26 Şubat 2008
MİLLİYET Gazetesi (17.02.08), YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın Eğitim Komisyonu’nun başına getirdiği Prof. Dr. Halis Ayhan ile yaptığı bir söyleşiyi yayınladı. Prof. Ayhan’ın yanıtlarında benim yıllardır söylenmesini beklediğim gerçekler var. Ayı avcısı, kendi kazdığı kuyuya düşüyor: 2 SORU, 2 CEVAP
MİLLİYET: İmam hatip öğrencileri din görevlisi olmayacaklarsa bu okullar amacından çıkmaz mı?
PROF. DR. HALİS AYHAN: Birincisi, bu liseler din eğitimi yapacak eleman ihtiyacına cevap veriyor. İkincisi, liselerde din eğitimi isteği var. Aile "imam, hatip olmasın ama dinini iyi öğrensin" istiyor. Kızların imam, hatip olması zaten mümkün değil. "Devletim okul açmış, müdürünü, öğretmenini tayin etmiş, ben devlete güveniyorum, çocuğum burada okusun" diyor. "Bu yöntem bilimsel değil" diyen arkadaşlarıma soruyorum. Bu yeterli değilse yerine ne koyalım?
MİLLİYET: Batı’da imam hatip lisesi modeli var mı?
PROF. DR. HALİS AYHAN: "İmam hatip lisesi modeli Batı’da yok. Doğu’da yok. Nereden çıktı?" diye eleştirenlere şunu söyleyebilirim: Bu Cumhuriyet’in kurup geliştirdiği bir model.
3 MART 1924
Söyleşiyi kim, kimler yaptıysa hararetle kutlarım. Çin işkencesinde, Filistin askısında bile alınmayacak bilgileri almışlar Prof. Dr. Ayhan’dan.
Prof. Dr. Halis Ayhan, imam hatiplerin ruhsatsız işporta tezgáhları gibi açıldığını sanıyor galiba. Ruhsat var: 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği Yasası). Bu yasanın imam hatiplerle ilgili maddesini Prof. Dr. Halis Ayhan’a hatırlatalım:
"Eğitim Bakanlığı, yüksek diyanet uzmanları yetiştirmek üzere üniversitede bir ilahiyat fakültesi kuracak ve imam ve hatiplik gibi din hizmetlerinin yerine getirilmesi göreviyle yükümlü memurların yetişmesi için de ayrı okullar açacaktır."
DİN DEVLETİ KAPISI
Yasanın sözünü ettiği okullar günümüzün (güya ve sözde) imam hatip liseleridir. Bu okulun mezunlarının görevleri de yasa tarafından belirlenmiş: İmamlık ve hatiplik yapmak.
Peki yasada "Çocuklar imam ve hatip olmasın ama dinini öğrensin!" maddesi var mı? Yok! Yasaya uymak zorunlu değilse, bari dinini bilen berber ve sünnetçi de yetiştirsinler!
İmam hatiplerde kızların okuması, yasanın amacına aykırıdır. Kız öğrenci alımına derhal son verilmesi gerekmektedir. Prof. Dr. Halis Ayhan, imam hatiplerin benzerlerinin dünyanın herhangi bir ülkesinde bulunmadığını söylerken çok haklı. Kimi İslamcı yazıcılar ve siyasetçiler gibi, yüz yıldır laik eğitim yapan eski kilise okullarını örnek göstermeye kalkışmaması çok önemli. İşin doğrusu da bu. Fransa’da imam hatip okuluna benzeyen "Petit Seminaire"lerin en sonuncusu 1975 yılında kapatılmıştı. Prof. Dr. Halis Ayhan’a bir tavsiyem var: 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı yasayı buldursun ve gerekçesiyle, TBMM’de yapılan konuşmalarla birlikte birkaç kez okusun. Yapılması gereken şu: Bu okulları özgün amaçlarına uygun olacak şekilde yeniden organize etmek!
Başbakan, "Din devleti kurmak gibi bir niyetimiz" yok diye yemin ediyor, ama Prof. Dr. Ayhan’ın sözleri onu yalanlıyor. Çünkü günümüz İHL, din devletine açılan kapıdır!
