19 Mart 2008
CUMARTESİ gününe kadar Yargıtay Başsavcısı’nın AKP hakkında dava açma girişimi konusunda hiçbir şey yazmayacağım. Bir faydası yok! Ancak, Milli Görüş türünden siyasal partiler oldukça, AKP’ye karşı açılan dava gibi daha çok dava açılacak. Ya da Milli Görüş Türkiye’yi bir daha dava açılmayacak hale getirerek ele geçirecek. İMALAT YERİ
İslamcılar, Milli Görüşçüler, Türk-İslam sentezcileri ve ülkücüleri, Nakşibendiler, Nurcular, Fethullahçılar ve tarikatlar Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan, 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun, yani Öğrenim Birliği Yasası’nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar. Ama ne yazık ki Cumhuriyetçi Demokratlar bu yasanın Cumhuriyet ve devrimleri için neyi ifade ettiğini yeterince bilmiyorlar.
AKP’yi yönetenler, Türk-İslam sentezini, Türk-İslam ülküsünü yönetenler, ılımlı ya da ılımsız İslamcılar, Öğrenim Birliği Yasası’nın etkinliğini yitirmesinden (1950), özellikle de 12 Eylül 1980’den bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin okullarından mezun vatandaşlarımız. Ya İmam Hatip tezgáh ve tornasından bizzat geçmişlerdir ya da bu tezgáh ve tornadan geçmiş öğretmenler tarafından laik cumhuriyet liselerinde imal edilmişlerdir.
GÖREV DÜŞENLER
Diyelim ki Cumhuriyet Başsavcısı’nın açtığı dava onun istediği gibi sonuçlandı ve AKP kapatıldı. Ne olacak? Onun yerine AKPAK Parti kurulacak, imam-hatip tezgáhının üretimleri bu partiyi yönetmek ve görev almak için sıraya girecekler.
Sayın Bayanlar ve Sayın Baylar! Türkiye’nin AKP’den, İslamcılardan, din bezirgánlarından çok daha önemli bir sorunu var: Kraliçe Arı’nın, Arı Beyi’nin kovanı olan imam-hatip liseleri ve onların dayanağı olan değiştirilmiş Tevhid-i Tedrisat Kanunu. (15 Mart günü yayınlanan "Eğitim-Öğretim İşleri" yazımı tekrar okuyun lütfen!)
Bir iktidar TBMM’de ezici oy çoğunluğuna sahip ise ona karşı hiçbir şey yapılamayacağı sanılır. Bu elbette büyük bir yanılgı. Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi Cumhuriyet’in anayasal kurumları var. Muhalefetin, TBMM’de yapacağı ciddi muhalefet hamleleri var. Ve işçi sendikalarının sosyal haklar konusunda AKP hükümetini geri adım atmak zorunda bırakan uyarı grevleri var. Oy çoğunluğuyla TBMM’de istediği yasayı çıkartabilmek gücüne sahip bir hükümet yasa önerisini geri çekmek zorunda kalıyor.
Demek ki sivil toplum örgütlerine (kuruluşlarına; STÖ ya da STK) büyük işler düşüyor. Başta Türkiye Barolor Birliği, TÜSİAD, DİSK, TÜRK-İŞ ve hepsine?
VE NE YAPILMALI
Şimdi benim önerime gelelim: Önerim şu: İşçi, işveren, mesleki ve gönüllü bütün STÖ’lerinin Öğrenim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) konusunda herkesi kucaklayan bir ulusal kongre düzenlemesi! Çünkü Türkiye’nin bugünü ve yarını Öğrenim Birliği Yasası’nın Türkiye’nin ulusal eğitiminin yeniden önderi ve esin kaynağı olmasına bağlı. Türkiye’nin her türlü bütünlüğü, huzuru, refahı, istikrarı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan haline getirilmesi ve yasa gerekçesinin güncelleştirilmesi. Bu doğrultuda reform yapılmaz ise Türkiye’de iç savaş çıkmasını kimse önleyemez!
Tevhid-i Tedrisat Kanunu işte bu nedenle Başsavcı’nın kapatma dilekçesinde de yer almakta!
