23 Ocak 2008
KİM ne yaparsa yapsın, Cumhuriyet yalanla, fesatla, kalpazanlıkla pazarlık yapmamak ve asla uzlaşmamak zorundadır! Türbanı dinsel açıdan meşrulaştıracak hiçbir dayanak yok! Başbakan’ın dediği gibi "Velev ki var", Anayasa’nın önüne mi geçecek dinsel dayanak? O zaman Anayasa’yı da değiştirirler! Değiştirirler ama siyaseten gayri meşru olurlar. "Anayasa’yı tebdil ve tagyir etmek"le suçlanırlar. Nisyan ile malûl olmayan hafıza-i beşer bunu yazmak zorundadır! (Anayasa’yı değiştirmekle suçlanırlar. Unutuş illetine tutulmamış insan belleği bunu yazmak zorundadır!) Anlayacakları dilde: Kısasa kısas!
ALLAH, ’TÜRBANLA PAKETLEYİN’ DEMİYOR
Allah’ın kelamına ihanet edenler Anayasa’ya da, halka da, millete de ihanet ederler!
Allah, "Söyle kadınlara: Başlarını Abdullah Gül’ün, Recep Tayip Erdoğan’ın eşleri gibi türbanla paketlesinler!" demiyor. "Söyle inanan kadınlara: Gözleriyle harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar!" diyor. Hem de cinsel organın Arapça adını (farj; furuj) doğrudan kullanarak. Ama Allah’ın kelamını saptırıyorlar, kalpazanlık ediyorlar, ellerine geçirseler mahpus damına tıkarlar.
Kuran’da baş örtmekle ilgili tek ayet yok. Nur Suresi’nin 30 ve 31. ayetlerinin tek doğru çevirisini de dünkü yazımda kanıtladığım gibi 15. yüzyılda Muhammed bin Hamza (Şeyhülislam Molla Fenari) yapmış: "Dakı eyit mu’mine avratlara: Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini!" (Günümüz Türkçesiyle anlamını yukarda verdim.)
Nur Suresi’nin 30 ve 31. ayetlerine on kadar çeviride baktım. "Furuj" sözcüğünü çevirmemek için yedi dereden su getirmişler. Kimi "ırzlarını" diye çevirmiş, kimileri "iffetlerini" ya da "mahrem yerlerini" diye. "Mahrem yerlerini" de kabul edilebilir.
Klasik Arap edebiyatı hocalığı da yapmış olan din bilgini Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk dostumun çevirisine baktım: "Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar" (24:31) diye çevirmiş. Muhammed bin Hamza’ya yakın bir çeviri.
Prof. Öztürk’e, "Kuran’da cinsel organ anlamında furuj sözcüğü var mı?" diye sordum. "Var!" dedi. Bundan başka, dürüst çevirilerin hiçbirinde saçları türbanla paketlemek de yok!
"Tell the believing women to lower their eyes, guard their private part?and cover their bosoms with their veils?" (24:31. Ahmed Ali, Princetoh University Press)
Ahmed Ali İngilizce’ye Muhammed bin Hamza gibi çevirmiş ama "ferclerini" yerine "mahrem yerlerini" demiş. O da cinsel organ anlamına geliyor. Onun çevirisinde de saçları türban paketinin içine tıkıştırmak yok!
TÜRBANIN DAYANAĞI FESATÇI YORUMLARDIR
Türbanın yanlış çeviri ve fesatçı yorumlardan başka hiçbir dinsel dayanağı yok! Başbakan’ın itiraf ettiği gibi türban bir siyasal simge! Malumattıraşlar yazılarında, televizyon ekranlarında soruyorlar: "Hangi siyasetin simgesi!"
Cevap: "İslam devleti kurmak isteyen (az ya da çok şiddet yanlısı) her türden siyasal İslamcılığın ve suikastçı Müslüman Kardeşlerin simgesi!" Yeter mi?
Türban üniversitelerde serbest bırakılırsa mezun türbanlılar çalışmak için nereye gidecekler? Yalan ve fesatla uzlaşma olmaz! Olursa, inceldiği yerden kopar!
