın anısının yaşatılması amacıyla Mersin Operası fuayesine onun eserlerinin ve eşyalarının sergilendiği bir köşe yapılmasını ve dünya opera binalarında olduğu gibi Mersin’in yetiştirdiği önemli müzik adamının bir heykelinin dikilmesini istemiştim. Bu konuda hiçbir yanıt alamadığım gibi en azından vefatının 1. yıldönümünde anılacağını düşünmüştüm, böylesine bir girişim bugüne kadar olmadı. Bu beni çok üzmüştür, bu kadar vefasız olmamalı bu toplum.”
(Mektubu gönderenin adını silip attım. Kim olduğu sorulduğunda hatırlamamak için.)
* * *
Doğan Akça mahalle ve lise arkadaşımdır. İşadamı idi, Birinci Körfez Savaşı’nda iflas etti ve ülkemizin en önemli naif ressamlarından biri oldu. Hiçbir adil sanat tarihçisi, kitabında, antolojisinde onu unutamaz. Nevit Kodallı, çağdaş müziğimizin temel taşı bestecilerinden, öğretmenlerinden biri. Bu iki insanın Mersinli olması, (onun) Toroslar’ın güneyinde bir Akdeniz liman kenti olması kadar büyük bir şanstır. Mersin adı biraz da ikisi sayesinde biliniyor. Onlar, Mersin’e doğanın bir armağanıdır! Her kent, her ülke büyük insanlarına borçludur. Ben Mersinlilerin akıllı ve vefalı olduğuna inanırım! Daha ne yazayım?
Yazının Devamını Oku

CHP’nin işi zor!

15 Aralık 2010
CUMHURİYET Halk Partisi Cumhuriyet ile iktidar arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa ne yapar, ne yapmalı? Cumhuriyet’i verip iktidarı almalı mı, daha doğrusu alabilir mi? Ben Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağını düşünüyorum. Karşısında insanın gözünden sürmeyi çekip alan bir kadro var alimallah! Sülün Osman’a rahmet okutur. Bu nedenle ayağını denk atmalı! DİN BİLGİNİ YOK MU
Kılıçdaroğlu iktidara geldikleri zaman türban fesadına bir çare bulacaklarını söyledi; elini uzatıp kolunu kaptırdı. Başbakan “Gel yarın oturup halledelim!” dedi.
Başbakan böyle konuştuktan sonra siz artık hiçbir koşul öne süremezsiniz. İstediğiniz kadar insan haklarından, demokratik haklardan söz edin, yüzde on barajını kaldırmayı öne sürün. Bunların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Ne oldu şimdi kendi iyi niyetinizle alta düştünüz!
Türban fesadı Cumhuriyet Halk Partisi’nin yarattığı bir sorun değil. Bu sorunu imam-hatip okullarında İslamcılar yarattılar. Besleyip büyüttüler, canavar haline getirdiler.
CHP’nin aklı varsa AKP’ye “İmam-hatip okullarını kuruluş amaçlarına yönlendirin, kız öğrenci almayın, bu
fesat sona erer!” demeli.
CHP içinde hiç mi din bilgini yok, neden Nur Suresi’nin 31. ayetinin gerçek anlamını gündeme getirmiyor, neden “Ya AKP ‘Wal yadhribna bi khoumourihinna âla jouyoubihinna’ ne demek?” diye sormuyor?
CUMHURİYET’İ SATMAYIN
Cumhuriyetçi bir CHP, AKP ile kozlarını paylaşmak zorunda. Bu konuda söylenen yalanları tek tek ortaya dökmeli. İmam-hatipler konusunda, türban fesadı konusunda ödün (taviz) vererek AKP ile iktidar yarışı yapamaz.
Türban fesadı konusu açılır açılmaz YÖK Başkanı neden abrakadabracılık yaptı acaba? CHP’yi açığa düşürmek için değil mi? Başbakan şimdi ne diyor, demediyse ne diyecek, “Türban işi üniversitede hal oldu, şimdi gel türbanı kamusal alana sokalım!” demeyecek miydi? Henüz demedi ama türban Mersin’de ilkokul sınıfına girdi. Bu kadar saf olunmaz!
Başbakan kamusal alanın ne olduğunu ve ne anlama geldiğini bilmiyormuş. CHP’nin ilk işi Başbakan’ı bilgilendirmek ve aydınlatmak olmalı.
CHP, iktidar ile Cumhuriyet arasında kesin bir seçim yapmak zorunda. Cumhuriyet’i korumak için gerekirse 100 yıl muhalefette kalmalı, Cumhuriyet’i satmamalı!
ALTI OK’A SAHİP ÇIKIN
CHP açılım yapacaksa, açılımın yönü türban fesadı değil, sol olmalı. Bütün solu kapsamalı, bütün solu kucaklamalı; sol ile ortak cephe kurmalı ve solu TBMM’ye taşımalı. Altı Ok’a sahip çıkmalı. Türban fesadını AKP’nin stepnesi ve yardakçısı olarak değil, bütün solla birlikte iktidara geldiği zaman çözeceğini ilan etmeli.
Kıssadan hisse: “Kılıçdaroğlu çarşaf giyse de CHP iflah olmaz!” (Necmettin Erbakan, Zaman, 06.12.10; s. 16)
Yazının Devamını Oku

