15 Şubat 2008
1982 Anayasası’nın 148. maddesi, Anayasa Mahkemesi’nin "Anayasa değişiklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler" demektedir. 1961 Anayasası’nın 147. maddesinde de -1971’de yapılan bir değişiklikle- "Anayasa değişikliklerinin Anayasa’da gösterilen şekil şartlarına uygunluğu denetler" denilmekte idi.
Anayasa Mahkemesi 1976 yılında 1961 Anayasası’nın 38. maddesinde yapılan "kamulaştırma bedeli vergi değerini geçemez" şeklindeki bir değişikliği Anayasa’nın o zamanki 9. maddesine, yani şimdiki 4. maddesine, "Değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek" maddesine aykırı bularak iptal etmiştir. Gerekçe şudur:
BİÇİM KURALI
"Anayasa’nın 9. maddesindeki hükümle değişmezlik kuralı konulmuş ve ayrıca teklif edilemezlik yasağı getirilmiştir. Kanun ve o nitelikte bulunan Anayasa değişikliklerini teklif etmeyi düzenleyen Anayasa hükümleri birer biçim kuralı olduklarına göre, bunu yasaklayan bir kuralın da biçim kuralı olduğunda kuşku yoktur. Çünkü bu yasak belli sayıdaki TBMM üyelerinin esasında kendileri için bir hak teşkil eden ve niteliği bakımından da bir yasama işlemi olan Anayasa değişikliğini teklif etmelerini önlemektedir."
DAHA RAHAT KARAR
İptali istenen, 1961 Anayasası’nın (20.9.1971 tarih ve 1488 sayılı yasayla değiştirilen) 38. maddesindeki "kamulaştırma bedeli vergi değerini geçemez" şeklindeki hüküm idi. İşte Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın bu hükümlerini mülkiyet hakkının özünü zedelediği için Cumhuriyet’in (değiştirilemez) ilkelerine aykırı görerek iptal etmiştir.
Anayasa Mahkemesi bu kararın alınmasından 7 ay önce 23.3.1976 gün ve 1975/167, 1976/19 sayılı kararıyla aynı maddelerin Anayasa’ya aykırı olmadığına karar vermişken, içtihadını değiştirip, geliştirerek iptal kararı vermiştir.
1982 Anayasası’nın 4. maddesi 1961 Anayasası’nın 9. maddesinden daha geniş kapsamlı olduğu için türban konusunda daha rahatlıkla iptal kararı verebilecektir. Çünkü 1961 Anayasası’nın 9. maddede değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek hüküm sadece devletin şekli olan Cumhuriyet iken (Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez), 1982 Anayasası’nın 4. maddesinin koruduğu 2. madde "Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir" ilkesinin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin önerilemeyeceğini söylemektedir.
ŞEKLİN ÖTESİ
Anayasa Mahkemesi, 12.10.1976 gün ve 38/46 sayılı kararı ile bir Anayasa değişikliği maddesini, 1961 Anayasası’nın 147. maddesinde ifade edilen "şekil şartları"nın ötesine geçerek incelemiş ve karara bağlamıştır. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin 1982 Anayasa’nın 10 ve 42. maddelerinde yaptığı değişikliği, "Anayasa değişikliğini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler" (Madde 148) hükmüne karşın 12.10.1976 gün ve 38/46 sayılı kararını örnek alarak inceleyip denetleyebilir. Çünkü bugünkü durum 1976’ya göre çok daha somut ve belirgin özelliklere sahiptir.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2008
13 Şubat tarihinin Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kuruluşunun (1967) 41’inci yılı olduğunu hatırlatır, DİSK’i kutlarım! * * *
Tarihimizin en bulanık, en vıcık vıcık dönemini yaşamaktayız. Sanki bir fetret dönemi (devr-i fetret)! İki peygamber ya da padişah arasında peygambersiz ya da padişahsız geçen zamana fetret denir. Demek ki biz bilinçsel bir fetret dönemi yaşamaktayız: İki bilinçli dönem arasındaki bilinçsiz dönem. Bir bilinçli dönem yaşamışız, şimdi bilinçsiz bir dönem yaşamaktayız ama bilinçli bir dönemin gelmesini sabırla beklemekteyiz ki bu dönem hiçbir zaman gelmeyebilir. Konumuz, sendikalar ve işçi sınıfı olduğuna göre, demek ki işçi sınıfı ve sendikacılık açısından da bir fetret dönemi söz konusu. Durun, hemen sendikaları ve 41 yaşını idrak eden DİSK’i suçlamayalım.