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2008
AYDIN Turunç adlı okurum, 26.12.2008 tarihinde yayınlanan "Nur Suresi, 31. Ayet (24:31)" adlı yazım için, Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan, (Dr. Ahmet Topaloğlu’nun yayına hazırladığı) Muhammed bin Hamza’nın Kuran çevirisine bakmamı tavsiye etti. Muhammed bin Hamza’nın çevirisi 1424 yılında, yani 584 yıl önce tamamlanmış. Yorumsuz ve sözcük sözcük yapılan bir çeviri. Üstelik Türkçe’ye yapılan ilk Kuran çevirisi. Bu bakımdan çok önemli. Aydın Turunç’a bu beklenmedik yardımından dolayı teşekkür ederim!
CİNSEL ORGANINI VE ZİYNETİNİ SAKLA
26 Aralık tarihli ve bazı Kuran çevirmenlerinin yanlış yorumlar yaptığını ileri sürdüğüm yazım, İslamcı yazıcıların saldırısına uğradı. Söz konusu yazımda Mustafa Sağ’ın çevirisine dayanarak Kuran’da (24:31) "baş örtmek" fiilinin bulunmadığını ileri sürmüştüm.
Şimdi Muhammed bin Hamza’nın Türkçe’ye yaptığı ilk çeviri imdadıma yetişti (S.283-284):
"Eyit mu’minlere: Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasunlar ferçlerini; ol arurakdur anlara." (24:30)
Günümüz Türkçesi ile: "Söyle erkek inananlara: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar; bu onlar için daha temiz davranıştır."
"Dakı eyit mu’mine avratlara: Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini. Dakı göstermesinler bezeklerini. Dakı bıraksunlar derinceklerini göncükleri üzre." (24:31)
Günümüz Türkçesi ile: "Ve söyle inanan kadınlara: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve saklasınlar cinsel organlarını. Ve göstermesinler ziynetlerini (süslerini). Ve yakaları üzerine bıraksınlar başörtülerini."
Görüldüğü gibi Muhammed bin Hamza’nın çevirisinde "baş örtmek" diye bir şey yok. Ama cinsel organın adını kıvırtmadan, harbi yazıyor. Çünkü Arapça Kuran’da da "Saklasınlar cinsel organlarını (furujlarını)" yazıyor. O da harbi! Göğüslerin, memelerin gösterilmemesi isteniyor; başörtüsü bunları örtecek şekilde salınsın deniliyor. Şimdiki kadınların "ferçlerini", göğüslerini saklamak için başörtüsüne gereksinimleri mi var? Hem yanlış çeviriyorlar, hem yanlış yorumluyorlar, hem de okuduklarını anlamıyorlar.
Muhammed bin Hamza’nın çevirisinde geçen Arapça "Ferç" sözcüğü 15. yüzyılda kadın ve erkek cinsel organı anlamına geliyormuş. (Muhammed bin Hamza, "Kur’an Tercümesi, İkinci Cilt (Sözlük)", Kültür Bakanlığı, 1978. S.216). Aynı sözcük günümüzde "kadın cinsel organı" anlamına geliyor. Arapça’da "farj" (tekil), "furuj" (çoğul)!
BİRİNCİ CİLT 1976. S. 13-16
Dr. Ahmet Topaloğlu, biraz kuşkuyla da olsa, Muhammed bin Hamza’nın, Molla Fenári lakabıyla tanınan büyük Türk bilgini, ilk şeyhülislám Şemseddin Muhammed bin Hamza olabileceğini yazıyor. (Muhammed bin Hamza, "Kur’an Tercümesi, Birinci Cilt, Kültür Bakanlığı, 1976. S.13-16). Dikkatinizi çekmek isterim: Molla Fenári eserlerini Arapça yazıyor. Muhammed bin Hamza’nın (Molla Fenári) Arapça’yı ve "furuj"un anlamını çok iyi bildiği ve çeviri eyleminde çok dürüst olduğu kesin! Ben onun çevirisine inanıyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Başkanı ve İslamcı hanedanlar acep ne derler bu işe? (Şenlik yarın örneklerle devam edecek.)
