11 Nisan 2008
RECEP TAYYİP ERDOĞAN: "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. Millete rağmen bu yürümez zaten. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına? Bir tarif edin diyorsun, tarif edemiyor. Bu ne menem şey yahu!" (RP İstanbul İl Başkanı olduğu 1994 yılında Refah Partisi’nin Ümraniye İlçe Örgütü’nün yeni hizmet binasının açılış töreninde yaptığı konuşmadan.)
BÜLENT ARINÇ: "60 milyon insanı kardeş yapan laiklik değildir. 1923’te Mars’tan düşmüş bir devlet kurduk... Sapık ilkelerini tabu haline getirdiler. Arkasına saklanıyorlar. Ama hiçbir şey kár etmez. Ne tank, ne top... Takdiri Hüda’nın karşısında hiçbir beşeri sistem durmaz." (Konya)
ÖMER DİNÇER: "Türkiye Cumhuriyeti’nin, başlangıçta ortaya koyduğu temel ilkeleri, laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesindeyim."
OY BİRLİĞİYLE
Yukarıdaki cümleleri şehvetle söyleyen insanlar 10 Nisan 1928 tarihinden nefret ederler. 10 Nisan 1928 Cumhuriyet tarihinin en önemli dönemeçlerinden, dönüm noktalarından biridir.
9 Nisan 1928’de, İsmet Paşa ve 120 arkadaşının verdiği kanun teklifi ile 1924 Anayasası’nın 2. maddesi ("Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır, Resmi Dili Türkçe’dir, Makamı Ankara şehridir") değiştirilerek cümleden "İslam dini" çıkartılıyordu.
Yine 16. maddedeki, milletvekillerinin ve 38. maddedeki cumhurbaşkanının yemininden "Vallahi" kelimesi çıkartılıyordu. Aynı şekilde 26. madde (din işlerinin düzenlenmesinin TBMM’nin görevleri arasında sayılması) da kanun metninden çıkartılıyordu.
9 Nisan 1928’de 1924 Anayasası’nın bu dört maddesinde yapılan değişiklik 264 üyenin oy birliği ile (1220 sayılı yasa) kabul edildi ve bu değişiklikler 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
NASIL OTURTTUM!
5 Şubat 1937’de bir adım daha atılarak laiklik ilkesi Anayasa’ya girdi. Laiklik ilkesi ile başı hoş olmayanlar, Avrupa ve ABD laikliklerinde Diyanet İşleri Başkanlığı türünden, dini devletin denetlemesine aracılık eden kurumlar bulunmadığını ileri sürerler. Bunlara göre Türkiye’nin gerçekten laik olması için Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı ve din işleri ile camilerin yönetimi cemaatlere (tarikatlara) bırakılmalıdır.
Bunu söyledikten sonra "Nasıl oturttum?!" havası içinde şöyle bir kasılırlar. Kasılsınlar! Laikliğin tepki, etki ve yöntemleri toplumların dinlerine, gelenek ve törelerine göre değişmek zorundadır. Hıristiyanlık’ta bir Papalık kurumu olduğu ve 1789’dan itibaren Hıristiyanlık yavaş yavaş siyaset alanından çekildiği için, sorun, devlet ile kilise arasındaki uzlaşma ile çözümlenmiştir.
DİYANET’E DEVAM
İslam dini yapısal olarak derebeyliklerden oluşmuştur. İslam’ın bu derebeylikleri denetleyecek, disiplin altına alacak bir üst kuruluşu bulunamamaktadır. Halifelik bile bunu yapmayı başaramamıştır. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı devam etmek zorundadır. Alevi vatandaşlarımızın ve cemaatçi (tarikatçı) Sünni vatandaşların bilgisine sunulur!
