12 Ocak 2008
8 Ocak Salı günü yayınlanan "Kölelik Üzerine" başlıklı yazımda şöyle bir cümle vardı: "YÖK’ün listesinde ikinci sırada olmasına karşın Cumhurbaşkanı tarafından Bilecik Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan ilahiyatçı Prof. Dr. Azmi Özcan! Bu, çiçeği burnunda YÖK Başkanı, ’Allah dininin reformu olmaz!’ diyor." (Hürriyet, 27.12.07) Bilgisayarın azizliği, "Çiçeği burnunda Rektör" yazacağıma, düzeltme yaparken "YÖK Başkanı" nitelemesini yerinde bırakmışım. Böylece, "Çiçeği burnunda YÖK Başkanı"na söylemediği bir cümleyi yamamışım. İlgililerden (kendiliğimden) özür dilerim!
ALTINI ÇİZEREK OKU
Ama "Çiçeği burnunda YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan" verdiği demeçlerle 2008 yılında bizi epeyce uğraştıracağa, ortalığı şenlendireceğe benzer. 7 Ocak tarihli gazetelerin yazdığına göre, "Devlet üniversitesi paralı olmalı. Üniversiteye herkes gidememeli" demiş. Devlet üniversitelerinin paralı olması bir yana, bu üniversitelerin, AKP iktidarına karşın, nasıl çağdaşlaştırılacağını düşünmeli yeni başkan. Bu mümkün mü?
"Üniversiteye herkes gidememeli", ama nasıl? Ortaöğretim reformu yapmadan üniversitenin öğrenci kalitesini nasıl yükselteceksiniz? Özel vakıf üniversitelerinde mi? Birçok özel ortaöğretim okulundan (lisesinden) çıkan binlerce öğrencinin Öğrenci Seçme Sınavı’nı (ÖSS) kazanamadığını bilmiyor galiba yeni YÖK Başkanı. 8 Ocak tarihli Milliyet’te üniversiteye bir tek öğrenci sokamayan bu okulların listesi var.
Yeni YÖK Başkanı, ilk iş olarak YÖK’ün kendisinden önce hazırlamış olduğu reform programını altını çizerek okumalı.
Yargıtay 8. Daire Üyesi Hamdi Yaver Aktan’ın "Türban ve Kamu Yöneticileri" (Cumhuriyet, 8.01.08) başlıklı makalesini okurken YÖK Başkanı Özcan aklıma geldi:
"Rektörlerin türban yasağını uygulamamaları halinde haklarında soruşturma açılmaması ya da aynı yöneticilerin kendi hallerine bırakılmaları durumunda yasağın kendiliğinden ortadan kalkacağı gibi hukuk dışı çözümler ciddi bir biçimde en yetkili kişilerce önerilebilmekte ve dahası Anayasa Mahkemesi kararlarının üniversite dışında alındığından, hukuk sistemi göz önünde bulundurulmadan, söz konusu kararların önemli görülmemesi gerektiği ifade edilebilmektedir. Üstelik bu şekilde söylemler, konunun teknik ayrıntısını bilmeyecek kişilerden de gelmemektedir."
Yazar, yeni YÖK Başkanı’nın yargının türban konusunda aldığı bütün kararları bilmesi gerektiğini ve ilgililerin bu kararlara uymak zorunda olduğunu, tersinleme yöntemiyle anlatıyor. Ben anladım!
TAHRİKTEN CEZALANDIRILIR
Yargıtay 8. Daire Üyesi Hamdi Yaver Aktan, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 217. maddesini de hatırlatıyor: "Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde cezalandırılır."
Yeni YÖK Başkanı, Sayın Aktan’a bir sorsun bakalım, rektörleri Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamaya teşvik etmenin cezalı yaptırımları var mı acaba?
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2008
BAKKAL, AKP’nin belediye seçimlerini büyük bir farkla alacağını söylüyor. Çünkü boş bir apartman dairesine, seçmenlere dağıtılacak paketleri şimdiden yığmaya başladıklarını görmüş. Bu cümledeki "Bakkal" sözcüğünü mahalle esnafı olarak düşünün ve sayısını çoğaltın. AKP ve belediyeleri kim bilir hangi zulalara erzak ve avanta depolamaktadır şimdiden.