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2008
"PİSTANBUL (1)"in ne zaman yayınlandığını sakın düşünmeyin, bulamazsınız. "Pistanbul" başlıklı ilk yazıyı Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul Dergisi’nin "İstanbul’un gelecekteki rolü" üzerine açtığı "Küresel İstanbul için ne dediler?" soruşturması için yanıt olarak yazmıştım. Yazı, İstanbul Dergisi’nin Ekim 1993 sayısında yayınlandı. Yani 15 yıl oluyor. "Pistanbul" önce Tarih Bağışlamaz (Varlık, 1994), daha sonra Yazmasam Olmazdı (Doğan Kitap, 2004) adlı kitaplarımda yer aldı. "Pistanbul"dan esinlenip kentin adına önek ve sonek ekleyerek yeni sözcükler türetme modasını başlattılar daha sonra.
CONGLOMERAT
15 yıl önce kaleme aldığım yazıda İstanbul’a karşı Ankara’yı savunuyor, büyük ulusal gazeteleri Ankara’ya taşımadığı için Cumhuriyet’i eleştiriyordum.
Malumattıraş (sözcüğü ben uydurdum) tayfası Ankara’yı taşra hödüğü memur kenti sayar. Öyledir! Ama ve ancak, İstanbul bir kent bile değildir, bir yığışımdır (conglomerat’dır). Amorf ve yığışım! "İstanbul 1993 yılında ayrışan bir kadavradır". Hiçbir zaman bir Cumhuriyet kenti olamamıştır. "İstanbul’un önümüzdeki on yıl içinde çağdaşlaşarak, çağcıllaşarak, uygarlaşarak uygar dünyayla sağlıklı ilişkiler kurma umudu bir yana, Mekkeleşmesi ve Medineleşmesi tehlikesi söz konusu." (Yazmasam Olmazdı, S.217)
Ankara’da toplam 25 yıl oturdum, 19 yıldır İstanbul’da oturuyorum. İstanbul’u sevmem, Ankara’ya karşı tarafsızım. Kendimi ait hissettiğim bölge Torosların güneyi Kilikya’dır; kent ise Mersin! İstanbul’dan Ankara’yı küçümseyerek eleştiren malumattıraşların mandacı zihniyetini çok iyi bildiğim için Cumhuriyet Ankara’sının yanında yer alırım.
Başbakan’ın Merkez Bankası ile kamu bankalarının İstanbul’a taşıma projesi üzerine bir yazı yazmak istiyordum. Arkadaşım Murat K.’nın dünkü ziyareti üzerine yazıyı öne aldım. Murat K. yıllardır İstanbul’a "İstankong" der. Bu sözcüğün patenti Murat K.’ya ait.
Murat K.’ya göre Batı, "Nerede kalmıştık" diyerek Türkiye’ye karşı fesat tasarımında yoluna devam ediyor. Büyük bankaların ardından Merkez Bankası’nın da İstanbul’a taşınması düşüncesinin gerçek mimarları Batı başkentlerinde. Bence de öyle: Günümüz hükümeti, eline verilen reçeteyi uygulamakta. Eski eczanelerdeki eczacı kalfasına benziyor. Ecnebi doktorların yazdığı reçeteleri eczane tezgáhında yapmaya çalışıyor.
Proje: Yeni Sevr ile Türkiye bölününce İstanbul’un ülkeden ayrılıp Hong Kong benzeri bir statüyle bir uluslararası sermaye komisyonu tarafından yönetilmesi.
SEVR’EYANSIMIŞTI
O zamana kadar, Pistanbul İstankong oluncaya kadar ihtiyacı olan kurum, kuruluş ve yapılar TC tarafından kurulacak. Günümüzün hesabıyla, 10 milyon işsiz, 19 milyon aç ve yoksul Anadolu’da kalacak; 33 milyon dolar cari açık, 257 milyar YTL iç borç, 234 milyar dolar dış borç arta arta Ankara’nın sırtına yüklenecek. Pistanbul anadan yeni doğmuş gibi olacak! Paris Konferansı (1919) dolaylarında böyle mizansenler düzenlenmiş ve bu düşünce Sevres’e de yansımıştı. İyi bir tarihçi olan arkadaşım paranoyak ya da komplo teorisyeni değil. Ona inanıyorum. Çünkü bayram değil, seyran değil, Merkez Bankası neden Pistanbul’a taşınıyor? Yani "Nerede kalmıştık mı?" Yoksa kökü intikamcı Ankara düşmanlığında mı?