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
HAFTALARDIR insanın midesini bulandıran işlerle, fitne ve fesatlarla boğuşuyorum. Bugün hamama girip temizlenmek niyetine, insanlığı onurlandıran bir yazara söz vermek istiyorum: * * *
["Adam, pencerenin önünde dikilmiş, yağan karı seyrediyor. Apartmanın sekizinci katında pencere. Sadece kar görünüyor; aralarda savrulan koyu duman renkleri, karın içinde bir görünüp bir kaybolan gökyüzü parçaları. / O dumanların arasında, küçük toprak evden bir kadın çıktı. Omuzlarını kısarak hırkasının önünü kavuşturmuştu. Üşüyordu. Koşarak evin kapısının yanındaki küçük ahşap kapıya geldi. Aceleyle kapıyı açtı. Ağzından, burnundan buram buram beyaz dumanlar çıkıp karlar içindeki çevreye yayılıyordu. Kapıyı açınca, ayaklarının dibine yuvarlanan tezekleri, aceleyle elindeki sepete doldurup kapıyı kapamasıyla koşup evin kapısından girmesi bir oldu. Pencerenin önünde kar yağışını seyreden adamın omuzlarından bir titreme geçti; birden uyanıverince, gördüğü düşü anımsayamayanın tedirginliğine benzeyen bir titreme. Gözlerini yumdu, ama tutturamadı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarının ıslaklığına şaştı; elinin tersiyle silerken. Gözlerini açmadı. İmgeleminde yarım kalanı, düş gücüyle kurmaya çalışıyor.
Sonsuz bir kar dünyasının bembeyazlığı içindeki o toprak ev, Türkiye’nin uzak, çok uzak, Doğu illerinden birindeydi. Yıllardan 1930’ların sonu, 1940’ların başı. Kadın bir odaya girdi. Oda sıcacıktı. Orada bir maşinga yanıyor, üzerinde çaydanlık, etrafa kızgın sular fışkırtarak fokur fokur kaynıyordu. Kadın çaydanlığın kapağını araladı. Maşingaya bir iki tezek attı. Yandaki kapağı açıp kızaran böreğe bakarak kapadı. Köşedeki muslukta ellerini yıkarken güzel gözlü küçük oğlanın sesi duyuldu: "Anneeeee!" / Kadın sedire doğru seslendi:
"Yavrum! Uyandım mı sen?" / "Borek oldu mu?" / Kadın sedire oturup oğlanı kucağına aldı. Yanağından, boynundan koklaya koklaya öperek güldü. / "Olmaz mı?" dedi. "Borek değil kuzum. Börek de bakayım." / "Borek!" / "Borek diyen ağzını seveyim senin. Borek oldu. Az bekle, baba da gelsin, abiş de gelsin, ablaş da gelsin, çay demlensin?" Küçük oğlan, kollarını annesinin boynuna doladı. Hayalinde kurulan sofra için gülümsedi.
Bu öyle güzel bir manzaraydı ki, kar dayanamadı, lapa lapa yağmaya başladı. / Pencerenin önünde dikilen adam gizlice içini çekti. Tam o sırada, yanına gelen karısı, ona arkasından sarıldı. / "Oo! Kar amma da hızlandı," dedi. Adam yanıtlamadı. Kadın, başını onun sırtına dayayarak: / "Kar böyle yağınca ben hep dağ yıllarında sefer yapan kamyonları düşünürüm biliyor musun?" dedi. "Onlar için hep üzülürüm. Dua ederim." Adamdan ses gelmedi. Kadın bir önseziyle eğilip yandan, ses çıkarmayan kocasının yüzüne baktı. Gözyaşlarının izini görünce yanağında, ellerini onun pantolon cebindeki ellerinin yanına sokarak, usulca ensesinden öptü. Öpücük ona dedi ki: "İyi ettin: Çok hüzünlendi." Kadın da öpücüğe dedi ki: / Hiçbir zaman dünyayı bilemeyeceğim." O sırada adam onun ellerini tutarak cebinden çıkardı. Döndü onu omuzlarından sarsarak: "Sen maşinga nedir bilmezsin. Bak sana anlatayım?" dedi."]
* * *
Öykünün adı: Maşinga. Kitabın adı: Gülün İçinde Bülbül Sesi Var. Yazar: Nezihe Meriç. Yayınevi: YKY. 114 sayfa. Bir başyapıt, bir baş yapıt; bir şaheser, bir şah eser!