Bu avanta ve erzakın mali kaynağı, AKP’nin parti kasası değil, devlet hazinesi. O zaman ortada meşru olmayan bir şeyler var. Devlet hazinesinden avanta dağıtılacaksa, öteki partilere de pay ayrılsın, onlar da dağıtsın, onlar da yararlansın bari(!).
SADAKA EKONOMİSİ
Avanta ve erzak dağıtma yöntemi için yıllar önce yaptığım "sadaka ekonomisi" tanımı artık ortak dile girdi, herkes "sadaka ekonomisi" olarak adlandırıyor bu yöntemi.
Yapılan son araştırmalara göre AKP’nin oy oranı yüzde elliyi geçmiş. Bu sadaka ekonomisi ile daha da geçer. İyi de sosyolog(lar) ne diyor bu işe?
Sosyolog, çevrenin merkeze geldiğini, sermayenin el değiştirdiğini, laik elit(!) tarafından ezilen çevrenin bilinçlenerek kendinden olan’ı tercih ettiğini ileri sürecektir.
Bir söyleşide tuhaf şeyler söyleyip ortalığı karıştıran Nur Vergin Hanım’a "bir sosyolog olarak" herhangi bir sözüm yok. Erbakan zamanında İslamcı tayfasıyla epeyce yakın ilişkileri olan bir hanıma ne söyleyebilirim? Türban taksa da, başını örtse de kendisine "insan" olarak hiçbir şey söyleyemem! Ama söylediklerini de "tarafsızlık" karantinasına alırım. Bu nedenle Nur Vergin Hanım’ın "sosyolog olarak" konuşma hakkını yitirdiğini düşünüyorum.
Benim sözüm, Ertuğrul Özkök de aralarında olmak üzere öteki sosyologlara.
AKP’nin oyunun yükselmesiyle çevre-merkez ilişkisinin, ayakların baş olma hayalinin hiçbir ilişkisi yok. 1950’lerde, cılız bir sanayi ortamında, ilk sendikaları, ilk konfederasyonları kuran, 1960’larda ilk ve tek sınıf partisi olan Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunu destekleyen işçi sınıfına ne oldu? Sanayileştiği ileri sürülen bir ülkede işçi sınıfı, ters orantılı olarak, neden güçsüzleşsin? Üstelik Türkiye emekçisi, ABD ve AB ülkelerinin işçileri gibi emperyalizmden ve küreselleşmeden pay da almıyorlar!
Ben bir ipucu vereyim: 1950’lerde ilk yasal haklarına kavuşan, 1961 Anayasası ile rüştünü kanıtlama olanağına kavuşan Türkiye emekçileri, önce 12 Eylül darbesinden, sonra AKP iktidarından itibaren Japon, Güney Kore ve Çin emekçilerinin (sendikasız, grevsiz, sosyal sigortasız, emekli hakkından yoksun) koşullarına doğru itiliyor. Sendikal ve sosyal hakları elinden alınıyor, işverenin insafına terk ediliyor.
Sosyologlar ahkám kesmeden önce bu konuda biraz araştırma yapsınlar.
ORTAÇAĞ’A GEÇİŞ!
Emeği ile geçinen insanların, sendika yerine tarikat ve tekkeleri tercih etmelerinin; alın terinin yasal ve meşru karşılığının kendilerine ücret olarak dönmesi gerekirken sadakaya dönüşmesine razı olmalarının toplumsal (sosyal) psikolojideki yerini sosyologların mutlaka bulmaları gerekiyor. Ben, sendika kapısını bırakıp tarikat kapısından giren emekçinin, ülkenin siyasal ve ekonomik geleceğini dinamitleyeceğini düşünüyorum. Bu, Ortaçağ’ın din tabanlı lonca, ahilik ve fütüvvet düzenine gidiş için sosyologlar ne diyor?