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2008
DÜNKÜ yazımda, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doçent Dr. Nuran Yıldız’ın "Tanklar ve Sözcükler" (Alfa Yayınları) adlı kitabından uzun bir alıntı yapacağımı yazmıştım. Kitabın önsözü şöyle başlıyor: "Bu kitabı yazmama yol açan asıl neden, iletişim yöntemi konulu konferanslarımda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iletişimi ve siyasete etkisini anlattığımda konferans sonrasında muhatap olduğum bir soru. Katılımcılardan biri, ’ABD, İngiltere gibi çağdaş ülkelerde askerler siyasetten uzak dururken, Türkiye’de neden siyasete müdahil oluyorlar? Bu demokratik midir?’ sorusunu bir şekilde soruyor.
Hakkında en çok konuşulan ancak çok az şey bilinen Türk ordusunu, neredeyse hakkında hiçbir şey bilmedikleri çağdaş ülke ordularıyla siyasi pratikler üzerinden karşılaştıran soru sahiplerine ben de bu konuda ne bildiklerini soruyorum. Yanıtları genellikle suskunluk ya da genel geçer bilgilerden öteye gitmiyor. Onlara Hollywood’da Pentagon’un bir bürosu olduğunu, 1-2 protest yapımcı/yönetmen dışında neredeyse tüm film senaryolarının bu büroya 5 kopya halinde sunulduğunu, Pentagon yetkililerinin, filmlerdeki tüm diyalogları Amerikan politikaları doğrultusunda denetleyip düzenlediklerini bilip bilmediklerini soruyorum. Pentagon’un strateji danışmanlarından Barnett’in yazdığı Pentagon’s New Map (Pentagon’un Yeni Haritası) kitabında anlattığı gibi, ABD’nin uluslararası politikalarının Pentagon tarafından belirlendiğini bilip bilmediklerini soruyorum. Ya da demokrasinin beşiği İngiltere’de, başta ordu komutanı olmak üzere generallerin İngiliz politikaları hakkında kamuoyu önünde tartıştığını, Irak konusunda -ki son kertede Tony Blair’in başbakanlığı bırakmasına neden olan- bu işin ayyuka çıktığından haberleri olup olmadığını soruyorum.
Deneyimlerim, TSK’nın iletişimi ve diğer ülkelerle karşılaştırılması konusunda ciddi anlamda kafa yoranımızın olmadığını gösteriyor. ’Çağdaş ülkelerde asker siyasete karışmaz’ klişesini aşabilen de pek yok. Üstelik bu klişe cümle medya aracılığıyla sürekli yeniden, yeniden üretiliyor."
ONLAR NEDENÖYLE!
Merak ediyorum, soru sahipleri, Dr. Nuran Yıldız’ın bu açıklamasından sonra, "Ama asker, ABD ve İngiltere’de darbe yapmıyor ki!" diye çıkışmıyorlar mı? Sahi, ABD ve İngiltere’de asker neden darbe yapmıyor? Sivil iktidarın silahlı kuvvetlerden çok daha güçlü görünmez bir ordusu olduğu için mi, yoksa sivil iktidarlar, askeri iktidarla yaptığı sözleşmeyi bozmadığı için mi? Başka bir soru: ABD, İngiltere ve Fransa’da sivil iktidar, silahlı kuvvetlere rağmen, dilediği politikayı uygulayabilir mi, örneğin atom bombası üretmesi için Türkiye’ye yardım edebilir mi?
MALUMATTIRAŞLAR!
Kazı koz anlayanlar, benim askeri darbelerden yana olduğumu ileri sürmeye sakın kalkışmasınlar. Ne askeri darbelerden ne de askerin siyasete müdahalesinden yanayım. Malumattıraşların (bu sözcüğü yeni uydurdum) hoşuna gitmeyecek ama yazmam gerekiyor: Bütün sivil iktidarların dünyanın her yerinde silahlı kuvvetlerin verdiği, anlaşmaya dayalı bir özel izinle hükümet olduğunu; temsili demokrasilerde halk iradesinin büyük bir yanılsamaya dönüştüğünü çok iyi biliyorum. Despotik yöntemle anayasa yapılamayacağını da!..
