1 Ocak 2008
DİKKAT ettiniz mi, cenaze namazı kıldıran imamlar giderek despotlaşmaya başladılar. Geçenlerde gittiğim bir cenazede, imam bir medrese hocasının talebelerini azarlaması gibi okumuş cemaati azarlıyordu. İmamlar ilkin alkışa karşı çıktılar, ardından fotoğrafları ters çevirmeye başladılar. Katı kurallara bağlı olmayan ve zaman içinde çağdaşlaşması, demokratikleşmesi gereken törenler, giderek, Suudi çöllerinin Selefi-Vehhabi baskısı altına girmeye başladı.
Toplumu ve bireyi bu türden baskılardan koruyamayan düzenin laik ve demokratik bir rejim olduğunu AKP bile iddia edemez.
UYGARLIĞIN MANTIĞI
Genel seçimlerin sonuçlarının parlamentoya, yerel seçim sonuçlarının belediye meclislerine yansımasının demokrasi olduğu sanılıyor. Tabii bir de il genel meclisi seçimleri de var.
Çarıklı mantık, seçimi kazananın dilediğini yapacağına inanıyor. Uygarlığın mantığı ise seçimi kazananın dilediğini yapamayacağını söylüyor.
Seçimi kazanan hükümet kurar, belediyeyi ve ili yönetir. Yönetir ama anayasaya, yasalara ve hukuka göre yönetir. Anayasanın, yasaların, hukukun mantığının gözünde yüzde 46 oy alan ile yüzde 2 oy alan, dahası seçime girmediği için yüzde sıfır alan hepsi birbirine eşittir.
Bunu "demokratik eşitlik" olarak tanımlamak gerekir!
GİDEREK İLKELLEŞİYOR
"Demokratik eşitlik" ilkesi sadece siyasiler, yalnızca bürokratlar değil aynı zamanda bütün halk katmanları ve bireyler tarafından özümsenip sindirilecek.
Son seçimlerden bu yana yaşanan AKP baskısı, din ve din adamı baskısı, mahalle baskısı, mikro faşizmin baskısı, dikey ve yatay irtica baskısı, demokratik eşitlik ilkesinin sindirilmediğini, özümsenmediğini, içselleştirmesi gerekenlerin bile bu ilkeden habersiz olduklarını gösteriyor. 1950 ile 2007 arasındaki uygarlık ve özgürlük farkı büyüyor. İnsan dokusu giderek ilkelleşiyor.
İrtica tehlikesi sadece İslam şeriatının iktidara gelme tehlikesiyle sınırlı değildir, fakat gündelik baskılar bu tehlikenin en somut gösterenidir.
TARİKATLAR İKTİDARI
Ermeni cemaatinin avukatı Diran Bakar, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra azınlıkların tedirgin olduğunu ve Türkiye’yi terk etmeye hazırlandıklarını söylüyor (Sabah, 25.12.07). Avukat Diran Bakar’a göre, Hrant Dink cinayetinin ardından Malatya’da misyonerlerin katledilmesinin ve son günlerde birbiri ardınca rahiplere yönelik saldırıların artmasının dinsel azınlıkları iyice ürküttüğünü söylüyor.
Sadece dinsel, dilsel, etnik azınlıkların değil, başta politik azınlıklar olmak üzere her türlü azınlıkların, insan hakları, özgürlükler, eşitlik ve vatandaşlık hakları bağlamında, kendilerini nasıl hissettikleri demokrasinin mihenk taşıdır.
2008 yılının ilk günü bunları düşündüğüm için kendini azınlıkta hissedenlere "Mutlu Yıl" dilemekte güçlük çekiyorum. Bunun sorumlusu, "demokratik eşitlik" düşüncesinden nasibini almamış olan tarikatlar iktidarıdır! Tarikat insanlarıdır!
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2007
SİZ İslamcı ve şeriatçı safsatalarına bakmayın: Tarikatlara ve hurafelere teslim olmuş İslam ile demokrasi ters orantılıdır. Tarikat ve hurafelere teslim olmuş İslam özgür değildir. Özgür olmadığı için, akıldan uzaklara düştüğü için, demokratik düzen üretemez hale gelmiştir. Düzen hiyerarşisinin tepesinde Tanrı ve Peygamber değil despot tarikat şeyhi vardır.
