1 Ocak 2011
SİZCE kim kahraman: Bilmem kaç gün yeraltında kalan Şilili madenciler mi yoksa bu madencileri ölümden kurtaranlar mı? Ya da tam tersi: Zonguldak madenlerinde ve öteki madenlerde ölen madenciler mi suçlu, yoksa o madenlerin göçmesine neden olanlar mı ve madencileri göçük altından kurtaramayanlar mı?
Bence kahraman(lar) Şilili madencileri kurtaranlar, gerçek kahraman onlar. Kutlanması, saygı gösterilmesi, ödüllendirilmesi gerekenler onlar. Ama o adamlar ortalıkta yok. Ölümün ağzından aldıkları madenciler, kutsal aylarda cerre çıkmış hocalar gibi dünyayı dolaşıp, Allah ne verdiyle parsayı topluyorlar.
¡ ¡ ¡
İşte bu madencilerden ikisi-üçü Kıbrıs’a geçmişler, Nazım el-Kıbrısi hazretlerinin dergâhını ziyaret ediyorlar. Başlarına Taliban sarığına benzer bir bez dolamışlar. Sebeb-i ziyaretlerine gelince: Oğlunu halife ilan eden Şeyh Nazım el-Kıbrısi hazretlerine şükranlarını sunmaya gelmişler. Güya Şeyh Nazım el-Kıbrısi kendileri için dua etmişmiş. Bu sayede kurtulmuşlarmış. Kendilerini kurtaran Şilili mühendislere, teknik elemanlara, işçilere değil de Kıbrıslı Şeyh’e teşekkür ediyorlar. Çüşşşşş bre!
Şeyh Kıbrıslı Nazım da güzelim Kıbrıslı şivesinin içine tükürerek, “Elbetta, ulmuştur benim düalarim sayesinda” diyor. Şeyhin iddiasına göre, madenciler onun kuvvetli ve kudretli nefesi sayesinde kurtulmuşlar. Zaten göçük madene giderek, yerin 700 metro altında, madencilerin yanında etmiştir dua.
İyi de şeyh hazretleri elin madencilerini kurtarıyorsun ama sıra kalp ameliyatı geçiren Kıbrıs Cumhurbaşkanı’na gelince “İmanı kuvvetliyse kurtulur!” diyorsun. Peki Şilili madenciler imanları kuvvetli olduğu için mi kurtuldular? Ve peki, kime iman ediyordu bu madenciler Hazret-i İsa’ya mı yoksa Hazret-i Muhammet’e mi; Hıristiyanların Tanrısı’na mı yoksa Müslümanların Allah’ına mı?
¡ ¡ ¡
Madem ki öyle: Bir eski zaman padişahı gibi çağıracaksın herifi karşına. Kötürüm gibi oturduğuna bakmayın, Padişah’ın adını duyar duymaz zırp diye ayağa fırlayıp, tazı gibi huzura seğirtecektir.
“Bre sen Şilili madencilere dua edip kurtarmışsın! Sen ne biçim Kıbrıslısın, tez şu Kıbrıs davasını hallet, yoksa kellen gider!”
Şeyh Nazım el Kıbrısi hık mık edecektir, yedi dereden su getirecektir. “Aralarında bir cunup-cenabet varsa bizim dualar güme gider!” diyecektir.
O zaman emir verip, Kıbrıs’ın Türk ve Rum görüşmeci liderlerini, görüşme heyetlerini hamama göndermek, hamam göbeğine yatırmak, tellaklara keseletmek, şehriye gibi kirlerini çıkartmak ve Hıristiyan Rumlara da gusül abdesti aldırmak lazım. Ama iş sağlam olsun diye Kıbrıslı şeyhi tellaklığa geçici olarak tayin etmeli.
Beceremezse kellesi gider. Becerirse sırayla İsrail-Arap düğümünü, Irak davasını, Afganistan tuzağını, bizim Türban işini, Kürtlerin muhtariyet hasretlerini, imam hatip saltanatını Şeyh Nazım el-Kıbrısi’ye emanet etmek. Ha aklıma geldi, şu Nazım el-Kıbrısi denen şeyh bizim madenciler için neden dua etmiyor acaba?