* * *
ÖZEL NOT: Cumhurbaşkanı’nın Anayasa değişikliğini TSK’nın Irak harekátına başladığı gün onaylaması yakışıksız bir fırsatçılıktır.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2008
AHMET Z. Özdemir’in gönderdiği 11 Şubat 2008 tarihli mektubu birlikte okuyalım: "Kuran’daki Nur Suresi’nin 31. ayetinde geçen örtünme konusunda gerçekleri yazıyorsunuz. Yazıyorsunuz da gerek din adamlarından gerek aydın dediğimiz çevrelerden hiç ses çıkmıyor. ’Yahu bu adam ne diyor, bunun aslı esası nedir?’ diye merak edenler de yok. Hiç duymamış gibi davranıyorlar.
Bin yıllık bir yalan bir ölü toprağı gibi üzerlerini örtmüş. Korkularından olacak, kılları bile kıpırdamıyor. Beni en çok üzen ise ulemanın safran yutmuş gibi sus pus olmalarıdır. Diyanet İşleri Başkanı bile ’Sözlüklere bakarak bu iş olmaz, bunca yıldır süren gelenek böyledir’ anlamında bilimsel (!) açıklamalar yapıyor. Ortaya çıkıp gerçekleri söylemiyor. Böylece bunca yıldır söylenen yalanlara ortak oluyor. İşte balık böyle böyle baştan kokar. Sözlüklere bakmayalım da hangi ulemanın sözüne bakalım?
Ali Bardakoğlu daha önce de ’Başörtüsü İslam’ın önşartı değildir’ (Milliyet, 01.03.06) demişti. Sözü uzatmıyorum. Size bu konuyla ilgili, çeşitli dergilerde yayınlanan yazılarımı gönderiyorum."
* * *
Konuyla ilgilenen ya da ilgilendiklerini yazılarında görebildiğim meslektaşların hakkını yemeyelim: İlhan Selçuk (Cumhuriyet, 09.02.08), Melih Aşık (10.02.08), Mehmet Y. Yılmaz (Hürriyet, 11.02.08), Necati Doğru (Vatan, 15.02.08) gereken ilgiyi gösterdiler. Ve Vatan Gazetesi yazarı Ruhat Mengi işin hiç peşini bırakmadı. Hepsine teşekkür ederim!
Yalan ve dolan, istismar ve sömürü politikası hiç bu kadar kemiğe dayanmamıştı, rejimi bu denli açık eylem ve mesajlarla, "teori ve pratik olarak" hedef almamış idi. Bu nedenle artık, konuşulmayan konuşulacak, tartışılmayan tartışılacak!
Ahmet Z. Özdemir’in gönderdiği yazıları dikkatle okudum: "Ardıç Kuşu" dergisinin Haziran 1999 (sayı: 3), Kasım 1999 (sayı: 8) ve Kasım 2007 (sayı: 104) sayıları ile "Çağdaş Türk Dili Dergisi"nin Ekim 2002 (sayı: 176) sayısında yayınlanan yazısını...
Ahmet Z. Özdemir’in, Muhammed Bin Hamza’nın 14. yüzyılda yaptığı çeviriden, benden çok önce 1999 yılında söz etmesi (Ardıç Kuşu, Sayı: 8) beni hem şaşırttı, hem de çok sevindirdi.
Ahmet Z. Özdemir yeni bir tartışma yaratması gereken bir noktayı işaret ediyor: Nisa suresinin kırk yedinci ayetinde geçen ’edbar’ sözcüğünü ’geri, arka, ense’ diye çevirerek Kitap’ta olmayan anlamları yükleyen pek çok. ’Edbar’, ’Dübür’ün çoğulu değil mi?"
* * *
Şimdi "dübür-edbar" işine girişecek değilim. O da karışık. Yalnız bir şey söyleyeceğim: Tartışılmak üzere özgürlükler masaya sürüldüğü zaman "kutsal" da tartışılır! Cumhuriyet ve ilkeleri, laiklik, demokrasi, anayasa, yasalar, "devletin bölünmez bütünlüğü", ulus devlet, kimlikler tartışılacak ama türbanlının inancı tartışılmayacak! Yok bre! İnançlar da, Kuran çeviri ve yorumları da tartışılır! "Bu işler Hürriyet Gazetesi’nin Marksist, ateist, jakoben yazarına kalmadı" diyenler ve diyecek olanlar çok haklı. Bana kalmamalı. Kalmamalı da, "Kuran ister doğru, ister yanlış tercüme edilsin, önemli değil. Bu insanlar inanıyor!" diyen Birikimli aydınlara mı kalmalı? Onlara ben bağlı eşeğimi bile emanet etmem!
Bir de şu var: İslami kesimin dut yemiş bülbül gibi susan şair ve yazarları ne diyor bu işe?