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2008
MODERN silahlı kuvvetler bir ortaçağ derebeyinin beslediği muhafız birliği değildir. Bir toprak ağasının ya da mafya babasının koruma amaçlı silahlı yanaşmalarından oluşan bir topluluk değildir. Silahlı kuvvetler bir kabile şefine bağlı herhangi bir sınıfsal katman değildir. Bir samurayın emrine girmiş köylü takımı ya da Teksaslı bir çiftlik beyinden maaş alan serseri kovboylar çetesi de değildir.
Derebeyi, toprak ağası, kabile şefi, samuray ve çiftlik beyi silahlı adamlarını istediği gibi kullanabilirdi. Özel nedenlerle savaşa gönderebilirdi. Oysa silahlı kuvvetler ya da ordu dediğimiz organizmanın kendi beyni, kendi kalbi, kendi bedeni ve kendi bilinci var.
Silahlı kuvvetlerin görev ve sorumlulukları yasalarla, yönetmeliklerle belirlenmiş. Silahlı kuvvetleri, yasalar ve demokratik parlamento kararı olmadan ne sivil otorite ne de askeri otorite tek başına "meşru" bir savaşa gönderebilir.
BAĞLIDIR, DEĞİLDİR
Silahlı kuvvetlerin eylemleri sivil otoriteye hem bağlıdır hem de bağlı değildir. Sivil otoritenin eylemleri silahlı kuvvetlere hem bağlıdır hem de değildir. Bağımlılık karşılıklı!
Devlet aygıtında sivil toplumun siyasal iktidarı ile silahlı kuvvetlerin sahip olduğu iktidar arasında açık ya da kapalı uzlaşma alanları ve eksenleri vardır.
Devlet aygıtı olmasaydı silahlı kuvvetlerin iktidarı ile sivil toplumun siyasal iktidarı arasında herhangi bir uzlaşma olmazdı. Çünkü herhangi bir sivil toplum da olmazdı.
Bu nedenle, devlet aygıtı bağlamında anayasal ve yasal herhangi bir uzlaşma ve anlaşma olmadan, silahların iktidarı, sivil-siyasal iktidarın buyruk ve denetimi altına girmezdi.
UZLAŞMA DENGESİ
Gelelim Türkiye’ye: Türkiye’de, TSK’nın, kendi iktidarının sivil-siyasal iktidarın otoritesine bağlanmasını kabul etmesinin en önemli koşulu, hiç kuşkumuz olmasın, sivil-siyasal iktidarın Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine, Cumhuriyet ilkelerine, devrimlerine, devrim yasalarına ve demokrasiye bağlı kalıp saygı göstereceğine dair verdiği Anayasal ve yasal söze dayanır.
Gerçek böyle olmasaydı TSK da genel oya dayalı bir parlamento kurar ve Genelkurmay Başkanlığı ülkeyi yönetirdi. Ve bu yönetim tarzı, işleyişiyle, AKP iktidarına benzer, demokrasi ile diktatörlük karışımı bir "Demokratur" tezgáhı kurabilirdi.
Sivil hükümet ülkeyi bu askeri ve sivil iktidarların anayasal ve yasal uzlaşmaları sayesinde yönetmektedir. Gerçekte Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olan TSK, bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi, ancak bu uzlaşma bağlam ve ekseninde sivil otoritenin emrine girmiştir. Bu uzlaşma dengesi korunduğu sürece demokrasi var olur, yaşayıp gelişebilir. Sadece bizde değil bütün demokratik dünyada.
TANKLAR VE SÖZCÜKLER
Bu yazıyı Nuran Yıldız’ın "Tanklar ve Sözcükler" (Alfa Yayınevi) adlı çok ilginç kitabından aldığım ilhamla yazdım. Kitaptan herhangi bir alıntı söz konusu değil. Ama yarın "Tanklar ve Sözcükler"den uzun bir alıntı yapacağım.