Sanki bir misyoner okulu

14 Aralık 2010
İMAM Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği “6. İmam Hatipliler Kurultayı” düzenlemiş. 6 Aralık 2010 tarihli Yeni Akit Gazetesi olayı, Başbakan’ın “İHL’li olmaktan gururluyum” sözünü manşet olarak verdiğine göre, demek ki kurultay 5 Aralık günü toplanmış. Gene 6 Aralık tarihli Zaman Gazetesi de “İmam Hatipliler Kurultayı”na önemli bir yer ayırmış.
Benim bildiğim dernekler olağan ya da olağanüstü toplantılar yaparlar, kurultay yapmazlar.
Kurultayın anlamını Ali Püsküllüoğlu’nun Doğan Kitap tarafından yayınlanan Türkçe Sözlük’ünde aradım. Karşılığı şöyle: 1. Bir kurumun, bir derneğin ya da bir siyasal partinin temel işlerinin görüşüldüğü, belli sürelerle ya da gerektikçe yapılan genel toplantı, genel kurul, kongre. 2. Eski Türk devletlerinde, temel sorunları görüşüp karara bağlamak üzere yapılan, ileri gelenlerin katıldığı toplantı.
MESAJ VAR DEMEKTİR
Sözlük’ün bir dernek toplantısını “kurultay” bağlamına almasına katılmıyorum. Kurultayın çok daha başka, iddialı bir anlamı var. Siyasal parti kurultayı olur, pantürkist, panislamist kurultayı olur, ama Mersin Lisesi Mezunları Kurultayı olmaz. Kurultayın ideolojik göstereni ve gösterileni vardır. İşte bu nedenle imam hatip mezunları yaptıkları toplantıya özellikle, bilerek ve isteyerek kurultay adı vermişler. Verdiler!
Dil Kurultayı, Tarih Kurultayı, Eğitim Kurultayı, Türkçe Konuşan Uluslar Kurultayı olur. Toplananlar belli bir izlek (tema) ve konu doğrultusunda konuşmalar yaparlar.
Örneğin bu ayın 18’inde CHP bir olağanüstü toplantı yapacak. İmam hatip mezunları toplantı değil de kurultay yapıyorsa bunun arkasında ve önünde görünür görünmez mesajlar var demektir.
İLLEGAL PARTİ GİBİ
ÖNDER Genel Başkanı Hüseyin Korkut yaptığı konuşmada ilginç şeyler söylüyor: “Önümüze çok engeller koydular ancak biz hepsini aştık. Öncelikle imam hatiplerimizi açmamızı engellemeye başladılar, mezunlarımızın alanlarını kısıtladılar, katsayı engelini koydular, kesintisiz eğitimi getirdiler, kılık kıyafet problemini getirdiler ve ilahiyatların sayısını azalttılar. Zorlu mücadele verdik ama bizi engelleyemediler. Sultanahmet Mitingi ile Eyüp Sultan’da 1.5 yıl boyunca devam ettirdiğimiz sabah namazı programları ile, Ankara’da yaptığımız girişimlerle ve daha başka mücadele yöntemi ile ayaklarımızı sabit tuttuk.”
Konuşma, sanki bir meslek okulunun dönemsel toplantısında değil de illegal bir partinin legalleşme çabalarının konuşulduğu bir toplantıda yapılmış gibi.
“Mücadele”ye ne gerek var? Söz konusu olan, yasa ile kurulmuş bir okul! Ama Hüseyin Korkut’un da ifade ettiği gibi, giderek yasal (Tevhid-i Tedrisat) sınırların, kuruluş amaçlarının dışına çıkarılmakta. Verilen ideolojik kavganın iki hedefi var: Genel liselerin hepsini imam hatip lisesi haline getirmek ve imam hatiplerin yerine din adamı yetiştirmek amacıyla medreseler açmak. Yani fiilen uygulanmayan 3 Mart 1924 tarihli ve 430 Sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Öğrenim Birliği Yasası) resmen yürürlükten kaldırmak.
Yazının Devamını Oku