Böyle bir ekolojik ortamda toplumsal yapılar (kurumlar ve kuruluşlar) ve referanslar İslamileştikçe demokrasi yok olur. Bunun en yakın ve somut örneği, Pakistan ve Malezya’da görülmektedir. Aynı yazgısal olgu AKP iktidarında görünür ve görülür olmakta.
Tarikat ve hurafelerin tutsağı olmuş İslam ve yapıları, Doğu tipi toplum, devlet ve hükümet üretir ve sonunda Doğu tipi despotizm kurulur.
UTANMAZ TARİHÇİLER
Türkiye Cumhuriyeti devleti ve toplumu, 1950’den bu yana, sağcı-muhafazakár-dinci iktidarlar sayesinde giderek Doğu tipi despotizme doğru yol almaktadır. Tarikat ahlakının üç önemli dayanağı vardır: Cihat, biat ve itaat!
Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında bulunan Devrim Yasaları’nın gerekçelerini okumadan Cumhuriyet’in Doğu despotizminin kaynaklarını kurutmayı amaçladığını anlayamayız. Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’da yaptığı konuşmada tekke ve zaviyelerle ilgili olarak şunları söylüyordu:
"Ey efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emrettiğini ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir!"
Cumhuriyet, 30 Kasım 1925 tarihli "Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun" ile feodalizme çok önemli darbeler indiriyordu. 1925 yılında TBMM’nin "Fesat kaynağı, hainane girişimlerin zemini" ilan ettiği tarikatlar, günümüzün utanmaz tarihçi ve sosyologları tarafından sivil toplum kuruluşu olarak yutturulmaktadır.
HEDEF DOĞULU TSK
Doğu despotizminin üç ayağı vardır: Dinlikten çıkmış din, feodal düzen ve ordu!
Ne var ki bu şablon 1923’ten bu yana Türkiye’de yürümüyor. Çünkü TSK, Doğu despotizminin buyruğunda değil, Cumhuriyet’e ve Devrim Yasaları’na bağlı. TSK, Doğu despotizminin dayanağı olmayı kabul etmediği için AB’ye ve demokratikleşmeye karşıymış gibi gösteriliyor. Oysa demokrasinin önündeki en büyük engel, feodal düzen ile tarikatların cihat, biat ve itaat ilkesi. Feodal düzen ve tarikatlar insanların bireyleşmesinin, bireylerin özgürleşmesinin, özgür bilinç ve irade sahibi olmasının önündeki en büyük engeldir. TSK, tarikatlar ve feodal düzen ile işbirliği yapmadığı için onu tasfiye etmeyi ve yerine Doğu despotizmine uygun bir TSK kurmayı hayal ediyorlar. Ve bu nedenle de imam hatip mezunlarını TSK’ya subay yapmak istiyorlar.
AĞIZDAKİ KİLİDİ KIRIN
2007’nin son yazısını Doğu despotizmine ayırdım. 2008 yılında bu konunun üzerinde daha çok duracağım. TSK, demokrasinin önündeki en büyük engel gibi gösteriliyor. Ama Doğu tipi despotizmin feodal ve tarikat ayakları yıkılmadan gerçek demokrasi asla kurulamaz.
Haysiyet sahibi gerçek tarihçiler ve sosyologlar, ağızlarındaki kilidi kırmalı artık!
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2007
EN yakın arkadaşlarımdan biri, edebiyat dünyamı en iyi değerlendiren bir dostum, yazılarımda "fesat" sözcüğünü kullanmamı eleştirdi. Bu sözcüğü çok katı ve acımasız buluyormuş. Herkesin "sorun" olarak tanımladığı olay ve olguları benim "fesat" olarak tanımlamamı doğru bulmuyor. Acaba öyle mi?
* * *
SORUN: "Üzerinde düşünülmeye değen ve çözüm getirilmesi, olumlu ya da olumsuz bir sonuca ulaşılması gereken durum. / Güç iş. / Sıkıntı veren durum, dert. // (Felsefe) Bilimsel yöntemlerle çözülmek üzere ortaya atılan soru. / Çözümsüz kalan her türlü güçlük. // (Eşanlamlısı): Mesele/ Problem."