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2010
ESKİ Futbol Federasyonu Başkanı ve Atatürk’ün kütüphanecisinin oğlu Mustafa Kemal Ulusu’dan bir e-posta iletisi aldım. Şöyle diyor: “Bodrum Gündoğan’da eylül ayında yaptığımız kitap fuarından sonra, bir güzel etkinliğe daha imza atıyoruz. Sizi 21 Aralık’ta aşağıda bilgisini sunduğumuz kutlamalarımıza bekliyoruz. Gelin Orta Asya’da yıllar önce yeni yılı 21 Aralık’ta Nardoğan adıyla kutlayan atalarımız gibi bizlerle beraber 21 Aralık’ı, Gündoğan’da kutlayalım, ama şayet gelme imkânınız yoksa o zaman (Mersinli hemşerileriniz kadar olmasa da) lojistik desteğinizle yanımızda olun, desteğe ihtiyacımız var. Size tüm Gündoğanlılar adına sevgi ve saygılar sunuyoruz. Hoşça kalınız.
Mustafa Kemal Ulusu
Gündoğan Kültür-Sanat ve Turizm Derneği Başkanı.”
NARDOĞAN’I KUTLARIM
Gündoğan’a 21 Aralık’ta gidemedim. Bu kutlamaları geleneksel hale getireceklerse, bundan sonra her 21 Aralık’ta Gündoğan’da hazır olurum. Söz!
Bu vesile ile Gündoğanlıların ve Cumhuriyetimizin vatandaşlarının hem geçmiş Nardoğan’ını hem de yılbaşlarını kutlarım.
Ben bu Gündoğan’la kafiyeli Nardoğan nereden çıktı derken, Tansu Özkök hemşirem de Nardugan (Doğan Güneş) çam süsleme geleneğinin ne anlama geldiğini açıklayan bir e-posta gönderdi. Bilginin kaynağı Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ:
YENİDEN DOĞUŞ BAYRAMI
Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı çok eski Türklerin ‘yeniden doğuş’ bayramıdır. Türklerin tektanrılı dinlere girmesinden önce, inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir çam ağacı bulunuyor. Buna ‘Hayat Ağacı’ diyorlar. Bu ağacı motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerde görebiliriz. Türklerde Güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gündüz geceyi yenerek zafer kazanıyor.
İşte bu Güneş’in zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam altında kutluyor. Güneş’in doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor. Bayramın adı Nardugan!
Güneş’i geri verdi diye Ülgen’e dua ediyorlar.
TÖREYİ UNUTTURMUŞLAR
Gençliğimde, 21 Haziran’da Finlandiya’da Kuzey Kutbu’na yakın bir yerde bulundum. 21 Haziran en uzun gün. 21 Haziran’ı kapıların önüne huş ağacı dikerek kutladık. Alanlık bir yerde yakılan ateşin üzerinden atladık. Sonra saunaya girip çıktık, anadan doğma buz gibi bir gölde yüzdük. Bu 21 Aralık ve 21 Haziran kutlamaları insanlığın paganlık döneminden kalma inanç ve gelenekler. Uygulanan Hıristiyanlığın da Müslümanlığın da içinde bir yığın pagan inanç ve gelenekler var. İnsanlık unutmamış! Ancak 21 Aralık’a Hıristiyanlar sahip çıktığı için Müslümanlar Nardugan töresini unutmuşlar ya da unutturulmuş.
Gündoğan’ın Nardugan’a sahip çıkması çok güzel bir şey. Dolayısıyla Müslüman Türk milletinin yılbaşında evinde yılbaşı çamı süslemesi hiç de bir öykünmecilik değil!
2011 yılı bütün dünyaya mutluluk, refah ve barış getirsin!
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2010
HAVAALANINDA rastladığım Faik Bulut ile Arap dünyasını ve zihniyetini konuştuk. Faik Bulut bana yıllardır düşündüğüm bir gerçeği ve doğruyu söyledi: “Mısır, Türkiye’den otuz yıl geridedir ama ne yazık ki Türkiye’nin geleceğidir.” Bu cümlenin bir benzerini bana 2009 yılında bir Harvard’lı Türk söylemişti: “Mısır’ı sevmiyorum çünkü Mısır’da Türkiye’nin geleceğini görüyorum” demişti.