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2008
TÜRBANI savunan asri bayanların gözü aydın: Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi, 17 Şubat 2008 Pazar günü "İnsan ve Káinat" konulu bir seminer düzenlemiş; seminercinin adı Hasan Tanrıverdi (Eğitimci); konferans mekánı: Eğitim-Bir Sen’in Konferans Salonu. Salonda "hanımlar için özel yer" ayrılmış. "Tıpkı bazı aşevlerinde, kebapçı dükkánlarında olduğu gibi!" diyeceğim ama onlarda özel yer aileler için. Karı-koca ayrı oturmazlar!!!!!!!!!
Eğitim-Bir Sen’in bir Risale-i Nur seminerine salon tahsis etmesi, kuşkusuz bu sendikanın üyelerinin sorunu ama yöneticilerinin de siyasal tercihlerini ifşa ediyor.
Bir "veli" nezaretinde olmayan türbancı asri bayanların da gözü aydın ola! Nurcu erkeklerin sarkıntılıklarından böylece korunmuş oluyorlar. Bu vesile ile Nurcu cemaatin bir arada oturmamasının gerçek nedeni de anlaşılmış oluyor. (Bu kadar propaganda yeter!)
TÜRBANLI ÖZGÜRLÜK
Nilüfer Göle gibi bazı asri bayanlar ile demokratik, liberal ve "muhafaza-i kár" erkekler, Müslüman kadınların türban takarak evden dışarı çıkabildiklerini, kamusal hayata katılabildiklerini, özgürleştiklerini ileri sürüyorlar. O zaman aklıma şu geliyor: Peki efendim Müslüman Türk kadınlarını evlere kapatan, ancak türbanlayarak dışarıya çıkmasına izin veren kim? Peki, bu türbanlanarak özgürleşen kadınlar, günün birinde asri bayanlar gibi, kocalarından uzak kentlerde ve ülkelerde tek başlarına çalışabilecekler mi?
Bir de üniversiteye kadar normal bir genç kız olarak gelen ancak üniversitede örtünen kızlar var. Bu türden özgürleşme’nin normal koşullarda, normal ruh sağlığı içinde olduğunu kim anlatabilir? Bu türden özgürleşmelerin tarikat yurtlarında ve tarikat bursları sayesinde gerçekleştiği çok iyi biliniyor. Her kasabada, her ilçede, her kentte onlarca örneği var bu yurtların. Öte yandan, ergin yaşta bile isteye örtünmenin sağlıklı bir eylem olduğunu kanıtlayacak bir bilgin var mı?
SİZ DE ÇAĞDAŞLAŞIN
Şimdi gelelim Vehbi’nin kerrakesine! Değişik mesleklerden bazı başı açık asri bayanlar televizyonlarda (deyim mazur görülsün) ağızları köpürerek türbanı sınırlandıranları faşistlikle, zalimlikle, demokrat olamamakla, insan haklarına saygısızlıkla suçluyorlar. Türban takan hanımlar bunu inançları, bireysel özgürlükleri için yapıyorlarmış. Böylece türban terörünü onaylamış oluyorlar.
Demek ki türban takmak bir tür özgürleşme, rüştünü kanıtlama (emansipasyon) eylemi oluyor. Derler ya, bu da bir görüş! Ancak bu kadınların, kendilerini ezen ailelerine, baba ve erkek kardeş sultasına; ümüklerini sıkan dindaş ve tarikatdaş baskısına karşı boyun eğip, kendilerine insan muamelesi yapan Cumhuriyet devrimlerine babalanmalarını akıl ve mantık ile bağdaştırmak mümkün müdür? Efendim!
O zaman aklıma geliyor: Türbanı savunan başı açık asri bayanlar da başlarını örterek neden özgürleşmek, çağdaşlaşmak istemiyorlar? Neden türbanlı hemşireleriyle birlikte cennete gitme şansından yararlanmıyorlar? Bu kadar fedakárlık da çok fazla olmuyor mu artık!?!
Türbanı savunan bütün başı açık asri bayanlar, lamı cimi yok efendim, birleşiniz ve türbanlanınız! İlaveten, Risale-i Nur Enstitüsü’nün seminerlerini kaçırmamanız bilhassa ve hassaten tavsiye olunur!