Örnek: Enerji sorunu, susuzluk sorunu, Ortadoğu sorunu, cinsel sorunlar, konut sorunu.
FESAT, FESAD: "Bozukluk / Arabozucunun yaptığı iş, arabozuculuk / kargaşa, düzensizlik // Fitne."
Türkçe (fesat) ve Osmanlıca (fesad) sözlüklerde, bu sözcüğün "komplo, entrika, dolap, suikast" anlamlarına pek değinilmiyor. Fransızcada, İngilizcede kullanılan "conspiration" sözcüğü "Hükümete karşı gizli fesat", "ortaklaşa entrika", "toplu dolap çevirmek" anlamına gelir: "Enerji fesadı", "BOP komplosu"...
* * *
Sorun insan iradesinin, bilincinin dışında da ortaya çıkabilir. GAP topraklarının bilinçsizce sulanmasının sonucu olarak ortaya çıkan toprak tuzlanması bir "sorun"dur. Ama bir grup insan, bir örgüt toprağın tuzlanmasını, çoraklaşmasını sağlamak amacıyla çiftçileri yanlış yönlendirirse, ortaya çıkan belki bir sorundur ama bu sorun bir komplo (entrika, fesat) sonucu ortaya çıkmıştır.
Bir otomobil mekanik eskime dolayısıyla fren sorunu yaşayabilir, ama frene özel amaçlı bir müdahale yapılmışsa bu artık bir sorun değil bir fesattır (komplodur, suikasttır).
Sanırım derdimi artık anlatmışımdır: Derdimi anlatmışsam anlaşmazlık sorunu ortadan kalkmıştır. Ama buna rağmen yanlış anlamakta, yorumlamakta direnenler varsa bu tavır "fesat" olarak tanımlanır.
* * *
Politik eleştiri’nin sözcük dağarında pek çok sözcük ve deyim vardır, epeycesi de Karl Marx tarafından üretilmiştir: Epigon, dönek, terörist, direniş, direnişçi, gerilla, asi, kurtuluş, kurtuluş ordusu, fesat, fesatçı, mürteci, işbirliği, işbirlikçi...
Bu sözcüklerden birinin yanlış kullanılması taraflar arasında sorun çıkartır. Bu sorunlar zaman zaman bu sözcükleri yanlış kullanan fesatçılar tarafından çıkartılır. Bu nedenle Türk-Ermeni sorunu, laik-antilaik sorunu, ayrılıkçı sorunu, Kıbrıs sorunu vardır. Ama Ermeni Soykırımı Fesadı, Kürtçü(lük) Fesadı, İslamcı Fesadı, Türban Fesadı, Kıbrıs Fesadı da vardır ve başka bir boyut ve düzlemde değerlendirilmeleri gerekir. Ben bu deyimleri kullanırım ama Ermeni fesadı, Yunan ve Rum fesadı, Kürt fesadı, İslam fesadı gibi fesat yaratacak deyişler ağzımdan ve kalemimden çıkmaz. Toplam olarak 3 bin sayfayı geçen kitaplarımda ırkçı ve ırkçılık kokan tek satır, tek dize yoktur.
Bu nedenle, bıraksınlar, fesat sözcüğünü ağız tadıyla kullanayım!
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2007
ADAMIN geçinmeye gönlü yoksa yedi dereden su getirsen de nafile! Demokratik Kitle Partisi KADEP’in Genel Başkanı Şerafettin Elçi de şu fersudesi çıkmış mantıkla, "Mutlu olmak için Türk olmak şart mı?" diye soruyor. Elbette şart değil, mutlu olmak için adam olmak ve mutluluğu hak etmek yeter!
Kürtçülüğün politik önderlerini, eşraf politikacılarını okudukça, dinledikçe insanın PKK’yı tercih edesi geliyor. Hiç olmazsa elde silah dağa çıkmışlar ve ayrılıkçı programlarını ilan etmişler. Kürtçü mütegallibeyle, gazetecilere tercüman tavsiye edenlerle, beşinci kol gibi çalışan demokrasi müteahhitleriyle uğraşmak çok daha zor.