GÖSTERMELİK SEÇİM OLURDU
Bu ne demek? Bu soruyu başka bir soru ile karşılayacağım: 1923 yılında laik bir cumhuriyet kurulmayıp, devlet günümüz İslamcılarının ataları tarafından kurulsaydı ne olurdu? Bu soruyu yalnızca laik cumhuriyetçiler değil, katı İslamcılar, ılımlı ve mülayim İslamcılar, laik Müslümanlar da yanıtlamalıdır. Ortadan yanıtlayalım:
- Laik ve demokratik cumhuriyet kurul(a)mazdı. Bir cumhuriyet kurulsa bile adı “İslam Cumhuriyeti” olurdu.
- “Başkan” seçimleri göstermelik olurdu: Başkanlık, babadan oğula geçerdi. “Ömür boyu” ya da Suriye, Kuzey Kore ve Azerbaycan’da olduğu, Mısır’da olacağı gibi. Türkiye’de de cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçildiği zaman aynı şey tekrarlanacaktır. Zaten oğlunu kendi yerine hazırlayan Erbakan Hoca da işlemin faziletini (!) anlatmaktadır.
- Kadınların tamamı türbanlı, peçeli, çarşaflı, burkalı olurdu.
- Anaokulundan itibaren eğitim ve öğretim din çerçevesine oturur, din adamları medreselerde yetişir; üniversiteler günümüzdekinin bin beteri olurdu.
- 2010 yılında, AKP hükümetinin böbürlendiği her türlü sınai ve ekonomik başarı, siyasal saygınlık Laik ve Demokratik Cumhuriyet’in eseridir. 1923’te ülke AKP zihniyetinin elinde olsaydı, düzeyi, Afganistan, Yemen, Sudan ya da öteki Müslüman Afrika ülkelerinin düzeyi olurdu. Orada kalırdı.
- Şu anda içinde bulunduğumuz ve hiç de hoşnut olmadığımız ortam ve düzey, cumhuriyetçiler dayandığı sürece belki korunabilir. O direnç bitince, cumhuriyetçi inanç bastırılınca her şey sona erer. AKP dünyası bütün hikmet ve marifetin kendilerinden kaynaklandığını sanıyor ama sözünü ettiğim cumhuriyetçi deha yok olduğu zaman kendisinin (kendilerinin) çölde otomobili bozulan bedevi gibi ortada kaldığını (kaldıklarını) görecektir.
1950’LERDE AYNIYDIK
Bir yakınım anlatmıştı: Biri Türk kökenli iki ABD vatandaşı Mısır’a gitmişler. Eski Amerikalı geziden son derece mutlu, her gördüğüne ilgiyle bakıyor; pisliğe, vurdumduymazlığa, sakarlıklara, dalaverelere, bahşişe anlayışla yaklaşıyor. Ama öteki, Türk-Amerikalı son derece sinirli. Eski Amerikalı arkadaşının bu halini anlamıyor ve nedenini soruyor. Türk-Amerikalı şöyle cevap veriyor: “Sen bir turist olarak burada her şeyi ilginç bulabilirsin ama ben burada Türkiye’nin 15-20 yıl sonraki geleceğini görüyorum” diyor.
1950’lerde Mısır ile Türkiye toplumsal ve ekonomik olarak hemen hemen aynı düzeydeydi. Mısır’da kadınlar sadece geleneksel örtüyle örtünüyordu. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. 1950’lerin ortalarından itibaren Müslüman Kardeşler’in gizli denetimine giren Mısır ile Türkiye arasında şimdi ekonomik bakımdan 25-30 yıllık bir fark var. Ancak Türk kadını İslamcıların denetimine girdikçe Türkiye, Mısır’a doğru gerileyecektir.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2010
ÇOK sıkışık bir zamanda, bir televizyonda, birine “Sizin ne işiniz var CHP’de?” sorusunu duyunca, işimi bırakıp kısa bir süreliğine televizyonun başına geçtim. Engizisyon işkencesinden geçen kişi, meğer CHP Parti Meclisi’ne (PM) seçilen ilahiyatçı Prof. Dr. Muhammet Çakmak imiş. Hangisi iyi, hangisi kötü bilemem ama köşemenlerin yazdığına göre “klasik” bir din adamıymış, “bobstil” değilmiş, yani “reformcu” falan değilmiş. Ben elin ipiyle kuyuya inmem. Göreceğiz. CHP’ye gelmesinin elbette bir hikmeti vardır. Benim için neredeyse tek ölçü var: “Kuran’da yeri var” demesi ya da dememesi!