SINIF DEĞİL CEMAAT
Kayseri’nin bir KOBİ işçisine toplumsal konumu bağlamında "Sen nesin, in misin, cin misin?" diye soralım, nasıl bir yanıt alırız acaba? Bir KOBİ işçisinin de, bir demir-çelik işçisinin de, bir otomotiv işçisinin de bir tek cevabı olması gerekir: "Ben bir işçiyim, emekçiyim!"
Bunun yerine "Ben bir Müslümanım, ben bir Nakşibendiyim!" yanıtıyla karşılaşmamız da çok mümkün. Böyle bir yanıt karşısında, artık ne bireysel tarih vardır ne de toplumsal tarihin herhangi bir damgası. Sınıf etiyle kemiğiyle vardır, ama o sınıfın, işçi sınıfının bilinci yoktur. Yok olmuştur. Bu yok oluş süreci içinde işverenin ve burjuvazinin bilinci katmerlenmiştir.
İşçi sınıfı emekçi örgütlerin hanesine yazılacağına dini cemaatlerin defterine yazılır olmuş.
NUR VERGİN’İN YAZISI
Prof. Dr. Nur Vergin, Kasım 1982 tarihli Le Monde Diplomatique’te yayınlanan "İslam Kenti Yeniden Muhasara Ederken" başlıklı yazısında şunları yazıyor :
"İslamcılar arasında cereyan eden mücadelenin, diğer yandan bizatihi çeşitli dini gruplar arasında oluşan zıtlığın vardığı yer şiddete yol açsa [da], siyasal sistemin niteliği ve Türkiye’de din gerçekliği siyasal İslamcıların iktidarı ele geçirmelerine cevaz vermemektedir. Ama bununla beraber hiç şüphe yok ki, son 30 yıldır seyreden demokratikleşme sürecinde İslamcıların ülkenin siyasetine nüfuz etmeye ve siyasi sistemi etkilemeye başladıkları da bir gerçektir. Yine de, ona kendi amaçları doğrultusunda yön veremediklerini de yadsımak mümkün değildir." ("Din, Toplum ve Siyasal Sistem", Bağlam Yayınları, 2000. S.41)
1982’DE YANILMIŞIZ
1982 yılında ben de Nur Vergin gibi düşünüyordum. O tarihte yaptığımız tahminler ve yorumlar doğru çıkmadı. 1982’de bile var olan işçi sınıfı giderek iyice cemaatleşti. Dinci işveren sendikaları kuruldu ama Nurcu İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kurulmasına gerek bile kalmadı.
Türban, YÖK, imam-hatipliler için üniversitede avanta katsayı fesatlarından kurtulmadan da işçi sınıfının toplumsal durumu ve siyasal konumuyla ilgilenmemiz gerekiyor artık. Acil!
* * *
Nur Vergin için özel not: Talimatınız üzerine, Bağlam Yayınları "Siyasetin Sosyolojisi" ve "Din, Toplum ve Siyasal Sistem" adlı kitaplarınızı bana ulaştırdı. İlginize teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2008
CİNAYET tarihi: 9 Şubat 2008! Cinayet mahalli: TBMM! Kafamda Federico Garcia Lorca’nın "A la cinco de la tarde" ("Akşamleyin saat beşte") dizesi, gözümün önünde Caius Julius Caesar’ın öldürülmesi!
Ve huzurlarınızda Marcus Junius Brutus rolünde MHP!
Nurcu + Kürtçü ittifakı yapan AKP ile DTP önde, oy ihtirasının iğvasına kapılan MHP arkada! Cumhuriyeti pusuya düşürüp kanını döktüler! "Akşamleyin saat beşte!" İslamcıların diliyle "Seksen yıllık Deccal rejimi"ni yıkmak için işbirliği yaptılar! Ve bu tarihin defterine yazıldı! Tarihin defterine yazılanı hiçbir şey silemez, ne bağış dilemek, ne fidye ve ne de kan!