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2008
SANKİ aksini iddia eden varmış gibi, "Hayııır, Çanakkale Savaşı’nın başkomutanı Mustafa Kemal değil, Alman mareşali Liman von Sanders idi!" diye bir yerlerini yırtan, ar damarı çatlamış gabiler var bu ülkede. Mustafa Kemal rütbesindeki (yarbay) biri savaş kazanamazmış. Komuta edecek yüzbaşı kalmadığı için bir teğmenin komuta ettiği bölükler bile kazanır savaşı. Bu ülkede, Atatürk’ün Söylev’inin karşısına Rıza Nur ve Kázım Karabekir Paşa’nın anılarını çıkartan tarih allameleri de vardır. Oysa tarihçinin önünde belgeler karşı karşıya değil, yan yana dururlar. Karşılaştırmak için.
BEĞENMEYENLER ’GEBERİŞ’İ YAZSIN
DİRİLİŞ, ÇANAKKALE 1915’in yazarı Turgut Özakman yukarda sözünü ettiğim türden hál ve gidişleri bildiğinden, Şu Çılgın Türkler’den sonra onarım için bir kez daha alet çantasını açıyor. Kaleme aldığı Önsöz’den anladığımıza göre bir de Cumhuriyet’i yazacak ve böylece "Diriliş, Çanakkale 1915", "Şu Çılgın Türkler", "Cumhuriyet" üçlemesi tamamlanmış olacak.
"Şu Çılgın Türkler" deneyiminden biliyoruz: "Diriliş"in de "Resmi Tarih" anlayışının yörüngesinde olduğu ileri sürülecektir. Sanki resmi tarihin yörüngesinde olmak kınanacak bir özellikmiş gibi. Tarihte, malumattıraşlık, safsatacılık, yalan ve sahte belgecilik kınanır. Doğal olarak bir de gabilik. Gerisi yeteneğe kalmıştır.
"Şu Çılgın Türkleri" beğenmeyen "Bu İdraksiz Türkleri", "Diriliş"i beğenmeyen "Geberiş"i yazar. Gerisi zevzeklik ve laf ebeliğidir.
* * *
Turgut Özakman, Çanakkale hakkındaki ciddi, dürüst, saygıdeğer araştırmaların dışında dört tür yaklaşım olduğunu yazıyor önsözde:
"1. Çanakkale’yi Mustafa Kemal’siz, Mustafa Kemal’i yok sayarak anlatmaya yeltenenler;
2. Çanakkale’de Mustafa Kemal’in rolünü küçültmeye çalışanlar;
3. Çanakkale’yi bir mucizeler, kerametler sergisi halinde anlatanlar;
4. Çanakkale’yi yaratan olgularla ilgili sayıları abartanlar. (Örneğin şehit sayısını 250 binden aşağı düşürmeyenler.)
ÖZAKMAN’A SAYGI DUYALIM, OKUYALIM
1, 2 ve 4. maddelerdeki yaklaşımları tarih yazımının olanak verdiği eleştiri yoluyla etkisizleştirmek hiç de güç değil. Ama Çanakkale’nin Allah, Peygamber, mucizeler, kerametler, pirler sayesinde kazanıldığını ileri sürenler karşısında ne yaparsınız? Falakaya çekmekten başka? "Bunlara göre savaşı, komutanlar, dövüşenler, can verenler değil, ilahi, gizli güçler, veliler, erenler, dervişler kazanmış."
Tıpkı Yunan mitolojisinde olduğu gibi komutanlara savaş taktiği veren Allah, Allah’ın kelamını yorumlayan ak sakallılar, sakalık yapan pirler!..
İnsanın aklına "Yahu, Allah neden sadece Çanakkale Savaşı’nda Türklere yardım etti de Balkan Savaşı’nda, Birinci Dünya Savaşı’nda yüzüstü bıraktı?" sorusunu sormak geliyor. Ama kesinlikle sormayın, onun da kerametli bir cevabı vardır.
* * *
Mazhar Osman’ın Bakırköy Tımarhanesi’ne benzetilen bir ülkede onurlu kalemiyle bir şeyler yapmaya çalışan Turgut Özakman’a saygı duymak zorundayız! Onu saygı ile okuyalım!