NE İŞİN VAR CHP’DE?
İlahiyat profesörünün başına hörelenmişler, CHP’ye girmesinin ontolojik (varlıkbilimsel) bir çelişki olup olmadığını soruyorlardı. Prof. Dr. Muhammet Çakmak nasıl cevap verdi, duymadım, dinlemedim. Elbette kendince sağlam bir gerekçesi vardır. Beni Muhammet Çakmak’ın cevabından çok, sorunun kendisi ilgilendiriyor.
Prof. Dr. Çakmak’a demeye getiriyorlar ki: “Ey arkadaş sen imam hatip mezunusun, ilahiyat eğitim ve öğretiminden geçmişsin, koskoca profesör bile olmuşsun, ne işin var senin cumhuriyetçi ve laik bir partide? Senin yerin AKP, Saadet Partisi, Halkın Sesi Partisi (HSP), Milli Görüş partileri. Sen bir Müslüman din adamı olarak, laik ve demokratik cumhuriyet düzenini savunamazsın, karşı olmalısın! Bu parti ‘cumhuriyetçi-devrimci-laik’ bir parti, sen ancak cihatçılık anlamında devrimci olabilirsin! Wahhabi-Selefi anlamında, Al-Nahda ve Müslüman Kardeşler anlamında tersine devrimci olabilirsin!”
DOGMATİK BUYRUKLAR
Dinin ve din adamının statüko bağlamındaki statik konumunu demir kazık ile saptayan dogmatik bukağı ve buyruklar bunlar. Din ve din adamı, özgürlükçü, eşitlikçi, adaletçi olamaz! Din ve din adamı, statükonun, kapitalizmin, sömürünün, zorbalık ve diktatörlüğün hizmetindedir, anlamında.
Din adamı, tarikat şeyhleri, cemaat önderleri, imamlar, hocalar, hacılar şimdiye kadar hep statükoyu, kapitalizmi, totalitarizmi, emperyalizmi savundu(lar). Tutucu, gerici, ırkçı siyasetin emrine girip, CHP için, TİP için, “Bunlar komünisttir, Allah, Peygamber ve din düşmanıdır, bunlarda namus diye bir şey yoktur, karılarını da ortak kullanırlar” diyerek dağ-tepe dolaştılar. Herhangi bir sol ile bu din ve din adamının izdivacı kuşkusuz mümkün değildir!
ZEKÂTI İLAÇ GÖSTERMEYECEK
Fakat, bu ülkede dini bütün, gerçekten Müslüman, İslamcılığın müzmin hastalığının farkında olan, dünya sorunlarının çözümlerini Kuran ve Hadis referanslarında aramayan; aksine bilimsel çözümlere kafa yoran insanlar ve din adamları vardır. İzdivaç bunlarla olur. Bir din adamı düşünün ki, “İslam yoksulların yanındadır!” diyecek ama “fitre ve zekât”ı yoksulluğun ilacı olarak göstermeyecek. Tıpkı bir işçi ve sendika temsilcisi gibi, devrimci öğrenci gibi mülkiyeti, borsaları, vergi oranlarını, sendikaları, işçi haklarını tartışacak. Böyle bir din adamı ve onun temsil ettiği din ile bir sol partinin çatısı altında izdivaç mümkündür!
Ancak, o din adamı “Fethullah Gülen bilgedir. Saygı gösterilmesi gerekir. Başörtüsüne karşı çıkmak ilkelliktir” demeyecek. İşte bu kesin!