Kürtçü eşrafla uğraşmanın ne ölçüde zor olduğunu anlamak için, Nagehan Alçı’nın Şerafettin Elçi ile yaptığı söyleşiyi okumak yeter (Akşam, 3.12.2007). Alçı top kaldırıyor, Elçi de yaradana sığınıp sallıyor.
PASLAR ALÇI’DAN ŞUTLAR ELÇİ’DEN
[Nagehan Alçı: "Sizce ’Ne Mutlu Türküm diyene’ şovenist milliyetçiliğin ürünü mü?"
Şerafettin Elçi: Müthiş! Sen niye mutlu olmak için Türk olmak zorundasın? İnsanın mutlu olması için illa Türk olması şart değil. Vatandaş olması yeterlidir.]
İyi de, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına ’Türk’ denmez de ’Eskimo’ mu denir? Mantığa bak! Aslına bakarsanız "Türküm diyen" mutlu olabilir, ama "Türk"ün mutlu olması olanaksız. Sorun Kürtçü mütegallibe tarafından "demek" ile "olmak" mastarları arasına sıkıştırılırsa PKK ne silah bırakır ne de teslim olur.
[Nagehan Alçı: Yani ’Ne mutlu Türkiyeliyim diyene’ desek problem kalkar mı?
Şerafettin Elçi: Tabii kalkar. Mesela Suriye’ye bakalım. Bir Kürt Suriyeliyim demekten gocunmaz. Çünkü Suriyelilik Kürtlüğü inkár etmiyor, bir coğrafya ismi.]
Saçma sapan sorular sorup saçmalamaya hazır Şerafettin Elçi’yi şahlandıran Negahan Alçı, sorması gereken en saçma soruyu sormuyor:
"Kürtler Türkiyelidir desek PKK dağdan inip teslim olur mu?"
TÜRK ORDUSU SİLAH MI BIRAKSIN!
Demokrasi müteahhitleri de "Silahlar bırakılmalı!" diyorlar. Peki kim silah bırakacak, PKK ile TSK birlikte mi silah bırakacak? PKK’nın silahsızlanmasına "silah bırakmak" denmez; "silahlarını teslim etmek" denir. Eyleme katılanlar ve katılmayanlar sınıflandırmasını bir yana bırakalım. Anlaşılan bu ayrım fala bakarak, remil atarak yapılacak.
Gelelim alınması gereken sosyal ve ekonomik önlemlere: Bu da kolay! AKP, Osmanlı Sultanı usulü bir af çıkartır; PKK elde silah düzlüğe iner, onları temizleyip yağlar ve bir zulaya kaldırır; AKP hükümeti Vekiller Divanı’ndan PKK’lılar için yeterli kadro ile beraber bir intibak kanunu çıkartır. Buna göre, dağda kaldıkları süre göz önünde tutularak teröristlerin kadro intibakları yapılır ve maaşa bağlanır. Tabii, ayrımcılık yapmamak için AKP belediyeleri, bu PKK’lılara da ayni yardım yapar; onları da horantadan sayıp erzak çuvalları dağıtır. "Sosyal ve ekonomik haklar" dedikleri zaman bu türden işler geliyor aklıma!
Hükümetin eşkıyayı dağdan indirme projesine gelince: PKK yönetimiyle anlaşmadan bu iş nasıl olacak? Yönetim yerinde durursa bir nefer kadrosu gider yerine başkası gelir. Önemli olan lider kadronun dağdan inmesi. Nasıl indirilecek?
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2007
KİŞİSEL olarak ne başörtüsü ile ne de türban ile herhangi bir sorunum var. Ama örtünmeyle ilgili yalan, safsata ve hurafe yayanlarla kavgam var. Türbancılar, bu örtünme tarzının Kuran’ın tartışılmaz buyruğu olduğunu ileri sürüyorlar. Ama Azháb Sûresi’nin 59. ayeti; Nûr Sûresi’nin 30, 31 ve 60. áyetleri dışında Kuran’da bir başka hüküm yoktur ve türban şaklabanlığı Kutsal Kitap’da yer almamaktadır. İKİYÜZLÜLER
Bunu öğrendiğim için: Faiz ve kredi kartının İslam’a aykırı olmasına karşın türbancılar tarafından kullanıldığını; türbancıların, İslám’a ters düşmesine karşın, Cumhuriyet’in yapı ve kurumlarına, yasalarına ve özellikle Devrim Yasaları’na uymak zorunda kaldıkları halde nasıl olup da dinden çıkmadıklarını soruyorum. Bu işte bir ikiyüzlülük var!