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
İSLAMCI, İslam rönesansını kendi elleriyle iğdiş etmiş, suçu başkalarında arıyor ya da aç tavuğun gördüğü rüyayı görmeye çalışıyor. Zavallı! Zavallıdan da beter! Kimse İslam’ın Altın Çağı’nı inkár etmiyor! Bilen Endülüs uygarlığının, Toledo Çeviri Okulu’nun ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Ne yaptınız onlara? Yoksa Mustafa Kemal Paşa (geçmişe işler) bir yasa çıkartarak kapılarına zincir mi vurdu?
Hesap faturasını Moğolların Bağdat istilasına çıkartıyorlar ama İmam Gazali’yi neden sorgulamaya yanaşmıyorlar? İslam, İmam Gazali’den kurtulmadan çağdaşlaşamaz!
NE OLDU İSLAM’A
Aslına bakarsanız, İslami tereke ile böbürlenen günümüzün züğürt İslamcılarına karşı olabildiğince acımasız olmak; arpa ambarı rüyalarından uyandırmak için dünyalarını paramparça etmek gerekiyor! Öyle ki otoyolda ezilmiş kurbağaya dönsünler, belki o zaman dirilme olanağı bulup özeleştiri yapmak gerekliliğini duyumsarlar. Ve kendilerine "Ne oldu bize?" sorusunu sorarlar. Gerçekten ne oldu İslam’ın dünyasına? Bu sorunun yanıtına geçmeden ilgililere üç okuma ödevi verelim: 1. Abdelwahab Meddeb, "İslam’ın Hastalığı", (Metis Yayınları, 2005); 2. Erdoğan Aydın, "Öteki Tarih", (Kırmızı Yayınları, 2008), ("Yeniçağ’ı İstanbul’un Fethi mi Başlattı?" adlı makale); 3. Amin Maalouf, "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri", Telos Yayınları, 1997 (Sadece 6 buçuk sayfalık "Sonsöz"). Ve şimdi el cevap:
GERİLİĞİN 3 NEDENİ
İslam dünyasının müzmin geri kalmışlığının benim saptadığım üç nedeni var:
1. IX-XI. yüzyıllarda yaşanan Arap aydınlanmasının nedeni fetihlerde kazanılan ganimetlerdir. Bu fetih gelirleri sayesinde kentler ve ticaret gelişti. Grek uygarlığının birikimleri Arapça’ya aktarıldı ve Arap rönesansı başladı. Ancak üretim düzeni kurulamadığı için fetihlerin durmasıyla meydana gelen tıkanma dogmatizmin oluşmasına yol açtı.
2. Gazali dogmatizminin düşünsel mücadeleyi kazanması, filizlenmeye başlayan düşünce motorunun Endülüs Emevileri aracılığıyla Avrupa’ya yayılmasını sağladı. Buna karşılık Gazali dogmatizmi İslam dünyasını çöle çevirdi ve çöl hálá devam etmektedir.
3. "Peygamberin cemaati, 9. yüzyıldan itibaren kaderine egemen olmaktan uzaklaşmıştır. Yöneticilerin neredeyse tamamı yabancıydı. İki yüzyıllık Frenk işgali sırasında resmi geçit yapan çok sayıda yöneticiden kaçı Arap idi? Vakanüvisler, kadılar, birkaç yerel küçük emir ve iktidarsız halifelerden başka? Fakat gerçek iktidar sahipleri, dahası Frenklere karşı mücadelenin başlıca kahramanları"nın çoğu Türk, bazıları Kürt ve Ermeni idi. (A. Maalouf, s. 335-336)
TETİKÇİLER ANLAYAMAZ
İspanya üzerinden Avrupa’ya yayılan yeni düşüncenin Rönesans ve Reform’a katkıda bulunması Müslüman Doğu için böbürlenecek bir olgu değildir. Müslümanlar kovdukları özgür ve yaratıcı düşünceye kapılarını açacaklarına hálá ona işkence etmeyi sürdürmektedirler. Buna karşılık, geçmişin görkemine yeniden kavuşmak için köklere dönmekten başka bir çare düşünmüyorlar. Köktendincik, Selefilik, Vehhabilik, Müslüman Kardeşler, Hamas ve Milli Görüş’ün terör saplantısı Gazali dogmatizminden kaynaklanmaktır. Ama iktidarın (basında) tehditler savuran iş takipçilerinin, tetikçi lejyonerlerinin, "canlı bombaları"nın bunu anlaması mümkün değil!