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2008
PAUL Nizan’ın "Aden-Arabie"si, Jean-Paul Sartre’ın önsözüyle birlikte nihayet Türkçede: "Aden, Arabistan" (Kanat Yayınları). "Aden-Arabie"yi ilk kez 1965 yılının aralık ayında Maspero Yayınları’nın Quartier-Latin’in St-S«everin Sokağı’ndaki "la joie de lire" kitabevinde görmüştüm. Güzel sarışın kızın yazarkasasının yanındaki tezgáhın üzerinde duruyordu. O gün beyaz örme bir bluz giymiş olan sarışın gene "Bonjur mösyö İns" demişti.
"Petite collection maspero"dan yayınlanmış olan "Aden-Arabie"nin kapağındaki dikdörtgen çizgilerin arasında yer alan italik yazıya gömülü cümleyi okudum: "Ben de yirmi yaşımda oldum, hayatın en güzel dönemi olduğunu bana kimse söyleyemez!" Güm!
İçimi bir sıcak bastı. O sırada 29 yaşımdaydım. 6.15 frank verip kitabı aldım. Montparnasse’daki otelime günde 11 frank ödüyordum. Fransız hükümetinden ayda 480 frank burs alıyordum. Otel için ödediğim paranın yarısını da geri veriyordu Fransız hükümeti.
* * *
Paul Nizan (1905-1940) bir yarıcı çiftçinin torunu, daha sonra mühendis olan demiryolu işçisinin oğludur. Jean-Paul Sartre’ın Paris’teki ünlü Henri-IV Lisesi’nden arkadaşıydı. Paris’in Ulm Sokağı’ndaki Fransa’nın en saygın okulu Yüksek Öğretmen Okulu’na birlikte girdiler, birlikte okudular, oda arkadaşı oldular. Felsefe diploması aldı. YÖO’da okurken bir bunalım geçirip Aden’e gitti (1926-1927). Dönüşünde Fransız Komünist Partisi’ne girdi. Zamanla, Merkez Komitesi Sözcüsü bile oldu. Stalin-Hitler anlaşması üzerine FKP’den istifa etti. Bunun üzerine parti ve partililer tarafından aforoz edildi. 1940 yılında savaşta öldü.
"Aden-Arabistan"ın 1960 yılında Sartre’ın önsözüyle yayınlanmasına kadar, 40 yıl edebiyatın sessizlik zindanlarında gömülü kaldı. Sartre’ın girişimiyle yeniden doğdu ve itibarını kazandı. Paul Nizan, iki savaş arasının en önemli filozof, romancı ve düşünürlerinden biridir. Yazınsal (edebi) varlığıyla beni etkilemiş, siyasal tutumuyla ilgi odağım olmuştur.
* * *
1965’ten bu yana Paul Nizan’ın izini sürmekteyim. İlkin, Attila İlhan’ın da özel isteği üzerine, 1938 yılında Interallie ödülünü alan "Fesat"ı çevirdim. Kitap, yayınevinin basım işleriyle ilgili görevlisi öldüğü için XXIV. Bölümü eksik yayınlandı (Bilgi, 1975). Telos Yayıncılık’ı yönetirken, çeviriyi gözden geçirip eksik bölümü ekleyerek, tekrar yayınlamak ilk işlerimden biri oldu (1996). Ardından, 1998 yılında, "Eskiçağ Maddecileri"ni (Les materialistes de l’antiquite) değerli arkadaşım Prof. Dr. Afşar Timuçin’e çevirterek Telos’un Felsefe Dizisi’nde yayınladım. Ölünceye kadar yayıncılık yapacağımı, yayınevi yöneteceğimi sandığım ve iyi bir çevirmen aradığımdan öteki kitaplar için acele etmiyordum. Ancak 1999 yılı sonunda yayıncılıktan ayrılmaya kadar verdim. "Aden, Arabistan"ın yayınlanması bu nedenle mutlu etti beni.