Said Nursi’nin direktif ve vasiyeti yerine getirildi! Tasarlanmış cinayeti Said Nursi ya da Said Kürdi’nin várisleri işledi! Nurcu, Nakşibendi, Fethullahi AKP’nin Said Nursi’nin öcünü almak istemesini; Kürt milliyetçisi DTP’nin Said Kürdi’nin intikamını almak istemesini anlayabiliriz. Peki MHP neyin öcünü almakta, Brutus MHP?! Tekbir getiren bir Brutus olarak! Akşamleyin saat beşte! A la cinco de la tarde!
ALLAH’A İFTİRA
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı "tebdil ve ilga" ettiler; yasalarını ayaklarının altında çiğnediler; Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nin yüksek yargı kararlarının yüzüne tükürdüler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararının kıçına tekme vurdular. Ayetlerinde olmayan bir ilahi emri Kuran’a ekleyerek Kitab’a ve Allah’a iftira ettiler! Bunlar olurken, ülkemizin Mefisto kurbanı demokratları, liberalleri, neoliberalleri, eski ve yeni mürtecileri hep birlikte alkış tuttular! Demokrasi, özgürlükler ve insan hakları için!
Üçüncü Said Nursi Semineri’nde "Said-i Nursi keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir... Öyle bir dünyaya gözlerini açtı ki, sosyal önderlik ulemanın elinden çıkıp, Batıcı seçkinlerin eline geçmiş durumdaydı" diyen Recep Tayip Erdoğan’ın önderliğinde!..
Demek "ulema"nın önderliğinde, demokrasi için, özgürlükler için, insan hakları için hep birlikte el çırptılar! Yaraşır ki ne yaraşır! Özellikle de matmazel ve madama "hocanımlar"a!
Demek ki sosyal önderliği Cumhuriyet’in Batıcı seçkinlerinin elinden almak için hep birlikte kıyameti beklemeden kıyam ve huruç eylediler! Nurcu AKP, Kürtçü DTP, tekbirci Brutus MHP ve ülkenin bütün Mefisto kurbanları!
AKŞAMLEYİN SAAT BEŞTE!
AKP’nin hedefi belli! DTP’nin hedefi belli! MHP’nin sonu belli! Ben onlara değil Mefisto kurbanlarına ve kurban adaylarına bir kez daha anlatacağım:
Türban, Müslüman Kardeşçi, Selefi, Vehhabi sıfatlı Türkiye Milli Görüşçülerinin Cumhuriyet’e karşı açtığı bir kutsal (!) savaşın sancağıdır. Ve cinayet mahalline sancağı çektiler, akşamleyin saat beşte! Şimdi sıra imam hatip okullarının, üniversitenin ana kaynağı (tedarikçisi) olmasını yasal olarak sağlamada. Sıra şimdi liselerde ve üniversitelerde. Harp Okulları biraz bekleyebilir! Siga siga, şuvayye şuvayye, yavaş yavaş! Şakşakçılığa, işbirliğine, Cumhuriyet’e ihanete "devam" mı? Kendi düşen ağlamaz, iki gözü birden çıkar.
A la cinco de la tarde! Akşamleyin saat beşte!
* * *
Okuma önerisi: Yaşar Nuri Öztürk. "İslam Nasıl Yozlaştırıldı", Yeni Boyut Yayınları.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2008
5 Şubat 2008 tarihli Zaman Gazetesi’nin 21 ve 22. sayfalarında yayınlanan altı makalenin üçünün başlığında "Özgürlük" sözcüğü yer alıyor. Türban tapıncıyla ilgili, türbanperestliği savunan yazılarda, evrensel planda tutsaklığın simgesi olarak bilinen türban, özgürlük simgesi olarak sunuluyor. Yazıların altında imzası bulunan yazıcılar, basında, AKP ve dünyası ile siyasal ve akçalı ilişkileri olan akademisyenler olarak tanınıyorlar, ama ben yazılarımda bu türden kartlar kullanmaya tenezzül edemem.