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2008
GEÇEN yılın son haftasında "Soya Çekim ve Aile Dehası" (25.12.07) başlıklı yazımla ticari dehasını müjdelediğim Mehmet Emre Gül hakkındaki tamamlayıcı bilgiyi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurreisi hazretleri yani muhterem pederleri veriyor: "Emre 12 yaşında bilgisayarla uğraşmaya başladı. Şu anda yaptığı da gerçekten çocukları çok teşvik eden bir iş. Bill Gates’i, Google’ı örnek alıyor. Benim de hiç haberim yok, abisinin üniversitedeki arkadaşlarıyla 13-14 yaşında böyle bir işe girişmişler. Geçenlerde sordum, ’Bugün bir tane oyuncak sattık’ dedi. Çoğu zaman annesi (Hayrünissa Gül) finanse ediyor ama ’Bana bunları şimdi söylüyorsun ama 5 sene sonra göreceksin’ diyor." (Hürriyet, 5.12.08)
İnanırım, Hititler zamanında bile Kayseri bir ticaret merkezi idi, şimdilerde Nakşi sermayenin merkezi olan bu şirin kentimizde Asurluların bile ticaret temsilcilikleri vardı. İnanırım, Allah utandırmasın. Ne demişler? Güldür kokar, soydur çeker!
CUMHURİYET MODELLERİ
Bizim zamanımızda önümüzdeki modeller Uzun Mehmet, Sabiha Gökçen, Madame Curie ve Pasteur gibi çulsuzlardı. Cumhuriyet bunları bize örnek gösterdiği için ne kendisi adam oldu ne de bizim adam olmamıza izin verdi! Yetmiş yaşımı geçtim hálá adam olamadım. Üstelik oğlumu da yanlış terbiye etmiş olmalıyım ki yıllardır insanlığın büyük bir derdine deva olmaya çalışıyor. Boğaz tokluğuna(!) Tıp diploması üzerine yaptığı doktoraları, postdoktoraları, ihtisasları, üstihtisasları paraya çevirmeyi beceremedi. Nakşibendi iktidarı örnek alıp çocuğu 20 yaşında görücü usulüyle evlendiremediğim için hálá bekár. Bir mucize olur da bir torun sahibi olursam, ona Mehmet Emre Gül’ü örnek almasını tavsiye edeceğim!
Bu işler armut piş ağzıma düş yöntemiyle olmuyor: Mehmet Emre Gül’ün babası ve babasının arkadaş kuşağı (şimdi ’jenerasyon’ diyorlar), ilkin modellerini değiştirdiler. Pozitivist ve rasyonalist örnekleri atıp onların yerine mazbut ve halkımızın itikatı ile ters düşmeyen modeller aldılar: Said Nursi, Mevdudi, Seyyid Kutub, Esat Çoşan, Mehmet Zahid Kotku, Fethullah Gülen! (Başbakan amcasının yanında dize gelip fotoğraf çektirdiği biri vardı ama adını unuttum. Başka unuttuklarım varsa, özür dilerim.) Devlet okullarıyla yetinmeyip İskender Paşa Cemaati cami ve medresesi misillû ilim ve irfan yuvalarında şeyhlerin rahle-i tedrisinden geçtiler; ümmet idealinin faziletlerini öğrendiler. Küreselleşme hareketlerini çabucak kavramalarının nedeni de panislamist idealin sadık talebeleri olmalarıdır. Uzun lafın kısası: İslamcı moderniteyi keşfederek Selefi ve Vehhabi Müslüman Kardeşler’le buluştular.