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2008
BUGÜN halkevlerinin açılmasının yıldönümü (1932). Demek ki 19 Şubat 1932 günü açılmış ilk halkevi. 76 yıl. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi tarafından 11 Ağustos 1951 tarihinde kapatıldığına göre 19 yıl 5 ay 22 gün yaşamış. Adnan Menderes, 12 Aralık 1950 günü DP Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: "Halkevleri denilen müessese bugün toplumsal yapımızda bir diken gibi, bir yabancı cisim gibi önemsiz bir şeydir. Toplumsal, siyasal bir işlevi kalmamış, kapılarına zincir vurulmuştur. Buyurdular ki halkı demokrasi terbiyesi ile yoğuracak kurumlar haline getirmek lazımdır. Kendilerini ikaz ederim, hiç farkında olmadan totaliter bir zihniyetin ifadesinde bulunuyorlar." (Ş.Çizmeli, "Menderes, Demokrasi Yıldızı", S.484)
Bu eleştiriyi yapan insan, çok değil, 5 yıl önce CHP Milletvekili ve Parti Müfettişi idi. Gittiği her kentte halkevini ziyaret ve teftiş ediyordu.
MENDERES BAŞKANDI
Halkevlerini acımasızca eleştiren Adnan Menderes, siyaset hayatına Aydın Halkevi Başkanı olarak başlamıştı. Aydın Halkevi Başkanı Adnan Menderes, 19 Şubat 1932 tarihinde şunları söylüyordu: "Geçen yıl Gazi Hazretleri’nin kafasında olan halkevleri düşüncesi bugün gerçekliğe kavuşmaktadır. Ulusal amaçları kökleştirecek, sosyal ve ulusal dayanışmayı destekleyecek olan bu kurum, halkın içten desteğine gereksinme duymaktadır." (Anıl Çeçen, Halkevleri, Gündoğan Yayınları, S.246)
TEKKEYE GÖZ YUMDULAR
Halkevleri, CHP’nin bir yan kuruluşu olarak kurulmuştu. Daha sonra 1947 CHP kurultayında halkevleri için özel bir komisyon kurularak rapor hazırlanmış ve ilke olarak vakıf statüsüne geçirilmesi ve bağımsız bir yapıya kavuşturulmasına karar verilmişti. Ancak CHP her zamanki savsaklama yüzünden bu tasarıyı gerçekleştiremedi.
Demokrat Parti, halkevlerinin CHP ile ilişkisini eleştirirken bu kuruluşların belediyelere devredilmesini istiyordu. Ancak kendileri iktidara geçince bunların belediyelere devredilmesi önerilerini unutup CHP’nin mallarına el koymak için çıkardıkları yasa ile bütün halkevlerini ve halkodalarını kapattılar. Halkevlerini kapatan Demokrat Parti, artık gizli tekke ve medreselerin faaliyetlerine göz yumuyordu.
İKİZİ FRANSA’DA
1940 yılında, halkevlerinde verilen 2835 konferansı 1 milyondan fazla insan dinlemişti. Türkçe, yabancı dil, biçki-dikiş, müzik, resim, heykel, çiçekçilik, muhasebe, motorculuk, daktilo gibi kurslara 345.672 kişi katılmıştı. Kitap sayısı 349.093’e, okur sayısı ise 2 milyona ulaşmıştı. 38 halkevinde sinema salonu açılmış, 26’sı düzenli olarak dergi yayınlamaktaydı. Kapatıldıklarında 48 halkevi ve 4322 halkodası vardı. Halkevlerinin ve halkodalarının amacı, uluslaşma süreci içinde okul eğitimi ile halk eğitimini birlikte götürmek idi. Halkevleri, çalışma kollarıyla çevre ve bölge halkıyla kaynaşmaya aracılık edecekti.
Kuruluşunda çalışan ve başkanlık görevleri yüklenen DP kadrosunun halkevlerini kapatması, ülkemiz kültür hayatına öldürücü bir darbe indirdi. DP eleştirilerinde önerdiği gibi halkevlerini belediyelere bağlamış olsaydı, ülkemiz şimdi bulunduğu yerin çok ötesinde olur, belki de bazı sorunları sorun olmaktan çıkardı. DP ülkenin hizmetinde kullanılabilecek bir olanağı yok ederken, Charles de Gaulle’ün kültür bakanı, büyük yazar ve kültür adamı Andre Malraux, on yıl sonra, 1961 yılında, günümüzde de yaşamakta olan kültür evlerinin ilkini Le Havre kentinde açıyordu. Bu kültür evleri, halkevlerinin ikiz kardeşidir!