KAPANARAK ÖZGÜRLÜK!
Özgürlük, hukuksal olmaktan çok felsefi ve evrensel bir kavram. Bir anlamda siyasal.
Hapishaneden çıkan bir hükümlü "serbest" olur (kalır), ama bu duruma "özgürlüğüne kavuşmak" derler ki çok yanlıştır. Örneğin, Názım Hikmet Bursa Hapishanesi’nde tutuklu idi ama özgürdü. Özgür olmasaydı başyapıtlarını yaratabilir miydi o damda?
Türban ile örtünmek felsefi özgürlük ise, peçe, çarşaf ve burka ile örtünmek daha çok özgürleşmek mi oluyor? Kapanarak bu nasıl özgürlük? Elbette, böyle marjinal, keramete kıç attıran özgürlük anlayışları da olabilir: İngiliz kadının biri, sevgilisinin boynuna taktığı köpek tasmasının ucunda özgür özgür geziyordu İngiliz sokaklarında.
Alaturka demokrasi olamayacağı gibi özgürlüğün de alaturkası olamaz. Yani özgür kadının, özgürlüğünü kullanan kadının milliyeti yoktur, evrenseldir. Törelerin, gelenek ve göreneklerin baskısı altında demokrasi olamayacağı gibi aynı baskılar altında özgürlükler de yaşanamaz.
YÜZDEYÜZKÖLELİK
Peki türban takarak özgürleşen kızlar özgürlüğün (serbestliğin) neresinde bakalım? Mesleklerini ve eşlerini serbestçe seçebilirler mi? Saçlarını örterek özgürlüklerini ilan eden kızlar kendi bedenlerine ve cinselliklerine gerçekten sahip olabilirler mi ve bu özgürlüklerini özgürce kullanabilirler mi? Kullanabilirler ise töre cinayetleri ne olacak? Felsefi özgürleşme, bir anlamda, törelerin, ahlaki değerlerin karşısında bağımsızlaşmayı gerektiren etik bir duruştur. Türban takarak özgürleşen Türk-İslam kızları tek başlarına kendilerine ev açabilirler mi, kocalarını özgürce seçebilirler mi? Gerçekte, türbanlanarak özgürleştiğini ileri süren genç kız, 99 köleliğe 1 kölelik daha ekleyerek köleliğini 100’e tamamlamaktadır.
ÇARŞAF HÜRRİYETİ
Türkiye kadın nüfusunun 15-30 yaş arasındaki kesiminin yüzde 63’ü okulsuz ve mesleksiz konumda evlerinde oturmakta. Peki nerede bu kadın ve kızların öğrenim ve meslek sahibi olma özgürlüğü? Bu özgürlük için ne yapıyor kadın özgürlüğünün savunucuları?
Özgürlükçü (!) müderrislerden biri türban yasağının kalkmasının özgür bilimin ve üniversitenin önünü açacağını ileri sürüyor. Türban böylesine özgürleştirici (serbestleştirici) ise çarşaf ve burka kim bilir ne kadar özgürleştiricidir?
Müderrisler bunları tartışadursun, ben, bedenini, cinselliğini, aklını, ruhunu, imgelemini, iradesini, bilincini, vatandaşlık haklarını (töreler, gelenek ve görenekler, egemen ahlaki değerler karşısında) özgürce kullanamayan kadının kölelikten asla kurtulamayacağını düşünüyorum. Türkiye’de kadının özgürlüğü aileye, babaya, ağabeye, erkek kardeşe, kocaya ve erkeğe, mahalleye, kente, topluma karşı kullanım alanı kazanmakla ilgilidir!