REİSİCUMHUR’UN YANLIŞI
Mehmet Emre Gül ve kuşağı böylesine babaların evlatlarıdır, dehaları şaşırtmamalı bizleri. Ancak Reisicumhur Hazretleri’nin bir yanlışı var, bunu haddim olmayarak yazacağım: Bill Gates bilgisayar alanında büyük bir devrim yaptı. Başkalarının yarattığı olanakları ve babasının forsunu kullanarak büyük alışveriş merkezlerinde kaynamış mısır ticaretine girişmedi. Reisicumhur hazretleri, mahdumu Mehmet Emre Gül Bey’i Türk çocuklarına örnek gösteriyor. Sakın ola bu söze ve benim olmayan torunuma yapacağım tavsiyeye aldanmasınlar: "Babamız kim?" diyerek nüfus kimliklerine baksınlar.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2008
ÇAĞDAŞ demokrasi ve insan haklarının kaynağında bulunan özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarına yürekten bağlı bir yazar ve yazıcı olarak insanların inançlarını kesinlikle eleştirmem. Ancak insanların inançlarını kamu düzenine karıştırıp egemen unsur haline getirme girişimleri karşısında, buna karşı çıkmak ve inancı tartışmak konusunda hak kazanırım. Kendimi şu anda laikliği ve cumhuriyeti savunmak zorunda hissediyorsam, bu, İslamcılar, dinsel-politik teori ve pratikleriyle toplum düzenini tehdit ettikleri içindir.
TÜRBAN KADINLARI
"Nur Suresi 31. Ayet" (26.12.2007) başlıklı yazıma İslamcı gazete ve yazıcılardan dişe dokunur bir tepki gelmedi. Bu yazımda, Kuran’ın örtünmeyle ilgili ayetlerinin bilerek yanlış çevrildiğini ileri süren bir Kuran çevirmeninden söz ediyordum.
İddia sahibi Kuran çevirmeni Mustafa Sağ’ı es geçip bana saldırdılar! Ayrıca özgürlüklerini savunduğum bazı kadınlar da saldırı mesajları gönderdiler. Demek ki bir erkeğin beşinci kadını olmaları, kuma gitmeleri, kocalarının yemek yediği masalara oturamamaları bu kadınları ilgilendirmiyor. Ama türban putuna tapmadan yaşayamıyorlar. Başlarındaki türban putu bir siyasal ideolojinin simgesi olmuşsa, o zaman iş değişir. Çünkü "Dünya nasıl olmalıdır?" sorusunun yanıtına ideoloji denir. Türban putu ideolojisi, Türkiye’yi Pakistan ve Malezya’ya dönüştürmeyi hedeflemektedir.
REKTÖR NE YAPACAK
"Nur Suresi 31. Ayet" yazıma bir muhatap bulamamıştım. Erdoğan Aydın’ın "Öteki Aydın" (Kırmızı Yayınları) kitabında yer alan "Tarihte Dinler ve Kölelik" makalesini okuduktan sonra yazmayı tasarladığım "Kölelik Üzerine"ye bir muhatap arıyordum. Bu kez şansım yaver gitti, buldum: YÖK’ün listesinde ikinci sırada olmasına karşın Cumhurbaşkanı tarafından Bilecik Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan ilahiyatçı Prof. Dr. Azmi Özcan! Çiçeği burnunda YÖK Başkanı, "Allah dininin reformu olmaz!" diyor. (Hürriyet, 27.12.07)
Kendisine ilk sorum şu: Cumhuriyet’in Anayasası ve yasaları Kuran hükümleriyle çelişiyor. Rektörlük görev ve sorumluluklarını yerine getirirken ne yapacak?
HANGİ YASA GEÇERLİ
Rektör’e ikinci sorum aşağıdaki Kuran ayetleriyle (Mealen çeviri: Mustafa Sağ) ilgili:
- "Ey inananlar! Öldürmede size eşitlik farz kılındı. Özgür kişiye karşı özgür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın. Ama öldüren, öldürülenin yakınları tarafından bağışlanırsa, o zaman öldüren taraf uygun olanı yapması ve ölen tarafa diyeti güzelce ödemesi gerekir. (Bakara- 2/178)" / "Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkalarının malı haline getirilmiş bir köle ile, kendine verdiğimiz güzel rızklardan gizli ve açık yoksullara yardım için harcayan özgür kişi, bu ikisi hiç bir olur mu? (Nahl-16/75)" / "Siz, emriniz altında çalışan kimseleri, size verdiğimiz servetinize, kendinize eşit ortaklar olarak kabul eder misiniz? (Rum-30/28)"
Birinci ayete göre kısas ve intikam olarak öldürmek yasak değil. Üç ayete göre kölelik meşru ve eşitlik geçersiz. Şimdi: Kuran hükümleri mi yoksa Cumhuriyet yasaları mı geçerli? Kararsızlara haber vereyim: Bu kafayla Türkiye çok yakında Pakistan ve Malezya olur!