Yayınla ilgili küçük bir eleştiri: Türkçe çevirinin kapağında "Aden, Arabistan"ın bir roman olduğu yazıyor, ama roman değil. Yergi dozu yüksek bir felsefe denemesi. Yanılgı, sanırım, kitabın Le Seuil Yayınevi’nin "Points Roman" dizisinde yayınlanan 1990 baskısından yapılmış olmasından kaynaklanıyor. Maspero’nun yayınladığı baskılarda ve öteki kitaplarında "Aden-Arabie"nin deneme (essaie) olduğu yazar.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2008
ÇOCUKLARIN nasıl eğitileceği her toplumda sorun olmuştur. "Ana baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmek hakkını öncelikle haizdir" diyen, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 26/3 maddesi de geçinmeye gönlü olmayanlara destek çıkıyor gibidir. Ama değil! Onu da devletin hakları sınırlıyor. Devletin haklarını da bizzat kendisi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (4.11.1950) falan sınırlıyor. Ancak, demokrasi gibi Bildirge’nin bu maddesi de keyfe göre yorumlanıyor. Kimileri 26/3 maddesine dayanarak çocuğuna İslami eğitim isteyebileceğini sanıyor. Ama böyle bir şey isteyemiyor. Ben bugün bunları tartışacak değilim.
İÇ DENGELER
Bugün işim devletle! Bütün ilk ve orta öğretimin herhangi bir meslek okulunun pedagojik programına göre biçimlendirildiğini düşünelim. Yani askeri, dini, ticari, polisi, vb. Ne dersiniz, olur mu? Bütün toplumun, bütün yönetim kadrolarının, bütün sivil mesleklerin askeri eğitim ve öğretimden geçmesini ister misiniz? Ben istemem!
Devlet ve toplum da böyle bir şey istemediği için sivil okulları, genel liseleri kurmuş. Türkiye’de eskiden askeri ortaokullar vardı, kaldırıldı.
Devlet ve toplumun kendi iç dengelerini bulacak, sağlığını koruyacak aklı var ve var olmalı.
EKLEME DİNAMİT!
Sözü imam hatip liselerine getirmek istiyorum. Bu okullar daha önce de onlarca kez yazdığım gibi 3 Mart 1924 tarihli özel bir yasa (Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Öğretim Birliği Kanunu) ile kurulmuş. Okulun amacı din adamı yetiştirmek. Başka bir amacı yok.
Ancak 1973-74 ders yılında Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 32. maddesine yapılan ekleme, devletin ve toplumun temellerine dinamit koymuş.
"Madde 32- İmam hatip liseleri, imamlık, hatiplik ve Kuran kursu öğreticiliği gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli elemanları yetiştirmek üzere, Milli Eğitim Bakanlığı’nca açılan ortaöğretim sistemi içinde, hem mesleğe, hem yükseköğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan öğretim kurumlarıdır."
DAVA AÇILMALIDIR
Yapılan ekleme ("hem yükseköğrenime") Anayasa’nın 174. maddesiyle korunan özel devrim yasasına aykırı olduğu gibi Anayasa’nın başlangıç bölümüne hem de Anayasa’da belirtilen cumhuriyetin temel ilkelerine aykırıdır. Çünkü, Arapça Hazırlık, Arapça, Kuran-ı Kerim Hazırlık, Temel Dini Bilgiler, Siyer (Hz. Muhammed’in Hayatı), Tefsir, Hitabet ve Mesleki Uygulama, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, İslam Tarihi, Kelam ve Hadis dersleri okuyan bir öğrenci artık özel bir öğrencidir, özel bir meslek için hazırlanmıştır. O artık bir din adamıdır!
Oysa Milli Eğitim Temel Kanunu, öğrencilerin "hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip" (Madde 2/2) olarak yetiştirilmesini gerektirmektedir.
Madde 13’te ise "Her derece ve türdeki ders programları ve eğitim metotlarıyla ders araç ve gereçleri, bilimsel ve teknolojik esaslara ve yeniliklere, çevre ve ülke ihtiyaçlarına göre sürekli olarak geliştirilir" demektedir.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 32. maddesine yapılan eklemenin en kısa zamanda iptal edilmesi gerekmektedir. Olanağı varsa Anayasa Mahkemesi’nde ve Danıştay’da iptal davası açılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2008
DÜN akşam arkadaşım Murat’la konuşuyorduk, "Türki cumhuriyetler (Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan) ve Türkik kökenli toplumlar Sovyet dönemini yaşamasalardı, günümüzde Afganistan’dan farkları olmazdı. Örneğin Fars kökenli Tacikistan ve Moğolistan bile Afganistan’dan daha iyi durumda" dedi. Bu konuya daha sonra döneceğim, nedenlerini irdeleyeceğim. Ama siz bu arada, bu konuda, o zamana kadar biraz düşünün.