İkiyüzlülük sadece türbancılarda değil! İkiyüzlülüğün en tepesinde Kuran çevirmen ve yorumcuları bulunuyor. Bunun en çarpıcı kanıtını, Mustafa Sağ, "Evrensel Çağrı, Kur’an Meáli" (Final Pazarlama Yayını) çevirisine yazdığı önsöz ve açıklamalarda veriyor. Mustafa Sağ’a göre geleneksel çevirmen ve yorumcular Nûr Sûresi’nin 31. ayetini geleneğe uyarak ve birbirlerini taklit ederek yanlış çeviriyorlar. Müthiş bir iddia! Mustafa Sağ’ın açıklamasını olduğu gibi aktarıyorum.
HIMAR = ÖRTMEK
"Kuran ayetinde ’başörtüsü’ diye bir kelime geçmemektedir. Buna rağmen tüm Kuran tefsirlerinde ve çevirilerinde Kuran ayeti ’başörtüsü’ olarak çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen "HIMAR’ kelimesi ’Baş örtmek’ anlamında değil, sadece ’örtmek’ anlamına gelmektedir. Eğer, herhangi bir şey örtülecek ise. O şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, başörtüsü dendiği zaman da "örtmek" ("hımar") kelimesinin yanına "baş" ("re’s") kelimesinin ’hımarü-re’s’ şeklinde gelmesi gerekir. Ayetteki ’hımar’ (’örtü’) kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime ’cuyub’ kelimesidir ki, ’yaka’ veya ’göğüs’ anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime ’cuyub’ bir başka ayette (28:32) Hz. Musa’nın ’göğsüne/koynuna elini soktuğu’ şeklinde geçer. Yani, ’cuyub’ kelimesi, ’hımar’ örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman ’bihumûrihinne ala cuyubihinne’ başını örtmek değil, ’göğsünün üzerini örtmek’ anlamına gelmektedir. Geleneksel tüm yorumcular, Kur’an ayetini bilimsel bakışla değil de, birbirlerini taklit edip, ’Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler’ diyerek ’Felyedribne’ fiilini de ’örtsünler’ diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular ’DaRaBe’ kökünden gelen bu kelimeyi burada, ’Başörtülerini örtsünler’ derken, bir başka yerde aynı ’DaRaBe’ kelimesini ’Kadınları DÖVÜN’ (Bak. 4:34) diye çevirmişlerdir. Özetle, Kuran’ın orijinal ayeti tüm açıklığı ile ortadayken, elverişli bir siyasal kullanım malzemesi olarak, sürekli gündemde tutulan başörtüsü, Kuran’ın değil, geleneklerin, kişisel görüşlerin dinleşmesinden kaynaklanmaktadır." (S. 373)
GERİSİ ALİMLERİN İŞİ
Mustafa Sağ’ın iddialarını Arapçadan denetleyecek durumda değilim. Ancak Nûr Sûresi’nin 31. áyetinin Fransızca ve İngilizce çevirileri onun iddialarını desteklemektedir.
Ben bu çok önemli iddiayı sütunuma aktararak kamusal-toplumsal görevimi yerine getiriyorum. Gerisi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve İslam alimlerinin işi!..