‘Diğer Müslümanlar’

12 Aralık 2010
“DİĞER Müslümanlar” (Derleyen: Zeyno Baran, Remzi Kitabevi) adlı kitaptan söz etmek için bilgisayar başına geçtiğim zaman masa üzerindeki kesikler arasından biri gözüme sıçradı: “Öpüşmek Yasak!”: “Abu Dabi’deki Dünya Kulüpler Şampiyonası süresince içki içmekten sokakta öpüşmeye kadar birçok şeye yasak geldi. 2022 Dünya Kupası’nın Katar’a verilmesinin tartışmaları bitmeden Abu Dabi’den ateşi daha da körükleyecek bir yasak haberi geldi. 8-18 Aralık tarihleri arasında Abu Dabi’de düzenlenecek olan FIFA Dünya Kulüpler Şampiyonası öncesi Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileri turnuva boyunca sokaklarda öpüşmenin ve alkol almanın yasak olacağını açıkladı.”
“FIFA Organizasyon Komitesi de yasakların bir listesini yayınlayıp bu kurallara uyulması gerektiğini belirtti. Yetkililerden Shaza al-Rumaithy yaptığı açıklamada, ‘Biz Müslüman bir ülkeyiz ve belli geleneklerimiz ve hassasiyetlerimiz var. Ülkemize gelecek yabancı misafirlerimiz buna saygı duymalı. Bu kurallar yüzünden de kızgın olmamalılar’ ifadesini kullandı.” (Vatan, 07.12.10)
AĞZININ SUYU AKIYOR
Bu türden yasakları öngörüp organizasyonu Abu Dabi’ye vermeseydi ve gerekçe olarak da bunları gösterseydi, FIFA’nın ne İslam düşmanlığı, ne ırkçılığı ve ayrımcılığı, ne de İslamofobi hastalığına tutulmuş olduğu kalırdı.
İslamcı Arap ülkeleri bu türden dayatmalarla dünyanın karşısına çıkıp ödün kopartmak için her türlü yola başvuruyorlar. Evrensel yaşam tarzı ile senin geleneksel yaşam tarzın çelişiyor ise neden bu türden organizasyonları yapmaya talip oluyorsun? Uluslararası spor kurallarına karşı çıkarak neden türbanlı, peçeli, eşofmanlı kadınlarını karşılaşmalara, yarışmalara sokmak istiyorsun? Kadınlarını peçe, örtü ve çarşaf altında tutuyorsun, ama uluslararası tenis turnuvaları düzenleyip dünyanın en güzel kızlarının bacaklarını, bıngıldayan memelerini ağzının suyu akarak seyrediyorsun!
Bu, Müslüman Arap ülkelerinin ahlaksız ikiyüzlülüğüdür. Aralarında Türkiye de olmak üzere Avrupa’da ne haltlar karıştırdıklarını çok iyi biliyoruz bu heriflerin.
‘İSLAMOFOBİ’ ŞANTAJI
En çarpıcı örneklerinden birini Abu Dabi’de gördüğümüz bu davranış, kendisini türlü şekillerde dünyaya kabul ettirmek istemektedir. Ülkelerine gelenlere kendi gelenek ve hassasiyetlerini dayatan zihniyet, başkalarının ülkelerinde onların gelenek ve hassasiyetlerine saygı göstermemekte ve gene kendi değerlerini buralara taşımak istemektedir.
“Olmaz kardeşim, bizim değerlerimize sen uymak zorundasın!” tepkisi ile karşılaşınca da “Bu İslamofobidir, İslam düşmanlığıdır!” diye naralar atmaktalar.
Bununla yetinmeyip, “Dünyayı İslamlaştırmak!” yolunda cihat açtıklarını da ilan etmekten geri durmayacaklar. “İslamofobi”nin bir şantaj ve terör aygıtı olduğunu düşünmemek mümkün değil.
Yazımın başında adını andığım kitap, ABD ve Avrupa’da yaşayan Müslümanların özel sorunlarını açımlıyor ve özellikle on Müslüman yazarın kaleme aldığı makalelerde İslamcı akımların kendi aralarındaki mücadeleler tartışılıyor.
Yazının Devamını Oku