GERÇEK ANLAMI
Şimdi, bu ilginç karşılaştırmayı bir yana bırakıp yazımızın başlığına gelelim: The Economist dergisinin Fethullah Gülen’i "peygamber" ilan etmesi konusunda Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan haberi anımsarsınız. Haber üzerine, Fethullah Gülen, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e sitem dolu, duygusal bir protesto mektubu göndermiş. Bu haberi yayınladığı ve "prophet" sözcüğünü yanlış çevirdiği için Hürriyet’i kınıyor.
Hürriyet’in de yayınladığı gibi "prophet" sözcüğünün birçok anlamı vardır. Ama asıl anlamı "peygamber"dir. Öteki anlamlar yananlamlar sınıfına girer. "Prophet" sözcüğünün anlam kaymasına uğraması dinsel bağlamın dışında kullanılmasını gerektirir. Örneğin, ("Fethullah Gülen, a prophet of Turkish politics") gibi bir cümle kurulsa, sözcüğün anlamı değişir, cümlenin Türkçesi "Türk politikasının üstadı (önderi) Fethullah Gülen" olur.
Hürriyet’te yayınlanan tercüme doğrudur. Bu doğruluğu da The Economist’teki yazıda yer alan bilgiler kanıtlamaktadır: "Kendisi, dinleyenlerin gönlündeki bam telini çalan ve gözyaşlarıyla sulanmış olan vaazlar veren son derece duygusal bir vaiz olmasına karşın başında bulunduğu hareket, içinde bulunduğu şartlara fevkalade riayet etme irfanına sahiptir ve küresel bir şirket gibi profesyonel hareket etmektedir." (Zaman, 08.03.08)
Ayrıca bunca şamataya gerek yok, isteyen The Economist yazarına sözcüğü hangi anlamda kullandığını sorabilir.
KUTSAL ÇEVİRİ
Fethullah Gülen’in protesto etmesi gereken yer Hürriyet Gazetesi değil kuşkusuz, The Economist Dergisi. Bakalım haberin kaynağını protesto edecek mi?
İşin içinde Fethullahçılığa özgü bir oyun da var: Fethullah Gülen, Ertuğrul Özkök’e yazdığı mektupta The Economist’i de eleştirirken, Fethullahçı hareketin komutanı Zaman Gazetesi, söz konusu haberi iftiharla yayınlamış bulunuyor. (Zaman, 08.03.08)
Zaman Gazetesi’ndeki çevirinin Hacivat Türkçesi Nuray Mert’in de dikkatini çekmiş; "Zaman gazetesindeki tercüme, nedense, fazlasıyla ağdalı ve bol sayıda eski Türkçe kelime ve deyimlerle doluydu" diyor (Radikal, 11.03.08). Amaç, kutsal metin duygusu yaratmak!
Çeviride bazı değişiklikler yapılması Nuray Mert’in dikkatini çekmiş. "A ’prophet’ who finds honour, and some suscipcion, on his own country" ("Kendi ülkesinde saygı ve biraz da şüpheyle karşılanan bir peygamber") cümlesinin Zaman’da yayınlanan çeviride yer almaması benim dikkatimi çekti. Neden acaba?
FETHULLAHÇI KAFA
Fethullah Gülen, hakkında yayınlanan bir yazı ve o yazıda kullanılan bir sıfattan çok rahatsız (!) ama Zaman Gazetesi o yazıyı iftiharla yayınlıyor. Fethullah Gülen peygamber sıfatını geri çevirip sempati toplarken ne kadar alçakgönüllü bir zat olduğunu da kanıtlıyor. Ve böylece bir taşla bir kuş sürüsü vuruyor. Buna Fethullahçı ticaret kafası denir!
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2008
AKP iktidarının "liberal demokratlarca" kuşkuya değer bulunmayan "saklı amaçlarını" bazı ipuçlarından hareketle tahmin edebiliriz. Bunlardan birisi de içkidir. Şaraptan alınan ÖTV’yi dayanılmaz oranlara çıkartıp, üreticiyi bağlarını sökmeye zorlayan AKP, şimdi de içki içilen ve satılan yerlere karşı amansız bir savaşa girmiştir. Örneğin 14.10.2005 günlü bir genelge ile İçişleri Bakanlığı içkili yer bölgelerini şehir dışına çıkarmaya başlamış, basında "kırmızı bölgeler" diye adlandırılan bu girişim epey yankı yapmıştı.