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2010
“YOKSULLARIN, açların karnını doyurduğum zaman benim bir aziz olduğumu söylüyorlar. Ama yoksulların neden yiyecekleri olmadığını, açların
neden aç olduğunu sorduğum zaman da benim bir
komünist olduğumu söylüyorlar”
Bu cümle Dom Helder Camara’ya ( 1909-1999) ait. 2010 yılında bazı çevrelerde “Sol İlahi-yat”tan söz edilir oldu. Şimdi bana “Nedir bu sol ilahiyat?” diye sorabilirsiniz? 22 Aralık’tan bu yana onun ne olduğunu anlatıyorum zaten.
Sorunun Türkiye’ye düşen payını basitleştirecek olursak, “sol ilahiyat” gereksiniminin kökeninde “Türkiye’de sol neden iktidar olamıyor?” sorusu var. Bu saçma sorunun da yanıtı bir o kadar saçma: “Çünkü Türk solu halkı tanımıyor, halkın gereksinimlerini bilmiyor, halkın değerlerine saygı göstermiyor, çünkü Jakoben!”
Bu saçmalığı siyaset bilimciler de, sosyologlar da ve siyasetçiler de yapıyorlar.
Ben size bugün bir sol halk önderi Latin Amerikalı rahibi tanıtacağım:
GECEKONDULARIN PİSKOPOSU
Yoksulların savunucu-sözcüsü (avukatı), Kurtuluş Teolojisi ve şiddet karşıtlığı havarisi olarak ünlenen Dom Helder Camara, halk kitleleri tarafından Kurtarıcı İsa’nın imgesini yansıtan biri olarak kabul edildi. Bir genç rahip olarak Brezilya’nın aydın katmanıyla ilişki kurdu. Yüksek Öğrenim Kurulu’na üye seçildiği için Rio de Janeiro’ya gitti. Karizması ve sayısız nitelikleri medyayı, Milli Eğitim Bakanlığı ve belediyeyi etkiledi. Böylece başkentin en tanınmış insanlarından biri oldu. Ama o, Kilise’ye hizmet etmeyi tercih etti: Brezilya Piskoposlar Örgütü’nü kurdu ve örgütün başkanı oldu. 1955 yılında Rio’nun Başpiskopos Yardımcılığı’na getirildi. Bu görevde, bir Kilise mensubu olarak, başkent yoksullarının durumuna toplumun dikkatine sundu ve kendisine hemen “Gecekonduların Piskoposu” adı takıldı. Bu arada, “Tanrı’nın Bankası” adlı bir yardım kuruluşu kurdu.
KİLİSE SOL İLE BULUŞTU
1964 yılında, ordunun iktidarı ele aldığı ve “yıkıcılar”ın peşine düştüğü dönemde, Olinda ve Recife Başpiskoposlukları Başpiskoposluğu’na getirildi. Yoksulların haklarını savunmak için Sivil Toplum ile Kilise’yi birleştirmeye çalıştı, ülkesindeki toplumsal eşitsizlikleri eleştirdi; yoksulları eğitmeyi amaçlayan “Umut Hareketleri”ni başlattı. Kurtuluş Teolojisi ile şiddet karşıtlığından esinlenen Adalet ve Barış hareketini kurdu. İşte bu sırada kendisini “Kızıl Piskopos” olmakla suçladılar, o da yanıt olarak yazımın başında yer alan cümleyi söyledi.
Yakın dostu Rahip Pereira Neto’nun öldürüldüğü sırada, zenginliklerin en adil bir biçimde bölüşülmesi gerektiğini vaaz etti, yoksullar için evler inşa etti ve yoksullar için “enformasyon servisi” kurdu.
Dom Helder Camara’yı merak edenler artık kendileri araştırma yapsın. Benim amacım, Latin Amerika’da solun Kilise’ye sığınmadığını, tam tersine Kilise’nin sol ile buluştuğunu, gidip yoksulları ve solu bulduğunu göstermek. Türkiye solu, tespih çekerek, namaz kılıp oruç tutarak, içki içmeyerek ya da ortalıklarda türbanlı kadınlarla dolaşarak avantacı ve hurafeci Müslüman kesimi etkileyemez. Tam tersine yozlaşır! Yoksul halk, bir gün, ihtiyacı olduğu zaman Sol’u bulacaktır. Ama o zamana kadar sol vakur ve saygın kalmayı başarmalı!