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2008
1926’da kurulan Kámil Koç otobüs şirketi, sadece Avrupa Birliği’ni değil yedi düveli kızdıracak işler yapıyor: 45 x 70 cm’lik bir 2008 duvar takvimi yayınlamış ki ne takvim! Atatürk’ün hiçbir yerde yayınlanmamış 12 fotoğrafı. Olağanüstü bir estetik kalite. Bir de masa takvimi var. O da 12 yaprak. Masa takvimindeki Aralık 2008 fotoğrafının estetik ve anlamsal değerine, güzelliğine paha biçilemez: Atatürk ile gözlüklü, sakallı, kasketli bir emekçi karşı karşıya. Yüzlerdeki ışık, arka plan derinliği, dáhiyane! Ben kutlarım, ama?
ŞAHANE DERGİ
Birkaç yıl önce Yolculuk Şiirleri Antolojisi yayınlayıp yolcularının hizmetine sunan Kámil Koç Otobüsleri, THY’nin Skylife dergisini kıskandırmak için Yolculuk adlı imrendirici bir aylık dergi de yayınlıyor. Koltukların arkasına koydukları bu güzel, içerikli dergiyi bana da gönderiyorlar. Ben kutlarım, ama?
"Sana ne be kardeşim, kültür ve edebiyat işleri sana mı kaldı! Memleketin Kültür Bakanlığı var! Sen şirketten çay dağıt yolcularına!" diyecek bir zihniyet de vardır ve o zihniyet hızını alamaz: "Bu kadar ukalalık yetmiyormuş gibi şimdi bir de takvim çıkarmışlar. Milletim bu takvimi duvarlarına asarsa, her ay sonu bir fotoğrafı çerçeveletip sergilerse, ne olacak? Bunca Atatürk fotoğrafı duvarları işgal edip görüntü kalabalığı yaratırken al sana yenileri. Bir pundunu bulup daha matbaadayken el koymalıydı hükümet. Ama o günleri de göreceğiz inşallah!"
NAZARBONCUĞU!
Türkiye’de bütün devlet dairelerinde, azınlıklarınki de aralarında olmak üzere bütün okullarda, birçok evde, işyerlerinde, kahvelerde, meyhanelerde Atatürk’ün resimleri var. Bu resimlerin arasında zevksiz olanları da var.
Kanun ve kararname zoruyla mı asıyor millet Atatürk fotoğraflarını? Hayır! Kendi rızasıyla, sevgisiyle, aşkla, gelenek ve göreneğiyle. Nazar boncuğu gibi!
Ama bu görüntü bütünlüğüne karşı Avrupa Birliği! Görüntü kirliği yarattığı türünden bir estetik kaygı ile mi? Hayır, bu muhalefetin gerisinde ideolojik ve siyasal kaygılar var: Atatürk tam bağımsızlığın, ulusal devletin, antiemperyalizmin ve özgürlüğün simgesi!
Atatürk fotoğraf ve resimlerini aşkla duvarlarına asmış olan bu insanlar, kanun ve kararname ile mi indirecekler bunları? Despotizm olur bu! Türklerin bu resim ve fotoğrafları kendiliklerinden indirmeleri için Atatürk’ün itibarsızlaştırılması gerekiyor. Avrupa Birliği ve AB’nin Türk lejyonerleri işte bunun peşinde. Kime ne zararı var fotoğraf ve heykellerin?!
DİNSİZ STATÜKOCU!