ALKOL TERÖRÜ
Ankara Barosu’nun Danıştay’da açtığı dava, 8. Daire’nin 07.03.2007 gün ve 2005/6261; 2007/1246 sayılı kararıyla kabul edilerek genelge iptal edilmiştir. Kararda, "Yönetmelikte yer verilmeyen kısıtlamaların genelge ile getirilmesi, içkili yerlerin tecrit anlamında şehir dışına itilmesi sonucu vereceğinden içerik yönünden hukuka aykırı" bulunmuştur.
Dini mesajlar çağrıştıran bu girişimlerinin özellikle Anadolu kasabalarında "mülki idare baskısı" yarattığı, neredeyse içki içilecek yer bulunan şehir, kasaba kalmadığı bilinmektedir. Tabii AKP’li belediye ve diğer kurumların lokallerinde alkol terörü uzun zamandır sürmektedir. Son olarak da, spor kulüplerinin lokallerine yönelik "koruyucu" (!) önlemler devreye girmeye başlamıştır.
OYSA KAZANILMIŞ HAK
Dernekler Kanunu’nun 26. maddesinde "...dernek lokallerinde alkollü içki kullanılması ve bu tesislerin işletilmesi mülki idare amirlerinden izin almalarına bağlıdır" denilmektedir.
İçişleri Bakanlığı 01.04.2005 tarihinde yayınladığı ve 01.04.2008’de yürürlüğe girecek bir genelgeyle, "Gençlik Spor veya Gençlik ve Spor kulüplerinin sosyal amaçlı tesisleri ile lokallerinde alkollü içki kullanılmasına izin verilemez" hükmünü getirmişti. İlk bakışta gençleri içkiye özendirmemek için masum bir önlem gibi görünen bu girişim uygulamaya girdiğinde, örneğin Galatasaray ve Fenerbahçe kulüplerinin Kalamış ve Kuruçeşme’deki tesislerinde içki içilemeyecektir. Aynı şey TED, ENKA, Ankara 19 Mayıs, Kavaklıdere Sporting Tenis Kulüplerinde ya da Briç, Satranç, Atlı Spor kulüplerinde de yasaklanabilecektir. Halbuki şu anda hepsinin içki ruhsatı mevcuttur ve bu ruhsatlar süresizdir, kazanılmış haklar söz konusudur.
SAVAŞIN BİR CEPHESİ
Bu lokallerde veya sosyal tesislerde 18 yaşın altında genç sporcuların bulunması ve içki içenlerle birlikte olması esasen hemen hemen olanaksızdır. Önemli bir bölümünün lokali ile spor yapılan sahaları ayrı ayrı yerlerdedir. Lokal ile spor alanlarının aynı yerde olduğu derneklerde ise "18 yaşın altındaki sporcuların" bu lokallere girmesi esasen yasaktır. Asıl amaç (!) anlaşılan bu derneklerin üyesi yetişkinleri içkiden ve günah işlemekten korumaktır.
Teknik hukuk açısından sakat ve iptale mahkûm bu girişim tıpkı türban ve imam-hatip fesatlarında olduğu gibi Cumhuriyet’e karşı başlatılan amansız savaşın cephelerinden biridir.
Küçük bir hukuk bilgisi: Yasalar Anayasa’ya, yönetmelikler de yasalara aykırı olamaz! Yasa hiçbir yasak getirmemişken, yönetmelikle yasak getirmek hukuk bakımından çok açık sakatlık olup kişi özgürlüklerine ağır bir tecavüzdür. Gündelik hayat da türban savunucusu liberal demokratların ilgisine mahzar olmayı beklemektedir, efendim!
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2008
BİRKAÇ yıl önce Le Monde Gazetesi’nde Fransız sosyolog Edgar Morin’in bir makalesini okumuştum. 1917 Sovyet Devrimi ile 1789 Fransız Devrimi’ni karşılaştırıyor ve Fransız Devrimi’nin Sovyet Devrimi karşısında üstün yanlarını irdeliyordu. Gazeteyi aradım bulamadım. İnternette makalenin yerine aynı konu çevresinde epeyce söyleşi buldum. Makaleden aklımda kalanlarla bu yazının adında yer alan eşitliği kurabileceğimi düşündüm. Yazacaklarımın yüzde kaçı bana, yüzde kaçı Edgar Morin’e ait bilemiyorum.