Afyon Okuma Haftası

11 Aralık 2010
ALTMIŞLI, yetmişli yıllarda Afyon’un hayatımda özel bir yeri vardı. Ankara’dan Aydın’a, İzmir’e trenle giderken Afyon önemli bir duraktı. Otoyollar yapılmadan önce karayolu kentin içinden geçerdi. Bir otomobilim olduktan sonra özellikle içinden geçerdim Afyon’un: Benim için Cumhuriyet’i simgeleyen lisesi ile istasyonunu görmek için. Adı “İkbal” olabilecek lokanta da Afyon’un simgelerinden biriydi.

1970’lere kadar, Cumhuriyet’in en önemli mucizelerinden biri olan “Leyli Meccani” (Parasız Yatılı) eğitim olanağının en önemli ocaklarından biri Afyon Lisesi idi.

* * *

9 Şubat 2010 tarihinde emekli Albay İsmail Özdilek’ten bir e-posta iletisi almıştım. Kitapçıların desteği ile 14-20 Aralık 2009 tarihleri arasında Afyon’da yapılan ilk “Okuma Haftası”nı anlattıktan sonra, ikinci okuma haftasının 13-19 Aralık 2010 tarihleri arasında yapılacağını haber veriyor ve beni katılmaya davet ediyordu. Bu uzun erimli programlılık çok hoşuma gitti. Tam benim kafama göre. Yıllardır kullandığım “Nâzım Kültür Ajandası 2010”u açtım ve 11 Aralık 2010 sayfasına “Afyon Okuma Haftası” diye yazdım. Bu, o gün bu başlıklı bir yazı yayımlayacağım anlamına gelir.

Birkaç gün önce emekli Albay İsmail Özdilek’i telefonla aradım. Afyon Okuma Haftası’nın  ikincisinin yapılıp yapılmayacağını sordum. Yapılacakmış. Kendisine Okuma Haftası’na neden katılamayacağımı anlattım. Bu arada Afyon 2. Okuma Haftası’nın 17-25 Aralık tarihleri arasında yapılacağını öğrendim. Ama ben yazı programımı bozamam. Yazıyı 11 Aralık’ta yayımlıyorum. 17 Aralık’ta “Mersin’e Dair” bir yazı var.

* * *

Emekli Albay İsmail Özdilek, bunun üzerine, projeleri hakkında daha ayrıntılı bilgi verdi. Şöyle:
-  Öğrencilerin yeni yılda birbirlerine kitap armağan etmesi için, kitap haftaları aralık ayının üçüncü haftası yapılacakmış.
-  Okuma Haftası projesi; ilk üç yılda okuma haftası şeklinde kitapçılarda ve daha sonraki orta vadede yazar, şair ve düşünürlerin katılımı ile kitap fuarı şeklinde yapılacakmış. Ayrıca, bu fuarda ressamların yapıtları sergilenecekmiş.
-  Okuma Haftası’nın, uzun vadede sanatsal etkinliklerle birlikte Afyon’a dünyaca tanınan yazar, şair ve düşünürlerin katılımı ile uluslararası bir yapıya kavuşturulması da hedefleniyor.
-  Afyon’un 394 köy, 92 belde ve 18 ilçesinde Okuma Haftası’nın amaçlarına uygun çalışmalar yapılacak.
-  Belediye, Okuma Haftası etkinliği içinde öğrencilere 10 bin tane Afyon’u tanıtan kitap armağan edecek.

* * *

Okuma Haftası için ayrıntılı bilgi almak isteyenler Afyonkarahisar Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Gökhan Güzeltaş’a başvurmalı. Benim Belediye’den bir ricam var: Afyon’u tanıtan kitapların yanı sıra öğrencilere 10 bin tane de şiir kitabı armağan edilsin. Şiiri seven öyküyü, romanı ve dünyayı sever. Böyle bir şey yapılırsa ülkemiz edebiyatında büyük bir devrim yaşanır ve adı da “Afyon Edebiyat Okulu” olur.
Yazının Devamını Oku