Benzin ve mazot kokan Kámil Koç otobüs firması kendi haline bakmadan, Atatürk’ü, padişahlığa ve halifeliğe son vererek halkın geçmişini yok eden diktatör; halkın duyarlıklarını ve dinsel bağlarını köreltmeye çalışan dinsiz; Türkiye’nin gelişip ilerlemesine engel olan statükocu; kurduğu halk ordusuyla demokrasinin gelmesini geciktiren despot sayan anlayışlara karşı çıkıyor. Ve böylece AB’yi, emperyalizmi, ulusal devlet düşmanı postmodern ideolojiyi, tarikatları, tekke ve medreseleri karşısına alıyor.
Bu kafayla giderse holdingleşemez, herhangi bir ihale kazanamaz! İflas ettirilmezse haline şükretsin! Atatürk’lü takvim vereceğine, Mızraklı İlmihal ile hacı yağı dağıt be kardeşim!
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2008
TÜRKİYE ekonomik bakımdan kalkındığı, gerçekten demokratikleştiği, gerçekten yasa ve hukuk devleti olduğu, insan haklarını her anlam ve bağlamda gerçekleştirdiği zaman Avrupa Birliği’ne girecektir. Bunun tersi olmayacaktır, yani Avrupa Birliği’ne girdiği zaman, olması gereken çağdaş ve demokratik değişim ve dönüşümler olmayacaktır. İlkin bu gerçeği bilelim!
UMURLARINDA DEĞİL
Avrupa Birliği neden laikliğin garantisi olsun? Türkiye’nin laikliği AB’nin umurunda bile değil. 2008 yılı sonunda Türkiye AB’ye girdi diyelim: Türbanın ürettiği sorun ve fesadı, AKP iktidarının devlet kurum ve kuruluşlarını zorla İslamileştirmesini, eğitim sisteminin medreseleşmesini kendi niyet, karar ve dinamikleri olmadan çözebilecek mi?
Böyle bir düşünce tarzı ütopyadır, Türkçesi ile ham hayaldir. Avrupa Birliği, ramazan ayı ve oruç baskısına nasıl engel olacak? Tarikatların ve medreselerinin zararlı siyasal gücünü anlayabilecek mi? Bu baskıya ancak toplumsal dönüşüm ve laikleşme, bunun sonucu olarak demokrasinin yerleşmesi ve olgunlaşması engel olabilir.
GARANTİ KENDİNDE
Mehmet Ali Birand, "Laik ulusalcılar AB’yi mumla arayacaklar" dedikten sonra şöyle devam ediyor:
"Laik-demokratik sistemimizi korumanın en etkili yöntemini bulmamız gerekiyor. Bu da, Avrupa Birliği’ne tam üyeliktir. Laik ulusalcılar, bugün düşman gibi gördükleri AB’yi, eminim yarın mumla arayacaklar (Posta, 21.12.07).
Elli yıllık arkadaşım Mujik Murat, Mehmet Ali Birand’ın tavsiye ettiği ihale sisteminin daha da etkilisini öneriyor sarakalı (sarkastik) diliyle: "Türkiye için tek çıkar yol ABD bayrağına bir yıldız olarak eklenmektir(!)"
Laik ulusalcıların AB’yi düşman olarak gördükleri düşüncesi yanlış olduğu kadar tehlikeli bir iddia, çünkü Mehmet Ali Birand’ın kendisi de mandacı olmakla suçlanabilir.
AB, Türkiye’nin ne demokrasisi, ne de laik devleti için bir garantidir. Aranan garanti Türkiye’nin kendisinde. İktidarların laik ve demokratik düzene sadık kalmaları, halkın laik ve demokratik düzeni içine sindirmesi. Bütün bunların gerçekleşmesi bütün siyasal partilerin cumhuriyet ilkelerine ve devrim yasalarına bağlı ve bağımlı kalmalarıyla mümkündür.
ADRES YANLIŞ
"Uğraşma zaten almayacaklar" diyenlere karşı, Mehmet Ali Birand’ın savunması hazır: "Hayır, Türkiye kulübe girip koşullarını yerine getirsin, kimse bizi kapının önüne bırakmaz!"
Doğrudur! Kapının önüne bırakmazlar! Ama Mehmet Ali Birand’ın feci bir mantık yanılması var: AB’ye girecek lokomotifin makinisti laik ulusalcılar değil, ılımlı İslamcı Nakşibendi AKP iktidarı. Tavsiye ve çıkışmayı ona yapmalı, adres yanlış!