ZITLARIN BİRLİĞİ!
Edgar Morin’e göre, 1789 Devrimi’nin üçlü şiarı "özgürlük, eşitlik, kardeşlik"i bir araya getirmeden demokrasiden söz etmek mümkün değil. Aslına bakarsanız, işin ilginç yanı bu üç kavramın birbirinin tamamlayıcısı ve aynı zamanda zıddı olması. Tek başına özgürlük, eşitliği ve hatta kardeşliği öldürür. Zorlama ile gerçekleşen eşitlik, kardeşliği gerçekleştiremez ise özgürlüğü yok eder. Kararname ile kurulması olanaksız kardeşliğe gelince, özgürlüğü düzenlemek ve eşitsizliği azaltmak zorundadır. Kardeşlik, insanın kendisiyle genel (kamusal) çıkar arasında ilişkiden ortaya çıkan bir değerdir. (Biyolojik kardeşlikten itibaren vatana kadar ortaklaşma ve paylaşmayı düşünelim.) Yurtseverlikle, iyi yurttaşlıkla ilgili bir erdem. Yurttaşlık düşüncesinin yok olduğu yerde, insanların kendilerini başkalarından sorumlu ve başkalarıyla dayanışma halinde hissetmedikleri yerde, kardeşlik yiter gider. Bu üç kavram (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) son derece önemlidir. Üçünün de ayrı ayrı öne çıktığı zamanlar vardır. Ama demokrasi söz konusu ise bunlardan birini öne çıkartıp öteki ikisini hesaptan düşemeyiz. İkisini kayırıp birini yok sayamayız. İşin püf noktası burada işte !
Demokrasi, liberallerin iddia ettiği gibi, özel çıkarların, bireysel heves ve tutkuların üzerine odaklanamaz. Bireyin çıkarı ile yurttaşın sorumluluğu (ödevi) arasındaki dengeyi hangi akıl bulacak? Cumhuriyetçi akıl! Cumhuriyetçi akıldan yoksun demokrasi, oligarşik eğilimler yüzünden soysuzlaşıp çöker. Demokrasinin erekliliği yalnızca bireysel özgürlüklere saygı gösterilmesi ise, bu, savunulmaya değmez. "Demokrasinin erekliliği yalnızca bireysel özgürlüğe saygı gösterilmesi değil de aynı zamanda ortak iyiliğin savunulması ise, demokrasi savunulmaya değer. Cumhuriyetçi içeriği olmayan bir demokrasi, içinde özel çıkarların ortak çıkara karşı dikildiği boş bir kabuktur." (Edgar Morin-Sami Nair, "Uygarlık Siyaseti", OM, S. 247)
İKİSİ OLMADAN OLMAZ
Türbanı savunan vatandaşların, savunmalarını sadece bireysel inanç ve bireysel özgürlük üzerine oturtmalarının yetersiz kaldığını fark etmeleri için bu paragrafı anlayacak duyarlıkta olmaları gerekiyor. Bireysel özgürlük, kardeşliğin temeli olan ortak iyiliği ortadan kaldırmamalı. Demokrasinin, ortak iyilik ve kardeşliğe de gereksinimi vardır. İkisi olmadan demokrasi de olmaz!
NASIL BİR MODEL?
Geleceğin Avrupa’sında nasıl bir toplum modeli üstün gelecek ya da üstün gelmeli? "Fransız Devrimi tarafından başlatılan cumhuriyetçi fikir, yalnızca pazarın düzenleme düzeneğine bağlı Anglosakson tarzı bireyci demokrasi içinde ortadan kalkacaksa, bu Avrupa’yı savunmak için hiçbir neden yoktur." (Uygarlık Siyaseti, S. 248)
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2008
ZAMAN Gazetesi’nin Fethullahçı yazıcıları, şeyhleri konusunda iyice azıttılar. Bunlardan Ali Ünal (1 ve 2 Mart 2008) Jean-Paul Sartre ile Fethullah Gülen’in sorumluluk "telakkileri"ni (anlayışlarını) özdeşleştirmeye kadar vardırıyor işi. Bu iddia doğru(!) ise, o zaman, AKP’nin sadaka ekonomisini İslamcı komünizm olarak tanımlayabiliriz artık!