* * *
Okuma önerisi: Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, "İslam ve Giyim Kuşam", Sancak Yayınları, 2008.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
BAŞBAKAN, CHP Genel Başkanı’na horozlanıyor: "Yahu sen ne anlarsın o işlerden. Bırak da Diyanet konuşsun. Senin işin mi o? Bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanlığı var!" Artık bu davranışından sonra iyice emin oldum, sadece Başbakan değil, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün AKP, Şevket Süreyya Aydemir’in "Menderes’in Dramı"nı mutlaka okumalı. Dram olacak gidiş trajediye dönüşmeden! Çünkü "Ya emekli olun ya da istifa edin!" diye çıkışarak üniversite hocalarını da tehdit etmeye başladılar artık. (Hürriyet, 03.02.08) Söz "okumak"tan açılmışken, dil bilen okurlarımız bildikleri dillerde bir Kuran çevirisi bulup mutlaka okumalı. Aynı şeyi AKP’lilere, Türk-İslam sentezci MHP’lilere de tavsiye edeceğim ama bunlar ve onlar tarikat şeyhlerinin ağzına bakarlar.
İster Eskimoca, ister Patagonca olsun Kuran’ın mutlaka bir yabancı dilde okunması gerekiyor, özgürleşmek için! Çünkü Türkçe tercüme ve meallerine güvenmek mümkün değil! Karşımızda Arapçasını asırlardır okuyup susanların örneği varken, Arapça okuyanlardan hiçbir umudum yok! Umut Türkçe ve Arapça dışında. Aşağıda, okurum Yusuf Kaner’in gönderdiği İtalyanca çeviriyi okuyacaksınız:
İTALYANCA’SINDAN
"E di alle credenti che abbassino gli sguardi e custodiscano le loro vergogne e non mostrino troppo le loro parti belle, eccetto quel che di fuori appare, e si coprano i seni d’un velo e non mostrino le loro parti belle altro che ..." ( il Corano, Çev: Alessandro Bausani, Fabbri Editori, 1997; Rizzoli Editori, 1999)
Arapça ve İslam bilgisiyle saygınlık kazanmış olan A. Bausani ayetin "...e si coprano i seni d’un velo..." bölümünü "...ve memelerini bir örtü ile kapatsınlar..." şeklinde çevirmiş.
GERÇEĞİ SAKLAMAYIN
İlahiyatçılar da gerçekleri sakladıkça, doğruları eğdikçe giderek güvenilmez oluyorlar. Diyanet İşleri eski Başkanı M. N. Yılmaz "Başörtüsü Müslümanlığın olmazsa olmaz şartı değil. Öyle olsaydı başı açık kadınların Müslümanlıkla alakası olmazdı. Bu kabul edilebilir bir şey değil" derken, yeni Başkan Ali Bardakoğlu, CNN Türk’te katıldığı Eğrisi Doğrusu adlı programda, "14 asırdır Müslümanlar kadınların başını örtmesini dini gereklilik olarak görmüştür. Bu nettir. Kuran’dan, peygamberin uygulamalarından ve Müslümanların bunları anlayış tarzıyla böyle olmuştur" diyor. (Vatan, 02.02.08)
Yeni Diyanet İşleri Başkanı’na "Kuran, Peygamberin uygulamaları ve Müslümanların bunu anlama tarzları" konusunda sorulacak onlarca soru var, ama ben bunları geçiyorum.
SORUNUM YALANLA
Gerçek ne ve nerede? Eski ve yeni Diyanet İşleri Başkanları birbiriyle çelişen yorumlarda bulunduklarına göre Türkiye’nin Müslümanları kime güvenecek?
Mehmet Nuri Yılmaz’ı doğru kabul edenler ile Ali Bardakoğlu’nu doğru kabul edenler bile Türkiye’yi ikiye bölmekte. İslam’ın yanlış yorumları Türkleri bıçak gibi dilimlemekte!...
Deniz Baykal’a horozlanarak "Senin işin mi o? Bırak da Diyanet konuşsun. Peygamberin gelip gelmediğini öğrenemedin mi?" diye bağıran Başbakan hangi din bilgisiyle böbürleniyor, imam-hatip bilgisiyle mi? Güldürmeyin beni! Arapça olarak "Bir kapı ya açık durmalı ya da kapalı!" bile diyemez imam-hatip mezunları!
Gazete yazıcıları arasında Kuran tefsirciliğine özendiğimi yazanlar var. Benim türbanla bir kavgam yok, sorunum yalanla! Kendileri yalanla yaşayabilir ama ben yaşayamam!