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2007
BUGÜN biraz bilimselleşip soyaçekimden ve özellikle de "aile dehası"ndan söz edeceğim. Bu nedenle, aşağıdaki kanser araştırmacısı bilim adamı örneği dikkatle okuyalım. Örneğin yirmi beş yıllık eğitim-öğretim serüveni şöyle: Ankara Atatürk Anadolu Lisesi; Tıp Eğitimi (Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi), Bilim Doktorası (Farmakoloji, Cornell Üniversitesi, New York, ABD), Doktora Sonrası Eğitim (Moleküler Biyoloji, Sloan-Kettering Kanser Enstitüsü, New York), Tıp İhtisası (Patoloji, Harvard Tıp Fakültesi, Boston, ABD), Tıp Üst İhtisası (kadın hastalıkları patolojisi uzmanlığı, Harvard Tıp Fakültesi, Boston, ABD). İhtisas Sonrası Üst Eğitim (kanser biyolojisi, Massachusetts Institute of Technology, MIT, Cambridge, Boston, ABD).
İNSANLIK İÇİN
Bu genç adam sadece bir örnek. ABD’de Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet parasıyla, baba ya da baba arkadaşı parasıyla okumadı. Hacettepe Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisiyken bir ABD üniversitesinden 6 yıllık karşılıksız eğitim bursu kazandı. Daha sonraki eğitim ve araştırmaları da ABD’deki birçok araştırma fonu tarafından karşılıksız desteklendi. Altı yıl önce geliştirdiği bir proje, kendi alanında birinci seçildi ve bulguları patentlenme aşamasında. Bu özgeçmişe karşın söz konusu genç, özel hekimlik yapmadığı ve araştırma yapmayı seçtiği için maaşla idare ediyor. Onun gibi onlarca Türk bilim adamı, doktor, araştırmacı, sanatçı ve meslek insanı kendi alın terleri ile hem Türkiye hem de dünyada insanlığa katkısı olan şeyler üretiyorlar.
GÜLDÜR, KOKAR!
Çocukluğumun masalları, genellikle, "Kandehar padişahının üç kızı (oğlu) varmış?" diye başlardı. 1980’den bu yana ülkemiz Kandehar diyarının masalsı hayatını aratmaz oldu. Son günlerde, başarılı iktidar şehzadeleri kervanına Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün küçük oğlu da katıldı. 16 yaşındaki Mehmet Emre Gül fazla dayanamayıp ticaret hayatına atılmış. Ortaöğretim öğrencilerinin ticaret yapmaları yönetmeliklere uygun mudur bilmiyorum, ama şu bir kez daha kanıtlandı: Soydur çeker, güldür kokar!
Benim tarzım değildir: İktidarın mahdumları ve kerimeleriyle ilgilenmem. Bazen refikaların (eşlerin) adlarını anıyorsam, bu, onların başlarını süsleyen türban totemlerinden dolayıdır.
İlgilenmiyorum dediysem "halktan kopuk bir fildişi kule sakini" de değilim. Maliye Bakanı’nın mahdum ve kerimelerinin ticaret hayatlarında çok başarılı olduklarını duydum. Başbakan hazretlerinin bir mahdumunun denizciliğe merak sarıp gemi satın aldığını da biliyorum. Damat beyin durumu da iyi, Allah nazardan saklasın. Şimdi adını anımsamadığım bir bakanın oğlu da armatörlük yapıyor. Öteki bakanların çocuklarının ne iş yaptıklarını bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla ya ticaret yapmakta ya da ticarete atılmak üzeredirler. Ticaret hayatında akıl yaşta değil baştadır ve ticari akıl bilimsel akıl gibi sabırlı değildir.
SINIF ATLAYANLAR
Falcı olmaya gerek yok: İktidar sahiplerinin ve yakınlarının çocukları "sabırsız ve acilci" oldukları için gelecek kuşağı beklemeden zenginleşip sınıf atlayacaklar. Yazımın başında sözünü ettiğim, ticari zekádan yoksun olduğu için bilime sarılan genç adamın günümüz iktidar çevreleriyle hiçbir hısım ve akrabalığı bulunmamaktadır. Damatlık ise ne gerçeğe ne de masala uyar, söz konusu bile olamaz!