Fethullahçı değil mi, uydurur uydurur Fethullahça söyler!
PARASIYLA ’YARATAN’
Zırvalamak konusunda Fethullahçının Türk’ü, ecnebisi fark etmiyor, hepsi zırvalıyor! Ecnebiler para karşılığı kitap yazdıkları, konferans verdikleri için zırvalamak umurlarında bile değildir. Türkler de "taliban" ve "mürit" zaten. Örneğin, Belçikalı bir profesör, Rik Coolsaet bir kitabında Fethullah Gülen’i "Türk milletini ’yenileyen’ liderlerden biri" olarak tanıtıyormuş (Zaman, 03.03.08). Bu gidişle "yaratan" da olur, olacak. Parasıyla değil mi?
Ama asıl ilginci, ABD’nin Texas Eyaleti’nin Houston Rice Üniversitesi’nden Karşılaştırmalı Dinler Hocası Jill Carroll’un, "Medeniyetler Diyaloğu: Gülen’in İslami Öğretisi ve Hümanist Söylem" (A Dialogue of Civilisations: Gülen’s Islamic Ideals and Humanistic Discourse) adlı kitabı. Mürit yazıcılardan Ali Ünal almış sazı eline, felsefi terminoloji(!) de kullanarak kitabı öve öve bitiremiyor. Yazısında bir yığın ünlü ad, Mevdudi, Kant, Karl Popper, Immanuel Kant, John Stuart Mill, Konfüçyüs, Eflatun ve Jean-Paul Sartre... Fethullah Hoca’nın bu insanların hepsiyle akrabalığı varmış... Ötekilere karışmam ama Jean-Paul Sartre benim alanıma girer. Bu nedenle biraz Varoluş (Existantialiste) felsefesine değinelim.
ÖZ MÜ, VARLIK MI?
Sartre’cı Fethullah Gülen zırvasını anlatabilmek için, "Öz mü varlıktan önce gelir yoksa varlık mı özden önce gelir?" sorusunu yanıtlamak zorundayım. Zaten Sartre’cı tanrıtanımaz varoluşluğun temel sorusu, temel sorunsalı da budur.
Sartre, varlığın, varoluşun (l’?tre) özden (l’essence) önce geldiğini söyler. Oysa tektanrılı dinler bunun tersini ileri sürer: Öz, varoluştan önce gelir. Bunun anlamı şudur: Tanrı insanı tasarlamış ve buna göre yaratmıştır. İnsan yaratılmadan Tanrı’nın kafasında bir insan düşüncesi (fikri) vardır. Daha harbi söylemek gerekirse, varoluşçuluğa göre, insanı Tanrı değil, kendisi yaratmıştır, yaratabilir, yaratmak zorundadır. İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkartır. İnsan kendini nasıl yaparsa öyle olur! Varoluşçuluk, Tanrı’nın yokluğunu kanıtlamakla uğraşmaz, daha doğrusu onun varlığı-yokluğu ile ilgilenmez.
YA MUHAMMED YA SARTRE!
Fethullahçıların kiraladığı bir yazar (Jill Carroll), özgürlük, sorumluluk, sorumluluk bilinci, ahlak, ideal gibi varoluşçu kavram ve birimleri "Hocaefendi"nin metinlerine yamayarak ona Jean-Paul Sartre’ın yanında modern bir felsefi makam icat etmiş anlaşılan. Fethullah Hoca, Allah ve Hazret-i Muhammed’i inkár etmeden Sartre’ın yanına oturamaz. Ya Allah ve Hz. Muhammed ya Sartre! Bu işlerde öyle abrakadabra avantası yok!
Pek yakında, Fethullah Hocaefendi’nin müzik konusundaki ileri fikirleriyle Stravinski ve atonal müzikçiler ile aynı çizgide olduğunu ileri süren kitaplar yayınlanırsa hiç şaşırmam. Dahası, içinde Giacometti, Salvador Dali, Picasso ve Miro’nun yapıtlarının yer aldığı bir "Hocaefendi Kataloğu" da yayınlanabilir. Parasıyla değil mi, bastırırlar parayı!
Yazının Devamını Oku