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2008
EH artık şu işi (bir) sonuca bağlayalım. Türkiye’de düşünceyi açıklama ve tartışma özgürlüğü olanağını gerektiği zaman kullanma bilinci bilinçsizlik düzeyinde! Kullanan yok! Türkiye’de gerçeğin şimşekleri, düşüncelerin çarpışmalarından çıkmıyor. Onun yerine elektronik çakmaklarla tutuşturulan havai fişekler kullanılıyor. Bu yazının atış menzilinde sadece sürekli müşteriler (İslamcılar, Neoliberaller, İkinci Cumhuriyetçiler) değil has cumhuriyetçiler ve turfanda demokratlar da yer alıyor!
Nûr Suresi 31. Ayet hakkında yazdığım yazılar sanki yazılmamış muamelesi gördü. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişi ile sükût konspirasyonu (fesadı, komplosu) ile karşılandı. Sürekli hedef tahtaları, karşı çıkacak bir şey bulamadıkları için sustular diyelim, peki şu "Has" cumhuriyetçiler ve demokrasiciler neden sustular? Ellerine somut kanıt vermedik mi?
BİLMEDEN MÜSLÜMAN!
Şöyle bir sonuç çıkardım: Kuran’ın Türkçe’ye çevirilerinden yüzde 99’una güvenilmez. (Yüzde 1’ler kusura bakmasınlar!) Peki bu güvenilmez çevirilerle Arapça bilmeyen Müslümanlar nasıl Müslüman olacaklar? Sahi, aralarında ilahiyat Prof. Dr.’ları da olmak üzere kaç kişi klasik Arapça’yı gerçekten bilmektedir? İmam hatiplileri saymıyorum. İslam onlara emanet edilmeyecek kadar ciddi bir bilgi alanı: Türkiye’de lise mezunları ne kadar İngilizce, Fransızca, Almanca bilmekteyseler onlar da o kadar Lisan-ı Arabi bilmekteler.
Yapılması gereken: Diyanet İşleri Başkanlığı başta Nûr Suresi 31. Ayet olmak üzere kendi yayınladığı Kuran çevirisinin doğruluğunu ciddi bir denetimden geçirecek! Ya da Muhammed bin Hamza’nın 15. yüzyılda yaptığı çeviriyi günümüz Türkçe’sine uyarlatacak.
BİR KERE DAHA
Bu türban tartışmasında beni asıl şaşırtan cumhuriyetçi demokratların tavrı. Benim 22, 23, 29 Ocak ve 2 Şubat tarihli yazılarımdan ve özellikle de Doç. Dr. Şahin Filiz’in "Bireysel Dindarlık mı, Kamusal Dinsellik mi? Başörtüsü Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi" (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları) adlı teolojik-sosyolojik-felsefi kitabının yayımlanmasından sonra ellerinde derin araştırmalara dayalı bilimsel kanıtlar vardı. Ruhat Mengi dışında onlar da sustular. Susmalarının nedenini bilmiyorum, kuşkusuz kendileri biliyorlardır. İşte Nûr Suresi 31. Ayet’in Türkçe’ye yapılabilecek tek doğru çevirisini bir kez daha yazıyorum:
"Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar? Örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar?"
KİMSE GÜCENMESİN
Gazeteciliğin ve gazete yazıcılığının meslek etiği (deontolojisi), Doç. Dr. Şahin Filiz ile benim iddialarımızın doğru olup olmadığını araştırmak ve doğru ise sonuna kadar bizim iddiamıza sahip çıkmaktır. Gerçeklere ve doğrulara sahip çıkmadan laik, demokrat, cumhuriyetçi, hukuk ve adalet sevdalısı olmayı bir yana bırakın, herhangi bir şey de olmak da mümkün değildir. Benden söylemesi, kimse alınmasın, kimse gücenmesin. Biz üzerimize düşeni, her şeyi göze alarak onurumuzla yaptık!
* * *
İsmet Berkan’a özel not: "31. Ayet’in doğru ya da yanlış tercüme edilmesi beni ilgilendirmez!" (03.02.08) diyorsun. Peki, doğruyu savunmayacaksan neden yazı yazıyorsun?