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2010
SOL ile İslamcı İslam arasındaki izdivacın neden olamayacağını Yılmaz Özdil’in 14.12.10 tarihli “Gençlik insanın başına bi kere gelir” başlıklı harika yazısı ne güzel özetliyor. Gene, gazetemiz yazarlarından Ahmet Hakan’ın 14.12.10 tarihli köşesinde yayınlanan “İçkili lokantaya baskın olayına aykırı bir bakış” başlıklı yazısı da çok dikkatle okunmalı. Ve ilham alınmalı!
Hayatında mayo giymemiş, ağzına içki sürmeyen “günahsız” ile bunları yapan “günahkâr” hayat tarzı, birbirine uymayan iki takım nasıl siyasal işbirliği yapacak? Yapamaz!
GÖRÜCÜ USULÜ EVLENİLMEZ
Latin Amerika’nın kadınlı-erkekli Protestan ve Katoliği, komünisti, faşisti görücü usulü ile evlenmez, eşini kendisi seçer; ailecek birlikte yedikleri yemeklerde şarap içer, birlikte meyhaneye gider, kadın-erkek dans eder; laik düzene değil, kurulu düzene (statükoya) başkaldırır. Solda yer alanları kapitalizme ve emperyalizme hep birlikte muhalefet eder, başkaldırır. Aynı şeyi Türkiye solu da aşağı yukarı birlikte yapar.
Ama laik olmayan köktenci İslamcılar böyle bir şey yap(a)mazlar. Görücü usulüyle evlenirler. Daha fazla mahremlerine girmeye hakkım yok. Şeyhleri, cemaat önderleri, imamlarından hiçbiri laik düzeni içine sindirememiştir. İslamcıların denetimi altındaki uygulamacı mümin kesimin büyük bir çoğunluğu işsizdir, yoksuldur. Ama “öteki” yoksullarla, işsizlerle, açlarla, ezilmişlerle işbirliği yap(a)mazlar, fakat şeyhlerin, cemaat önderlerinin peşinden giderler. Bu iki hayat, bu iki zihniyet dünyası su ile zeytinyağı gibidir, birbirine karışmaz. Bu nedenle bu ısmarlama izdivaç olmaz! Aşk gerekir!
HSL’YE YAMANAN SOL
Şimdi duralım ve düşünelim: Bütün bu engellere karşın, parti düzeyinde düzmece bir nikâh kıyıldı diyelim, aynı nikâh halk düzeyinde kıyılacak mı? Bu evlilik nasıl yürüyecek. Bir yanda emekçi ve işçi sınıfına ait olduğunun aşağı yukarı bilincinde olan bir sol kitle. Bir yanda emekçi ve işçi sınıfına ait olduğunun bilincinde olmayan, bir tarikat ya da cemaate ait olduğunu hisseden bir tutucu kitle. Ki karşısındaki sol ya da solumsu kitlenin dinsiz, kâfir ve komünist olduğunu düşünmektedir.
Hurafeler İslamına gönül vermiş bu kitlenin şeyhleri ve önderleri, Peygamber ve ilk dört halife döneminin görkem ve adaletine(!) tekrar kavuşmak için, çağdaş dünyayı reddedip eskiye dönmenin selefi hayallerini kurmakta ve Müslüman Kardeşler tarzı kurtuluş hesapları yapmaktadır.
HSL’ye yani Halkın Sesi Partisi’ne yamanan sol, HSL’nin Müslüman liderleri ile uzlaşsalar bile, HSL’nin Müslüman liderleri, tarikat şeyhlerinin, cemaat önderlerinin denetimi altında bulunan hurafe müminleri ile herhangi bir ilişki kuramayacaktır. Asla!
İSLAMCI FAŞİZM KAPATMASI
Yapılması gereken şu: Sol bir siyasal güneş gibi sabit kalıp, dinci kesimin yanına gelmesini bekleyecektir. Bu arada, doğal olarak, karşı tarafın inanç nabzına şerbet vermeden toplumsal gerçekleri söyleyecek, sömürünün, eşitsizliğin tarifini yapacaktır. Tıpkı Latin Amerika solu gibi. Özetle: Tarikat şeyhleri, cemaat önderleri siyasal planda solun programına inanmadan bu izdivaç gerçekleşemez. Deneyen sol ve solcu İslamcı faşizmin kapatması olur!