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2007
"FAZIL Say’ın meydan okuması" magazin loncasına, şarkıcı ve modacı esnafına göre bir iş değil. Gazete yazıcılarının da çoğunun çapını aşar ama sütunlarını doldurmalarını sağlayacak bu "mevzu"(!)’nun üzerine mal bulmuş Mağribi gibi atıldılar. Fazıl Say’a yöneltilen saldırganlığın arkasında büyük bir korku var: Fazıl Say sadece iktidara değil bunlara da meydan okudu. Meydan okuyan Fazıl Say’ların ülkede giderek çoğalmasından korkuyorlar! SIRTLAN GİBİLER
Fazıl Say’ı çocukluğundan bu yana tanırım. Babası Ahmet Say çok yakın yol ve masa arkadaşımdır, dostumdur. Fazıl bir dáhi mi? Benim için çok önemli bir şey değil bu, ben Fazıl’ın normal bir çocuk olarak Türkiye ve dünya ölçülerinin çok üzerinde yetiştirildiğini biliyorum. Fazıl, beynini, yüreğini, zekásını ve beş duyusunu parmakları gibi kullanır. Bu nedenle kendilerini Fazıl’ın düzeyinde sanan ve ona demokrasi dersi vermeye kalkışan çalgıcıları şaşkınlık içinde izliyorum.
Gerçek sorun belli: Cumhuriyet Türkiyesi’ni yöneten iktidarın ve yandaşlarının dikey ve yatay irtica ve faşizmi! Ve zılgıtçı, şakşakçı zevatın bu irtica ve faşizm karşısındaki tutum ve davranışları! Fazıl, bu zevatın sefil ve onursuz hal ve gidişlerini bütün dünyaya ilan etti!
AKP iktidarını, bu iktidarın kapıkullarını, İslamcılarını, lejyoner yazıcılarını ant olsun ki anlıyorum. Ama magazin esnafı, eğlence dünyası takımı, İkinci Cumhuriyetçiler, her işe maydanoz güruh midemi bulandırıyor. Leş kargasından, sırtlandan farkları yok!
Fazıl, "Ben böyle bir ülkede artık yaşayamam, giderim!" diyerek bunların hepsine hakaret etti, hepsinin onuru iki paralık oldu!
Fazıl’ı boğan ortam ve atmosfer, bu kapıkullarını müşerref ve müreffeh kılıyor!
Fazıl, "Giderim!" diyorsa, bunları işaret ediyor! Bu gidiş bunlara karşı da mücadele, direnme geleneğini içerir. Bu, bir devrimcinin dönüşü olan gidişidir. Bu güruh bunu bilemez!
PARLAMENTER DİKTATORYA
Fazıl Say, Cumhuriyet ve devrimlerinin her gün kemirilmesine, özelleştirilmesine, ipotek edilmesine isyan ediyor. Fazıl Say, AKP hükümetinin sanata baskısına ve sansüre karşı çıkıyor! Demek ki onlar rahatsızlık duymuyorlar, isyan edemeyecek kadar lagarlaşmışlar!
Fazıl Say, halkın yoksullaştırılmasından, emekçilerin haklarının çalınmasından, sendikasızlaştırma operasyonundan rahatsız ama onların böyle bir sorunu yok.
Fazıl Say, AKP iktidarının sancağı altında, ülkenin, devlet kurum ve kuruluşlarının her gün İslamileştirilmesine isyan ediyor; TBMM’de parlamenter diktatorya kurulduğunu, rejimin giderek çift başlı Asya despotizmine kaydığını, demokrasinin iğdiş edildiğini görüyor. Ekonomik çöküntü başladığında bunlar sıvışacaklar. Bunlar pis kokularını ve biriktirdikleri ulufeleri yanlarına alıp yurtdışına kaçtıkları zaman Fazıl Say’lar mücadele edecekler!
TIRNAĞIOLAMAZSINIZ
Bunlardan biri, Fazıl Say üzerinden Cumhuriyet’e hırlarken "Fazıl Say’ın Özdemir Amcası!" diyerek benimle de dalga geçmeye kalkışmış. Doğrudur, Fazıl’ın amcası olmaktan gurur duyarım ve onun parmaklarını korumak için elimden gelen her şeyi yaparım. Özellikle de Fazıl’ın kesip attığı tırnak bile olamayacak sürüngenlere karşı!