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2008
LAİKLİK ilkesi 5 Şubat 1937 günü anayasaya girdi. Bu eylem dünya anayasalar tarihinde bir devrim niteliği taşıyordu. Hálá taşımakta zaten! Çünkü "laiklik"in yer aldığı anayasa sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. İşte bayram yapılası bu çok özel günde memleketimizden birkaç ibretlik insan, kafa ve ruh manzarası: 1000 MÜDERRİS
İslamcı gazeteler türbanı ve Türbaniye Dini’ni destekleyen Darülfünun müderrislerinin listesini yayınlıyor. Yeni Şafak (02.02.08) gazetesinin yazdığına göre, çoğu AKP ile organik ilişkili, yaklaşık "1000 küsur" öğretim üyesi, yasağa karşı özgürlük platformu oluşturmuş.
Bu yazının muhatabı, türbanın bağlaşıklık ilişkilerini (correlation) göz ardı edip onu bu ilişkilerden soyutlayarak ele alan bu 1000 küsur müderris! Böyle davranmaları çok doğal! Çünkü listenin başında, TBMM’nin dörtte üçünün türban lehinde oy verecek olmasını gayet demokratik bulan ama buna karşılık Üniversitelerarası Kurul’da üniversite rektörlerinin türban konusunda oybirliği ile aleyhte karar almasının antidemokratik olduğunu savunan Bay Eser Karakaş var. (Haber Türk TV, 01,02.08)
DELİRİUM SAVUNUCULARI
Bu müderrisler ile İslamcı cerideler türbanperest cephenin ön saflarında cihat yapıyor:
"Büyük Loca düğmeye bastı. Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Mason Locası başörtülü kızların eğitim görmesini engelleyen yasağın devamı için ayağa kalktı. Lionslar da gazete ilanlarıyla yasağı savundu." (Yeni Şafak, 02.02.08)
"İslam’a savaş açtılar!" "Azgın azınlığı telaş sardı!" (Vakit, 02.02.08)
Müderrisler bilmiyor olabilir ama biri Anayasa’nın Din ve Vicdan hürriyeti ile ilgili 24. maddesinin son bendinde yazanları hatırlatmalı kendilerine:
"Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz."
Türban putuna tapanlar, İslami inançlarından(!) dolayı türban takmak zorunda olduklarını ileri sürüyorlar. Ama Kuran’da iddialarını dayandıracakları tek bir ayet bile yok. En güvendikleri Nur Suresi 31. ayette kadın ve erkek cinsel organlarının ve makatların kapatılmasından ve kadınların göğüslerini bir örtü ile örtmelerinden söz ediliyor.
Ve bu müderrisler demokrasi ve insan hakları adına bu "delirium"u savunuyorlar!
TRENE BAKAR GİBİ
Tevhid-i Tedrisat kanunu açısından imam hatip okullarının türban ile ilişkisini kuramayanlar, aralarındaki bağlılaşımı (correlation) görmeyenler, gerçeklere trene bakar gibi bakıyor. Devlet kadrolarının, sendikaların İslamileştirilmesi, işçi sınıfının cemaatleştirilmesi, devlet kütüphanelerine sadece dini ansiklopedi satın alınması ile türban arasında ilişki kuramayanlar Türkiye’nin irtica tehlikesi ile karşı karşıya bulunmadığını savunuyor. Ne dersiniz, 5 Şubat 1937 günü anayasaya giren laikliği savunmak insan haklarına ve demokrasiye aykırı mıdır? Bir soru daha: Bu türlü nedenlerle AKP yáránı müderrisler hangi tarikatın müridi acaba?
* * *
Bir gölgesiz yazıcı için özel not: "Eski şair" diyerek bana hakaret edebileceğini sanıyorsun. "Eski Şair", "Klasik şair" anlamına gelir. Sen de öğren artık!