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2008
SAİD Nursi’nin çınar ağacına elde çay bardağı sokakta yürür gibi çıktığına inanan büyük bir kara kalabalık var bu ülkede. Bu gerçek mucizeyi (!) Mustafa Yıldırım’ın "Meczup Yaratmak" (Ulus Dağı Yayınları, s. 119) kitabından öğreniyoruz. Mustafa Yıldırım da bu peygamber mucizesini Bediüzzaman’ın şakirtlerinden Süleyman Şahiner’in "Hatıralarda Bediüzzaman" (s. 188) adlı menkıbeler kitabından aktarmış. Haydi gelin bu ortamda demokrasiden, özgürlüklerden ve insan haklarından konuşalım, isterseniz. Böyle bir ortamda yetişen babayiğitler elbette seçimlerde aldıkları oyu hukuk devletini çiğnemek için kullanacaklardır. Yargı karşısında kendilerini Kuran ayetleriyle savunacaklardır.
YAZMIŞ AMA YANMIŞ!
Mustafa Yıldırım’ın kitabını ağzım bir karış açık hayretler içinde okuyorum: Said Nursi (Kürdi) kendi ağzından yazılan özyaşamöyküsünde, yirmi yıllık eğitimi üç ayda tamamladığını söylemektedir (s. 11). Said Nursi beş günde inorganik kimyayı öğrenip bir öğretmeni yenmiştir. Prof. Dr. Şerif Mardin, Said Nursi’nin bir cebir kitabı yazmış olduğunu ileri sürer (s. 20); ancak Süleyman Şahiner ortada olmayan kitabın bir yangında yok olduğunu belirtir.
Said Nursi kendi ağzından yazılan kitapta tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe ilimlerinin esaslarını elde etmiştir. Nasıl elde etmiştir belli değil! Kendi iddiasına göre 80-90 kitabı üç ayda ezberlemiştir. Said Nursi her ezberden sonra bir öğretmenle karşılaşır ve münazarada onu yener(!).
MİLİTAN SAİD KÜRDİ
Said Nursi (Kürdi), bir İslamcılık ve Kürtçülük militanıdır. İslamcılar ona "Nursi" Kürtçüler ise "Kürdi" derler. Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından, Şeyh Said ve isyanının destekçilerindendir. Kurduğu Nurculuk olarak bilenen İslami-Kürdi hareket 1950’den itibaren bir kanser gibi Türkiye’yi sarmaya başlamış ve Fethullahçılık olarak bilinen "Yeni Nurculuk" ile dünyaya açılmıştır. Şu anda ülkeyi kanser gibi kemirmektedir!
Okuma yazma bilmediğini ileri süren ve kitaplarını şakirtlerine söyleyerek yazdıran Said Nursi’nin, okuduklarımdan öğrendiğime göre, bir peygamber yöntemi kullandığını söyleyebilirim. Rüyalar görmekte, açıkça söylemese de rüyalarında Allah ile konuştuğunu ileri sürmektedir; Hz. Muhammed sık sık rüyalarına girer ve talimatlar verir.