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2008
GAZETE yazıcıları arasında bir "Özdemir İnce Manyakları Grubu" var. Sayıları çok fazla değil. Yıllar geçtikçe hastalıkları iyice ağırlaşmaya, "Özdemir İncemania" kalıcı ve bulaşıcı olmaya başladı. Yakında bazılarına deli gömleği giydirilirse hiç şaşırmam! HASTA MUHTEREM!
Bunlardan biri dokuz-on yıl kadar önce bana telefon edip kendini tanıttı: Bir gazetede köşe yazıcısıymış ve de hikáye yazıyormuş. Tanımıyordum. Ayıp olmasın diye bir şey söylemedim. Simyacı’yı çeviren kişi olup olmadığımı sordu. İstemeye istemeye "evet" dedim. Bunun üzerine Simyacı’da anlatılan öykülerin Kuran’da yer almasına karşın yazdığım dip notlarında neden Tevrat ve İncil’i referans verdiğimi sordu.
Kendisine, bu üç kitap ister Tanrı vahyi, ister insan elinden çıkmış olsun, Tevrat’ın İncil’e, Tevrat ve İncil’in de Kuran’a kaynaklık ettiğini; Tevrat’ın gerisinde ise Mezopotamya mitolojisi bulunduğunu söyledim.
"Siz Yahudi misiniz?" diye sordu. "Nereden çıkardınız?" dedim. "Tevrat ve İncil’i çok iyi biliyorsunuz" dedi. "Kuran’ı da iyi bilirim!" dedim. Bu muhterem o tarihten bu yana çok "hasta!". Yazılarımda adının geçmesi için belki de yatırlara mum yakmakta!
PARİS’E SORUN
Hiçbir zaman yazılarımın konusu, hedefi olmaz bu zevat! Ama paranoya dolayısıyla karşımda açmaza düştüklerini sandıkları zaman şairliğime zayıf not verirler. Şu anda "Beşinci Sınıf Şair" muamelesi görüyorum. Ve elbette gülüyorum! Dağlar-taşlar da gülüyor!
Zuladan çıkardıkları ikinci kart ise Hürriyet Gazetesi’nin "Mini Etekli Kızı Diri Diri Yaktılar" (20.12.03) manşeti. 20.12.03 tarihinde ilk bölümü yayınlanan dizi yazım meğer yalanmış, asparagasmış, Mağripli İslamcılar hiçbir kızı yakmamışlar. Beni Basın Konseyi’ne şikáyet ettiler. Kanıtlarımı inceleyen Konsey, şikáyeti geri çevirdi. Çıldırdılar! Dizi yazıma "2004 Yılı Bülent Dikmener Ödülü Özel Jüri Ödülü" verildi, bir kez daha çıldırdılar.
Kendilerine kaç kez yol gösterdim. Bir kez daha yineleyeceğim: Paris’te yaşayan bir İslamcı ya da Fethullahçı avukat bulun. Avukat, Paris Emniyet Müdürlüğü’ne (Prefecture de Police) dilekçe verip olayın olup olmadığını sorsun. Paris Emniyet Müdürlüğü’nün vereceği cevabı Zaman, Yeni Şafak ve Vakit gazetelerinde yayınlasınlar. Ellerinde beni mat etmek için bir tek olanak var: Paris Emniyet Müdürlüğü’nün yazısı! Gerisi "lagaluga!"
EKMEKPARASI!
Geçmişimde karanlık, bulanık, lekeli bir noktayı haldır haldır aradıklarını biliyorum. Boşuna gayret, bulamazlar! Kendilerine bir olay anlatayım, belki ders alırlar:
Bendeniz yıllar önce TRT Televizyonu Program ve Yayın Planlama Müdürü’yken, sola ihanet ettiğimi yazan bir gazeteci vardı. Kendisi solcu, sosyalist ya da komünist değildi. Çıkarcıydı
Bir gün sabah odama geldiğim zaman, benimle birlikte çalışan üç şube müdürü ile oturduğunu gördüm. Barışmak istiyordu. Şöyle konuştu: "Seni iyice araştırdım, TRT ve televizyonda çalışan yakının yok, kimseye borcun yok, rüşvet almıyorsun; meyhanelerde-barlarda rezalet çıkarmıyorsun; tiyatrocular, sinemacılar, şarkıcılar arasında sevgilin ve metresin yok. Ben de ne yapayım, sana soldan saldırıyorum. Benim de ekmek parası kazanmam lazım!"