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2010
BİLİYORUM: Bu yazılarımı okuyup “Aman Özdemir İnce’ye ayıp oluyor, yazdıklarını dikkate alalım!” demeyecekler. En hafifinden “Hadi canım sen de!” diyecekler. Ama ben gene üzerime düşeni yapacağım ve söyleyeceğimi söyleyeceğim: Halkın değerlerine tutsak bir sol olmaz, Sol ile İslam izdivacı olmaz!
HIRİSTİYAN KOMÜNİST CEMİYETİ
Brezilyalı romancı Antonio Callado 1967 yılında yayımlanan “Quarup” (Fransızcası: Mon Pays en Croix, Seuil, 1971) adlı romanında (s. 17), Marx ve Engels’ten yüzyıllar önce, Cizvit papazlarının Guanaris yerlileri ile kurdukları ve 150 yıl yaşamış olan bir Hıristiyan Komünist Cumhuriyeti’nden söz eder. Cizvitler ve Güney Amerika’nın Guanaris halkı İncil’in ‘Resullerin İşleri” kitabına dayanan teokratik ve komünist bir cumhuriyet kurmuşlardır. Kitaplara geçmemiş bir gerçek ütopya. Bu Güney Amerika kırsalında ve ormanlarında yaşanan inanılmaz öykü, sadece Arnold Toynbe’de (VIII ve IX ciltler) yirmi satırlık yer bulmuştur kendine.
Cizvitlerin Guanaris yerlileriyle birlikte kurdukları bu cumhuriyet, İspanyollar ve Portekizliler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Kaldırılmıştır ama bu müthiş deneyi yerlilerin, köylülerin, Kilise’nin, Chavez ve Morales’in bilmediğini kim söyleyebilir? Güney Amerika tarihi bu deneyin hiç unutulmadığını söylüyor. Michael Löwy’nin “Latin Amerika Marksizmi” (Belge Yayınları) adlı 110 sayfalık kitabının 75-80 sayfaları arasında, ülkemizde son aylarda dillerden düşmeyen Kurtuluş Teolojisi şu cümlelerle anlatılır:
SOSYALİZM İÇİN HIRİSTİYANLAR
“Birçok Hıristiyan’ın radikalleşmesini ve Marksizm’e yönelmesini göz önünde bulundurmaksızın, ne Orta Amerika’daki devrimci yükselişi ne de Brezilya’daki yeni işçi ve halk hareketlerini anlamak mümkündür.”
“Nisan 1972’de Santiago de Chile’de, ‘Sosyalizm İçin Hıristiyanlar’ın ilk toplantısı gerçekleşti. Hem Katolikleri hem de Protestanları içeren ökumen hareket, kurtuluş teolojisi mantığını en uç noktalarına, yani Hıristiyanlık ve Marksizm’in bir sentezini yapmaya kadar götürmüş, bu nedenle Şili Piskoposluğu tarafından hemen aforoz edilmiştir. 1972 Buluşması’nın sonuç belgesi, Latin Amerika’da sosyalizm uğruna mücadeleye Hıristiyanların katılma kararını ilan etti:
‘Yaşayan inancın bugün içerisinde yer aldığı gerçek bağlam, ezilenlerin ve onların kurtuluş mücadelelerinin tarihidir. Ama insanın bu ortamda izleyeceği yolu bulması için, emekçi sınıfların asıl mücadele araçları olan parti ve örgütlere girerek, kurtuluş sürecinde gerçekten yer alması gerekir’.”
MÜRİTLER SOLA GİDER Mİ?
Şimdi yukarıdaki paragrafta geçen Hıristiyan sözcüğünü Müslüman ile, Katolik ve Protestan sözcüklerini Sünni ve Alevi ile değiştirelim; rahiplerin yerine tarikat şeyhi ve cemaat lideri sözcüklerini koyalım. Böyle bir mucize mümkün müdür? Hangi şeyh ve cemaat önderi müritlerini sol partilere, sol kuruluş ve örgütlere girmeye davet eder. Türkiye’de solcuların tarikat ve cemaatlere katılması değil, laik ve demokratik cumhuriyet ilkelerine sadık ve saygılı tarikat ve cemaatlerin sola katılması, destek olması gerekir! Bu mümkün müdür?