Yeni uydurduğum sözcük ile malumattıraşlar bu yazıdan askeri darbe yandaşı olduğum gerçeğini (!) çıkartabilirler mi acaba? Devlet-toplum-ordu ilişkisi ameliyat masasında bekliyor! Bir de liberal kapitalizmin konformist afyon tekkesinde yaşayan "birey" var!
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2008
’ARALARINDA bizimkiler de olmak üzere İslamcılar bu işi ("dinden düşmanlık çıkarmak" işini) çok iyi beceriyor. Dinin emperyalisti, antiemperyalisti olmaz. Ama bizimkilerin emperyalizmin hizmetine soktuğu dini Arapların bir bölümü antiemperyalist amaçlar için kullanıyorlar’ diye bir giriş yaptıktan sonra, tezimi kanıtlamak için Selefi-Vehhabi gelenekten, siyasal İslam’dan, Hızbullah, Hamas, El-Kaide gibi silahlı eylem gruplarından söz edecektim. Ama bir İslamcı gazetenin "Laikçilik onun da başını yedi" manşetini görünce dikkatimi içeriye çevirdim. Laikçilik Demirel, Ecevit, Yılmaz, Cindoruk ve Mumcu’nun başını yemiş. Laik cumhuriyete bağlılık yüzünden en son Mehmet Ağar başını kaybetmiş.
Bir İslamcı gazete yazıcısı da Said Nursi’nin başına gelenleri Müslümanlara yapılan zulmün örneği olarak gösteriyor. Sürgüne gönderilmesinin nedenini soruyor...
İskilipli Atıf Hoca’nın neden idam edildiğini soruyor. Kuran öğretiyor diye insanların yargılandığını iddia ediyor. 1940’ların sonuna kadar hacca gitmenin yasak olduğunu söylüyor.
1930 yılında Türkiye’de imam-hatip okulu bulunmadığını hatırlatıyor.
İslamcı gazete yazıcısı tek parti döneminde camilerin kapatıldığı, kimi camilerin depo, kimilerinin de ahır olarak kullanıldığı iftirasını tekrarlamayı unutmuş.
ŞEYH SAİD İSYANI
Said Nursi (1878-1960) dindar olduğu için mi yoksa Seyh Said İsyanı (1925) ile ilgisinden dolayı mı sürgün edildi? Said Nursi’nin bütün yaşamını incelemeden Kürt Teáli Cemiyeti ile, Teáli-i İslám Cemiyeti ile olan ilişkisi, Cumhuriyet ve devrim düşmanlığı incelenmeden sürgün edilmesinin, zorunlu ikamet uygulamasının ve izlenmesinin nedenleri anlaşılmaz.
Şikayet nedenini anlamıyorum, sonuçta Nurcular ve Nurcu bir iktidar Türkiye’yi yönetmiyor mu şu anda?
31 MART AYAKLANMASI
İskilipli Atıf Hoca (1876-1926) şapka devrimine karşı çıktığı için yargılanarak idam edildi, ama 31 Mart irtica ayaklanmasına giden geçmişini de iyice okumak gerekir.
Kuran öğretiyor diye yargılanan insan(lar) kimdi? Hacca gitmenin yasaklanmasının nedeni devletin yoksulluğu, döviz yokluğu olamaz mı?
Bu tür safsataların sonunda, din kaynaklı bir cumhuriyet ve laiklik düşmanlığı çıkıyor ortaya ve bu düşmanlık politikada kullanılıyor.
ASLINDA DİN MASUMDUR
Dinden düşmanlık çıkartmanın en son örneğini Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu’nun ağzından dinledik. (Hürriyet, 12.01.08)
"Ben cami israfı var diyorum, sonra başıma iş açılıyor. ’O kadar kilise var, ses çıkartmıyorsunuz da cami mi gözünüze batıyor?’ diyorlar. Şunu demek istiyorum; ihtiyaç neyse hayır ondadır. İlla cami yaptırınca hayır kazanacağım diye bir şey yok. Sağlık ocağına ihtiyaç varsa onunla hayır kazanırsın, okula ihtiyaç varsa onunla hayır kazanırsın!"