Bu zat 30 yıldır benim için "yok", 30 yıldır kendisiyle konuşmuyorum. Ama itiraf etmeliyim: Bu insan, günümüz "Özdemir İnce Manyakları"ndan 100 gömlek daha kalitelidir.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2008
1982 Anayasası’nın 175. maddesinin üst başlığını birlikte okuyalım: "Anayasa’nın değiştirilmesi, seçimlere ve halkoyuna katılma." Anayasa’nın değiştirilmesi! "Değiştirmek" filinin anlamı nedir, bu maddedeki "değiştirmek"in özel bir anlamı var mı?
Söz konusu "değiştirmek", "eskisinin yerine yenisini koymak" anlamına gelen "yenilemek" değil. Anayasa bir metin olduğuna göre, bu metnin üzerinde değişiklik yaparak düzeltmek başka, bu metni tamamen atıp yerine bir başka metin yazmak başka. Fransız Anayasası (89. madde) "değiştirmek" için "rviser" fiilini kullanıyor. Yani "gözden geçirerek düzeltmek".
KÁĞIT MENDİL Mİ!
Anayasa, Meclis çoğunluğuna sahip her iktidar tarafından değiştirilebilecek bir metin olsaydı, ona Anayasa değil káğıt mendil demek gerekirdi. Bu noktada, Anayasa’yı silah zoruyla yürürlükten kaldırmak ile oyçokluğunu kullanarak yürürlükten kaldırmak arasında hiçbir fark yoktur. 1982 Anayasası’nın 175. maddesinin yanında parantez içinde (Değişik: 15.5.1987-3361/3 md.) yazar. Oysa 1980 askeri darbesinin çıkardığı taze 1982 Anayasası üzerinde parantez içinde böyle notlar olmaksızın. Ama 1980 askeri darbesinin yürürlükten kaldırdığı 1961 Anayasası’nın metninde bol miktarda değişiklik anlamına gelen parantezli not vardı. Tıpkı bugünkü 1982 Anayasası gibi.
OY ZORUYLA SUÇ
Deniz Baykal ve Sabih Kanadoğlu da aralarında olmak üzere, Başbakan ve partisine bu hususu anlatmaya çalıştı insanlar. Bir Meclis çoğunluğunun yürürlükteki Anayasa’yı oyçoğunluğu marifetiyle toptan "yürürlükten kaldıramayacağı"nı söylediler. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da dahil olmak üzere yürürlükteki Anayasa’yı ancak bir ihtilalin ya da özel amaçlı bir Kurucu Meclis’in yürürlükten kaldırabileceğini hatırlattılar.
Bu doğrulara ve 1982 Anayasası’nın 175. maddesine karşın söz konusu Anayasa’nın tamamını yürürlükten kaldırmak çok büyük bir suçtur. Silah zoruyla olmasa bile oy zoruyla işlenmiş bir "ilga" suçudur. Ve AKP hükümeti bu suçu işlemeye niyetli olduğunu bütün dünyaya ilan etmiş bulunmaktadır.
KÖTÜ BİR BELAGAT
Gelelim 1982 Anayasası’nın iki maddesinde (10 ve 42) yapılan değişikliğe. Bu değişiklik mevcut Anayasa’nın 4. maddesi tarafından engellenmiş bulunmaktadır. Ancak yapılan iki değişiklik Anayasa Mahkemesi tarafından uygun görülse de, gelecekte, olağanüstü durumlarda tersi (uygun olmadığı) iddia edilebilir ve yasal olarak kanıtlanabilir.
Başbakan’a geçmişten verilen örnekler, kuşkusuz, geçmişte yapılan işler ile bugün yapılmakta olan işler arasındaki benzerlikleri vurgulamaktan ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti’nde artık "idam cezası" bulunmadığı için "beyaz gömlek" metaforu çok kötü bir belagat örneği. Heveslenenin hevesi kursağında kalır! Ama bir sonraki Meclis’in, 1982 Anayasası’nın 10. ve 42. maddelerini [değişikliği (la rvision) kesinlikle yasaklayan] 4. maddeye karşın değiştiren bu Meclis’i bir yasa çıkartarak mahkûm etmeyeceğini kimse garanti edemez.
İşte bu yol açılmasın isteniyor! Bilmem anlatabildim mi? Ha şu da olabilir: AKP kendisininkinden sonra bir başka Meclis’in oluşacağını düşünmüyor olabilir. "Meclis’teki milletvekilin kadar konuş!" diye ona buna babalandığına göre bir bildiği var anlaşılan...
Yazının Devamını Oku