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2008
BENİM yaşımda olanlar, Demokrat Parti ile AKP, Adnan Menderes ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki benzerliklerin giderek çoğalmaya başladığını gözlemliyorlar: Aynı çoğunluk megalomanisi, aynı Meclis diktatoryası, aynı Meclis-Hükümet-Çankaya özdeşleşmesi, yargı erkine karşı aynı husumet, üniversiteyi küçümseme!.. Burada, dostum Şevket Çizmeli’nin "Menderes, Demokrasi Yıldızı?" (Arkadaş Yayınları) adlı kitabını bir kez daha anımsatmak istiyorum. Fırsat çıkmışken, Başbakan’a, Şevket Süreyya Aydemir’in "Menderes’in Dramı"nı (Remzi Kitabevi) okumasını salık vereceğim. Siyasetçiler "Ne oldum!" demeye başladıkları anda ilkin kendileri için tehlikeli olmaya başlarlar. Çapsız siyasetçiler de bunalmaya başladıkları andan itibaren, Burhan Kuzu gibi, "Rektörler amuda kalkmasın!" (Hürriyet, 01.02.08) türünden sabukmalar saçar.
DEMOKRAT (!) BESLEME BASIN
Demokrasiyi de anlamıyorlar, saptırıyorlar! Yüzde 47 oy ile sağlanan Meclis çoğunluğu, yönetim arabasını kimin süreceğini belirler ama bu yönetimin mutlaka demokratik olacağını garanti edemez. Dünya tarihinin mezarlıkları ve çöplükleri, bu garantisizliğin örnekleriyle dolu: Bu örneklere demodiktatorya, seçilmişler diktatörlüğü adı veriliyor.
Hükümet yandaşı besleme basın, demokrasi havariliği yapıyor memleketin tuluat tiyatrosunda: "Başsavcı’ya ortak tepki: Meclis’in üstünde hiçbir güç olamaz!" (Zaman, 19.01.08) Elbette var: Hukuk, hukuk devleti, demokrasi! Genel olarak hukuku umursamayan, hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirmeyen, demokrasiyi demirkıratsiye dönüştüren yönetim (yürütme), Meclis’i (yasama) şamar oğlanı haline getirir. Sonra da pohpohlar onu: Meclis’in üzerinde hiçbir güç olamaz!
Daha önce yazdığım şeyleri bir kez daha tekrarlayacağım: Yasama ve yürütme erklerinin işlerini yargı denetler. Bu onun Anayasal hakkıdır. Şimdi bir adım daha atarak tanımı pekiştirelim: Yargı erkinin yasama ve yürütme erklerinin işlerini denetlediği; yasama ve yürütme erklerinin yargı erkine müdahale edemediği rejime demokrasi denir.
MENDERES KAFALI MEDRESE MÜDERRİSİ
Yeni Şafak (20.01.08), iktidar silahşoru öğretim üyelerinden fetva alıyor: "Yargı varolan hukuk kurallarına göre karar verir. Hukuk kurallarını ise yasama organı belirler. Danıştay’ın mantığından hareket edersek yasama organının ne Anayasa’yı ne de kanunları değiştirmesi söz konusu olamaz? Böyle mantık olur mu? Bundan sonra TBMM yargıya mı soracak Anayasa’yı değiştirmek istiyoruz, şu kanunu değiştirmek istiyoruz bize izin verir misiniz diye. Yasama organını feshedelim o zaman!" Bu fetvayı Prof. Dr. Yavuz Atar veriyor. Bu mantığın sonu yargı erkinin düşman, hasım ilan edilmesine varır. Ve çoktan vardı. Yavuz Atar’a göre, yasa çıkarma tekelini kullanan yasama, yargının denetim hakkını elinden alabilir. Gerçekten alabilir de. Ama böyle bir rejime demokrasi denmez zaten. Alın size "Adnan Menderes" kafalı bir medrese müderrisi!
Adnan Menderes de 31 Aralık 1956 günü DP Meclis Grubu’nda şöyle konuşuyordu: "Ondan sonra üniversite kalkar ’Ben Meclis’i murakabe edeceğim’ der. ’O Büyük Millet Meclisi ise ben de üniversiteyim’ der. Hani o ’Ayşe hanım Ayşe hanımlığını bilsin, benim de Fatma olduğumu unutmasın’ gibi cumbadan cumbaya söz atışlar." (Ş.Çizmeli, S.673)
Yazının Devamını Oku