İrticanın eline düşen din siyaset batağına battıkça kendisine gerçek ve hayali düşmanlar üretir. Aslında din masumdur, düşman üreten kaynak irtica ve mürtecidir.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2008
’ANAYASAL iktisat’ diye bir kavram, bir tanım duydunuz mu? Ben duymamıştım! Yeni duydum. Bir büyük gazetede yazıyor olsa da bir şairin duymamış olması bağışlanır, ama Anayasa hukukçuları ve iktisatçılar arasında duymayan var mıdır acaba? Yeditepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Vural Fuat Savaş, "Anayasal İktisat" (İlke Yayınevi) adlı bir kitap yazmış. İlk basımı 1989 yılında yapılan kitabın dördüncü baskısı 2007 yılında olmuş. Yazar lütfedip bana da gönderdiği için bu değerli kitapla tanışmış oldum.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, yüksek bürokrasi ve bütün politikacıların okuması gereken bir kitap. Askerleri saymıyorum. Mutlaka okumuşlardır!
HASTALIK
Türkiye’de marazi bir siyasal ortam var okumuşlar dünyasında. Bu dünya için aydın ya da entelektüel sıfatlarını kullanmak istemiyorum. Aydın ve entelektüel, söz ve eylemlerinde, bir toplumsal sorumluluk hisseder. "Okumuş", daha çok benmerkezli, egosantrik ve öznel bir yaratık. 2008 yılında, yaşadığı ülkenin hükümetinin eylem ve projeleri demokratik mi, değil mi, bunu denetleyeceğine, 1950 öncesi yönetiminin demokratik olmadığını şehvetle kanıtlamaya çalışıyor. "Bugün"ü değerlendirmeyi reddederek, geçmişe kin duyarak marazi bir ortamda yaşıyor. "Bugün"den kaçıp "geçmiş"le uğraşmak galiba bir tür ruh hastalığı!
Bu nedenle, Prof. Dr. Vural Fuat Savaş’ın kitabından yararlanarak "okumuş"un günümüzü anlamasına yardımcı olmak istiyorum.
NEPOTİZM
Prof. Dr. Savaş, demokrasinin siyasal yozlaşmasının nedenleri arasında "oyçokluğu", "parti disiplini-lider diktası", "nepotizm" gibi olguları sayıyor. Daha başkaları da var ama bence, bu üç olgu çok önemli. "Parti disiplini-lider diktası"nı biliyoruz. Bütün siyasal partilerimizde gözlediğimiz bir durum.
"Nepotizm" ise akraba, hısım ve dostları önemli devlet görevlerine atama alışkanlığı anlamına geliyor. Devlet görevine atamada, o görevin gerektirdiği nitelikler (eğitim, bilgi, tecrübe, vb.) değil, siyasal iktidara yakınlık ön plana çıkar. "Ekip çalışması" bahanesiyle üzeri örtülen bu yöntem, demokrasiyi yozlaştıran mikropların başında gelir. "Okumuşlar" bu konuya kafa yormalı! Zira, AKP’yi, nepotizm ile "komşuda pişer bize de düşer" anlayışı iktidara taşıdı. Bir de, "Herkes malı götürüyor, biz ne duruyoruz!" ahlaksızlığı var!
DEMOKRATUR
"Oyçokluğu" sapıncını "demokrasi" ile eşanlamlı saymak, çağdaş demokrasileri yozlaştıran en önemli etkendir. Seçimlerde oyçokluğunu elde eden siyasal parti, "milli irade"nin yani "ulusal egemenlik"in tamamını temsil ettiği yanılsamasına kapıldığı anda demokrasi sona erer. Bu sayısal fetişizm, siyasal iktidarları en kestirmeden demokrasi ile diktatörlüğün karışımı olan "demokratur"a götürür. Mark Mazower’in "Karanlık Kıta"da kullandığı demokratur (S.334) sözcüğü, Başbakan Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarına pek yakışmaktadır. ABD anayasasının mimarlarından James Madison’un dediği gibi, "İnsanlık tarihinde halk özgürlüğünün kısılması, şiddetli ve ani darbelerle değil iktidardakilerin adım adım ve sessizce yaptıkları tecavüzlerle gerçekleşmiştir".