Mehmet Ali Birand’a benden bir tavsiye: Avrupa Birliği’nden, laik ve demokratik düzeni garanti eden noter onaylı bir belge getirsin!
Laik ulusalcılar kendi işlerini kendileri görmek istedikleri için, bağımsızlık aşkıyla böyle bir garanti belgesini kabul etmezler. Ama AB zaten böyle bir garanti belgesi vermez, verse bile ılımlı İslamcı Nakşibendi iktidar amacına engel olacağı için böyle bir belgeyi almaz, tebellüğ etmez! Kurda emanet edilen kuzuyu Avrupa Birliği nasıl kurtaracak?
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2008
ZAMAN Gazetesi, güdümlü bir gazete! "Muvazzaf" zabitleri de "ihtiyat" zabitleri de güdümlü! Söyleşi için davet edilenler de ya güdümlülerden ya da saat gibi kurulanlardan seçiliyor. Söyleşi yapanlar genellikle çok acemi ve soru sorma tekniğinden habersiz kimseler. Ama hepsi güçlü bir takım ruhuyla donanmış. Bunun en somut örneği, Ali Çimen ile Yasin Yağcı’nın Erik-Jan Zürcher ile yaptıkları söyleşide görülüyor (Zaman, 22-23.12.03).
* * *
Ali Çimen ile Yasin Yağcı soruyorlar:
- "Bu süreçte halk nerede? ’Biz Osmanlı’yı kaldırıyoruz, siz ne diyorsunuz ey ahali?’ gibi bir durum söz konusu oldu mu?"
- "Bu güvensizlik neden? Halk mı çok aşağıda yoksa onlar mı çok yukarıda bir yerlerdeydiler?"
- "Cumhuriyeti kuranların Anadoluluğu çok azdı o halde?"
- "Bu kadronun Osmanlı’nın dağılışının faturasını İslamiyet’e kestiği ve yeni ulus inşası sürecinde İslam yerine Türklüğü ikame ettiği söylenir. Buna katılıyor musunuz?"
- "Sizce Cumhuriyet devrimi tepeden inmeci bir devrim miydi? Diktatoryal özellikleri var mıydı?"
- "Peki bu kadronun başındaki Atatürk... Bir demokrat mı, yoksa diktatör mü?
Şimdiye kadar böylesine yontulmamış sorularla karşılaştığımı anımsamıyorum. İstenen cevaplar soruların içinde. Profesör sıfatlı Erik-Jan Zürcher de istenen cevapları kuzu kuzu veriyor. Muhterem profesör, Türkiye’de yaşasaymış oyunu AKP’ye verirmiş zaten.
Ben de muhterem profesörün inancı ne olursa olsun (Hıristiyan, Müslüman, Budist, Teist ya da Ateist), Fethullahçı olduğunu düşünüyorum.
Kim bu ünlü Prof. Dr. Erik-Jan Zürcher? Bir Türkolog. Hollanda Leiden Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde görevli. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yapmış olduğu katkılardan dolayı TC Dışişleri Bakanlığı tarafından 2005 yılında Üstün Hizmet Madalyası ile ödüllendirilmiş.
Bu Üstün Hizmet Madalyası işinden sonra Hollanda’da yaşayan bir okurum, "Türkiye, etnik temizlik üzerine kurulmuş etnik bir devlettir!" diyen birine nasıl ödül verirsiniz, diye sorarak, zamanın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü istifaya davet etmişti.
Okurum, Erik-Jan Zürcher’e, Hollanda devlet arşivlerinde bulunan ama Ermeni iddialarını desteklemeyen belgeleri "Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928)" adlı kitabına neden almadığını soruyordu. Ardından ekliyordu: "Buna rağmen soykırım olmuştur, Türkler bunu kabul etmelidir! diyorsunuz."
* * *
Böyle bir muhtereme neden Üstün Hizmet Madalyası verdiğini ne zamanın Dışişleri Bakanı, ne de günümüz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül açıklayabilir.