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2007
MEVLÁNÁ, edebiyat memuru Türkler ile İranlılar arasında paylaşılamaz. Türkler onun Horasan doğumlu Türk olduğunu ve Konya’ya yerleştiğini ileri sürerek Türk edebiyatı defterine yazarlar. İranlılar ise Mevláná’nın yazı dilinin Farsça olduğunu savunarak onu kendi edebiyatlarının taht salonuna buyur ederler.
Mevláná, Türkiye’nin resmi (sağ) kültür politikasının da gözdesidir. Devlet kadrosu içinde yer alır. Ancak "bu Mevláná", "Şeb-i arûs" (Gelin gecesi, Mevláná’nın öldüğü gece) törenlerinde bir şair ve düşünürden çok bir tarikat şeyhi muamelesi görür. Ve bu törenlere katılan batılı yabancıların gözünde o bir tarikat şeyhinden de ötedir, peygamber mertebesindedir. Yapıtları ABD’de her zaman en çok satan kitaplar listesinde duran Mevláná bu ülkede yeni bir dinin kurucusu (gibi) sayılmaktadır.
BAŞTAN ÇIKARLARMIŞ
Ancak İran’da yaşayan bir yakın dostumun gönderdiği haberler, ayetullahlar İranı’nın Mevláná’ya hiç de iyi gözle bakmadığını gösteriyor. Bu benim için çok yeni bir bakış açısı.
31 Ekim 2007 tarihli Cumhuri İslami Gazetesi’nde yayınlanan habere göre, Ayetullah Safa Gulpayigani, Mevláná Uzmanları Kongresi’nin düzenlenmesini ve "sema ve müzik gösterileri"nin bu kongreye sokuşturulmasını kınamaktadır.
Ayetullah Nuri Hemedani ise "Mevláná’nın şiir kitaplarından sadece edebiyat açısından ve dersler çıkartılması bakımından yararlanılabilir. Ama bu kitaplarda bizim usul ve inançlarımızla bağdaşmayan çok fazla sapmalar vardır ve bunlar toplumun baştan çıkmasına yol açabilir" demekte ve onu adından dolayı mürtet saymaktadır. Ayrıca Mesnevi’de Hallacı Mansur’un övülmesi de mürtetlik kanıtı sayılmaktadır.
Arkadaşımın en son gönderdiği habere göre İran Cumhuriyeti’nin yarı resmi organı konumundaki Cumhuri İslami Gazetesi’nin 2 Aralık 2007 sayısında, dervişlere ve tasavvuf ehline gene şiddetle saldırılmış, "Sufi eğilimler, İslam’la savaş ve Peygamber düşmanlığı demektir" şeklinde suçlamada bulunulmuş: "Sufi eğilimler, hastalıklı fikir ve inanç cereyanları olup din kisvesi altında İslam’a ihanet etmekte ve bu ilahi dinin kanun ve kurallarına ters düşmekte, Peygamber-i Ekrem’in soyundan gelen seyitlerin ve 12 İmam’ın yöntemlerine zıt hareket etmektedir."
Arkadaşımın yazdığına göre Cumhuri İslami adlı gazetenin dervişlere yönelttiği suçlamanın cezası ölüm imiş.
TEKKEYİ YIKMIŞLAR
Kasım ayının ikinci haftasında İran güvenlik güçleri ile Nimetullahi Günabadi sufi tarikatı müritleri arasında çıkan çalışmalarda tarikat tekkesinin bir bölümü buldozerle yerle bir edilmiş. Arkadaşımın verdiği bilgiler on sayfa kadar. İlginç olaylar. Bir İslam Cumhuriyeti’nde bir tarikatın tekkesi yerle bir ediliyor. İran’daki durum Türkiye ve dünyadaki Mevláná dostlarının ve tasavvuf ehlinin dikkatine sunulur.
Buna karşılık, AKP kadrosu ve İslamcı fesadın sözcüleri Devrim Yasaları’nı hiçe sayarak tarikatların, tekke ve zaviyelerin açılmasını istemekteler. Bu trajik durumu kimin dikkatine sunacağımı bilememekteyim artık! Belki, laiklere akıl hocalığı yapmayı seven Mehmet Ali Birand bilir ama o da işi AB’ye havale eder!
Yazının Devamını Oku