Bu cümledeki "özgürlüğün kısılması"na "İslami devlete gidiş"i de ekleyebilirsiniz!
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2008
TÜRBAN totemi ve bu toteme tapanlarla ilgili anketler konusunda hokkada mürekkep bırakmayan gazete yazıcıları, 23 Kasım tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan çok önemli bir haberi, Haluk Şahin (01.12.07) dışında göremediler ya da görmezden geldiler. Kibarlığı bir yana bırakalım, haberin anafikrini kavrayamadılar. Haber şöyle:
Birleşmiş Milletler’in, "İspanyolca’ya yılda 10 bin kitap çevrilirken son 1000 yıldır Arapça’ya çevrilen kitap sayısı bundan az" diyen raporundan etkilenen Birleşik Arap Emirlikleri, dünyaca ünlü 100 dünya klasiğini Arapça’ya çevirtme kararı almış.
Müslüman Arap dünyasının trajedisi bu haberde horul horul uyumaktadır ama konunun üzerine ciddi olarak hiç kimse gitmedi.
KELİME PROJESİ
Abu Dabi hükümetinin girişimiyle hayata geçirilen projenin ilk aşamasında 100 kitap Arapça’ya tercüme edilecek ve 20 kadar Arap ülkesinde dağıtılacakmış. Projenin fikir babası ve yöneticisi, Mısırlı işadamı Kerim Naci, söz konusu projeyle ilgili olarak "Çok satanlar listesindeki kitaplardan mümkün olduğunca uzak duracağız. Arap kütüphanesinde boşluk yarattığını düşündüğümüz kitapları seçtik" demiş.
Kerim Naci’ye göre, ortaçağda İslam medeniyetinin altın çağını yaşadığı sırada Batı ile Arap dünyası arasında büyük bir bağlantı bulunmasına karşın Rönesans’ın ardından sömürgecilik yüzünden çıkan çatışmalar ve iki uygarlık arasındaki ilişkilerin bozulması, Araplarda dışlanma ve yabancılaşma duygusu yaratmış. "Kelime projesi" ile bu tarihi boşluğu doldurmayı amaçlıyorlarmış.
İşadamı aklı işte! Bin yıllık boşluğu yüz kitapla dolduracağını sanıyor! 9 ve 11. yüzyıllar arasında Arap dünyasında ve daha çok Bağdat’ta oluşan bilginin, İmam Gazali gibi ezberci barbarların karşısında Emevi İspanya’ya göç etmek zorunda kaldığını bile düşünemiyor!
Gazali düşüncesi kazandı ve İslam dünyası yitirdi ama Gazali yobazlığının yasaklattığı düşünce, Endülüs üzerinden Avrupa’ya geçerek Rönesans’ın tohumlarını attı.
Türkler Meşrutiyet’e kadar Arap dünyasının karanlığıyla aydınlandı. Cumhuriyet döneminde Hasan Ali Yücel’in önderliğinde başlayan sınırsız ve çok boyutlu çeviri hareketinin anlamı, Arapların 100 kitaplık çeviri girişimi karşısında çağdaş bir proje olarak ortaya çıkıyor.
Ancak bu devrimci kültür ve düşünce hareketi, Arap karanlığı ile aydınlanma yolunu seçen demokratlar(!) tarafından 1950’lerin başında iğdiş edildi.
SATIRLARIN ARASI
Arap ileri gelenleri, Gazali’den sonra kendilerine hep "Biz neden geri kaldık?" sorusunu sormuşlar ve buldukları cevap, "Çünkü İslam’ın yolundan ayrıldık. Eski görkeme kavuşmak için eskinin modeline dönmeliyiz!" olmuştur. Bunun sonucu olarak Selefilik’i, Vehhabilik’i, El Kaide’yi bulmuşlardır.
Oysa Endülüs’e sürgün ettikleri Akdeniz uygarlığı düşüncesinin yerine koyacak Kuran ayetlerinden başka bir şey bulamamışlardır. Milliyet Gazetesi’nin yayınladığı bu küçük haberin satırları arasında Cumhuriyet’in aydınlanma bilinci vardı ama kimse görmedi!
Yazının Devamını Oku