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2010
‘GÖRDÜĞÜNDEN göz kirası istemek!’ deyimini bilirsiniz. Bunu, son bir yıldır, Birikim Dergisi önderliğinde bazı yazarlar ile soldan umudunu kesip dinci sağa yamanan politikacılar doğruluyor. Efendim, Latin Amerika’da bir “Kurtuluş Teolojisi” varmış, “Sol Teoloji (Sol İlahiyat) varmış, bizde neden olmasınmış!.. Yani sol ile İslam’ın izdivacını tavsiye edip savunuyorlar.
Bu türden yazıların ve varsayımların tartışılma yeri gazete değil. Ama yakında gözlerinizle okuyup, kulaklarınızla duyacağınız için, konuya kısaca değineceğim.
* * *
Biliyorsunuz: CHP’yi ve genel olarak da bütün solu, halkı tanımamakla, halka inmemekle, halkın değerleriyle barışık olmamakla suçlarlar. “Halkı tanımamak, halka inmemek” suçlamaları gülünçtür. Sanki CHP’liler ve solcular Van’dan, Çorum’dan, Kastamonu’dan değil de Hollywood’dan, Paris’ten gelmiş gibi. Gülünç! Ama “Halkın değerleri” tartışılabilir. Halkın değerleriyle ilgili iddia ve suçlamaları Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, Milli Görüş partilerinin ve AKP’nin ağzından, 1950’lerden bu yana duymaktayız. Yakında, “HAS” parti olduğunu iddia eden Halkın Sesi Partisi (HSL)’nin de ağzından duyarız.
Ben de 1950’lerden bu yana aynı gülünç iddiaları duymaktayım. Peki nedir bu, 50 yıldır değişmeyen halkın değerleri? Değişmeyen, değişmesi olanaksız değerleri temel alan, ölçü alan herhangi bir politika olabilir mi? Olamayacağını akıllarına bile getirmiyorlar.
“Halkın değerleri!” dedikleri gerçekte, Müslüman halkın boş dinsel inançları ve hurafeleri. Sol işte bunlara saygı gösterip, nabza göre şerbet verecekmiş, vermeliymiş. Halkın oyunu almak için beş vakit namaz kılıp, hacca gidecekmiş, imam-hatipler ile türbancılıkları savunacakmış. O zaman Sol’un ile CHP’nin AKP’den, HSL’den, Saadet Partisi’nden, Erbakan’ın kapatılan partilerinden farkı olur mu, kalır mı? Sürüden kuzu kapılacak sanki. Şartlanmış, afyon yutmuş sürünün bekçi köpeklerini hiç düşünmüyorlar!
* * *
Her ülkenin kendine özgü tarih, coğrafya, yurtbilgisi vardır. Bu değişmez gerçek hayvanlarda, bitkilerde gözlendiği gibi insanların bedensel ve zihinsel yapılarında da gözlemlenebilir. Chavez’in, Morales’in adını duymuşlar, Simon Bolivar’ı, Castro’yu, Che Guevara’yı atlayıp bizim de Chavez’imiz, Morales’imiz olsun istiyorlar.
Bir “Kurtuluş Teolojisi” lafı duymuşlar, ama Latin Amerika’nın Marksist ve komünist Hıristiyanlarından, rahiplerinden, kiliselerinden haberleri bile yok.
Latin Amerika’da sol Kilise’nin dümen suyuna girip din adamlarına yamanmadı. Tam tersine, Hıristiyan köylüler, yoksullar, işsizler, ezilenler, din adamlarının önderliğinde gidip proletaryayı, işçi sınıfını ve onun partilerini buldular.
Bırakın önderlik etmeyi, yol göstermeyi, siz hiç ezilenlerin, yoksulların, işçilerin haklarını savunan bir imama, tarikat şeyhine, cemaat önderine rastladınız mı, adını duydunuz mu?
Halkın değerleri “afyon”dur, gerçek statüko’dur! İmamlar, tarikat şeyhleri ve cemaat önderleri de bu afyonun ve statükonun bekçileridir, savunucularıdır. Latin Amerika’daki din adamlarının tam tersine!
Yazının Devamını Oku