Zaman Gazetesi’ne gelince: Kaf Dağı’nın ardındaki laik Cumhuriyet düşmanı bütün beynelmilel Fethullahçıları bulup er meydanına(!) çıkartıyor. Aşkolsun!
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2008
1923-1945 Türkiyesi, aynı dönemin Avrupası ve ABD’si ile çelişmiyordu. Ne ideoloji, ne zihniyet, ne de pratik olarak. 1945-1950 bir geçiş dönemi olarak değerlendirilebilir. Çelişki 1950’den itibaren başladı. Türkiye’nin 1923-1945 dönemini değerlendirirken kin ve öfkelerinin, bireysel hesaplaşmalarının tutsağı olmuş bir aydın kesimine karşı 1980’den bu yana mücadele veriyorum. Bu insanların bir bölümü, bu 22 yıllık dönemde neden sosyalizm kurul(a)madığını sorguladı. Bir bölümü ise aynı dönemi hayali bir demokrasinin mihenk taşına vurdu. Birinci grubun bir bölümü 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra ikincilere katıldı.
* * *
1923-1945 dönemi Avrupası’nda Türkiye’nin kendine örnek alacağı başarılı olmuş bir model yoktu. Var olduğunu söyleyenler bu modelin, modellerin adını versin! Bu dönem Avrupası’nda demokrasi de, kapitalizm de, liberalizm de derin bir bunalım yaşamaktaydı. Sovyetler Birliği’nde komünizm can ve kan pahasına başarı kazandıkça bu bunalım daha da çoğunlaştı. Bu dönemde Avrupa’da üç ideoloji egemendi.
1. Komünist yönetim ve sosyalizm.
2. Faşist yönetim ve faşist kapitalizm.
3. Tuhaf bir demokrasi ve otarşik (ulusal düzeyde kendi kendine yeterli olma) kapitalizm.
* * *
Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Çarlık Rusya imparatorluklarının yıkılmasından sonra, iki savaş arasında, Avrupa müthiş bir bunalıma girmişti. "...her taraftan demokrasi krizi -hatta felaketi- sözlerinin duyulduğu bir dönemdi" (Hans Kelsen, 1932); "Özgürlük... Bu söz birçok kişinin gülümsemesine yol açar. Demokrasi... Parlamentolar... Parlamentolar hakkında kötü söz söylemeyen çok az kişi vardır?" (Francesco Nitti, 1927)
Komünist ve faşist ekonomilerde demokrasinin sözü bile edilmiyordu. Otarşik ekonomilerde ise Hans Kelsen ile Francesco Nitti’nin ("Karanlık Kıta" S.1) dediği gibi hiçbir şeye benzemiyordu.
* * *
Türkiye’nin devletçi ve otarşik ekonomiyi seçmesinin nedenlerini anlamak isteyenler, kapitalizm ile demokrasinin can çekiştiği 1920-1945 dönemi Avrupa’sını mutlaka çok iyi incelemelidir. Bu dönem Avrupası’nın beceremediğini aynı dönemin Türkiye’si başaramazdı.
Türkiye’nin değil ama Avrupa’nın bu bunalım dönemini Mark Mazower’in "Karanlık Kıta, Avrupa’nın 20. Yüzyılı" (Bilgi Üniversitesi Yayınları) adlı kitabında okumak mümkün. Mark Mazower, 20. Yüzyıl Avrupası’nı farklı ve alışılmışın dışında yorumlarla ameliyat ediyor.
Bu kitabı başta Bilgi Üniversitesi öğretim üyeleri olmak üzere tarihçiler, sosyologlar ve ekonomistler mutlaka okumalı. Çünkü 1980 sonrasının tarihçileri, felsefecileri, sosyologları ve ekonomistleri tercümeci olmayan birkaç istisna dışında toptan sınıfta kalmış ve "okul"dan kovulmuştur.
İkinci Cumhuriyetçi ve İslamcı gazete yazıcılarının sözünü bile etmiyorum. Okusalar da anlamazlar, anlamak istemezler!
Yazının Devamını Oku