"İki düş görerek önemli görevler üstlenen Said-i Kürdi, kendi anlatımına göre ilk kerametini de Bitlis yolunda gösterir: Elleri kelepçelidir. Abdest almak ister. Ancak kelepçeler kendiliğinden açılır." (S. 19)
Said Nursi mehdilik, peygamberlik iddiasındadır. Bu imalat ve inşaatı bizzat kendisi yönetmiş ve kendisine Cemal Kutay, Necmettin Şahiner, Rohat ve Prof. Dr. Şerif Mardin kitaplarıyla kalfalık etmişlerdir. Fethullah Gülen de Said Nursi yöntemi kullanmakta ve adım adım onu taklit etmektedir. ABD’nin önderliğinde Kemalizm, Komünizm ve Masonluk’a karşı cihat açmış olan yapıntı mehdi Said Nursi’nin başarılı olmadığını kimse söyleyemez. ABD, kendisi tarafından yazılmış olan bir kullanım klavuzuna uygun olarak Said Nursi’yi kullanmış, şimdi onun bir klonu olan Fethullah Gülen’i tepe tepe kullanmaktadır.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2008
BAYRAM değil seyran değil "enişte" birini neden öpüyor? Nereden çıktı durup dururken sakallı Karl Marx? İlkin, çevirisi M.E. imzası ile tarafımdan yapılan "Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850" (Sol Yayınları, 1967) adlı nefis kitaptan bir alıntı yapayım, sonra derdimi anlatırım: BARİKATIN KARŞISI
"Haziran olaylarında, mülkiyetin korunması ve kredinin eski haline getirilmesi için, hiç kimse, Paris küçük burjuvazisinden; kahveciler, lokantacılar, şarap satıcıları, küçük tüccarlar, dükkáncılardan daha bağnaz savaşmamışlardı. Dükkáncı, bütün gücünü toplayıp, sokaktan dükkána doğru müşteri akışını yeniden tesis etmek için barikata karşı yürümüştü. Ama barikatın arkasında müşteriler, borçlular ve barikatın karşısında ise dükkánın alacaklıları vardı. Ve barikatlar devrilip işçiler ezilince, mağaza koruyucuları zafer sarhoşluğu içinde dükkánlarına doğru yeniden kendilerini attıkları zaman, dükkánlarının önünün bir mülkiyet kurtarıcısı ve göz korkutucu mektupları kendilerine uzatan bir resmi kredi memuru tarafından kesildiğini gördüler: Vadesi gelmiş poliçe, vadesi gelmiş borç, vadesi gelmiş bono! Ve bunların altında ezilen dükkán ve dükkáncı!
KREDİNİN CANLANDIRILMASI
Mülkiyetin korunması! Ama oturdukları evler kendi mülkleri değildi, korudukları dükkán kendi mülkleri değildi, sattıkları mallar kendi malları değildi. Ne ticaretleri, ne yemek yedikleri tabak, ne uyudukları yatak henüz onlara ait değildi. İşin aslında, tamı tamına kendilerine karşı, evini kiraya veren mülk sahibinin, poliçeyi kıran bankerin, peşin avans veren kapitalistin, bu dükkáncılara satmak için tecim eşyası veren fabrikatörün, bu dükkáncılara ilk madde kredisi açan toptancı tüccarın yararına bu mülkü korumak söz konusuydu. Kredinin canlandırılması! Ama kredi, bir defa sağlamlaşınca, Haziran asilerinin cesetleri üzerinde tehditkár bir eda ile dikilen, borcunu ödemeyen borçluyu karısı ve çocuklarıyla birlikte sokağa atan, sözde servetini sermayeye teslim ederek ve kendilerini borçları yüzünden hapishaneye gönderen bir Tanrı gibi kendini belli etti.
Küçük burjuvalar, işçileri yenerek, kendilerini karşı koymaksızın alacakçıların ellerine teslim etmiş olduklarını ürküntüyle anladılar. Şubat’tan beri, müzminleşen ve görünüşte bilmezlikten gelinen iflasları Haziran’dan sonra resmen ilan edildi." (S.74-75)
SAYFA 74 - 75
AKP’nin, kurucularının, yöneticilerinin, ileri gelenlerinin Milli Görüş’ten koptuğunu, metamorfoz geçirerek gıcır gıcır yeni insanlar olduklarını ileri sürenleri, AKP iktidarını koşullu ya da koşulsuz destekleyen liberalleri, eski solcuları gördükçe, aklıma, gözümün önüne, çevirisini yaptığım Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nin 74 ve 75. sayfaları geldi. Liberallerin ve eski solcuların büyük bir çoğunluğu ister benim çevirimden, ister Almanca, Fransızca ve İngilizcesinden olsun bu sayfaları okumamış olmaları düşünülemez. Demek ki ya anlamamışlar ya da bağlılaşım (korelasyon) kurma yetenekleri kalmamış.
74 ve 75. sayfanın kıssasından çıkartılacak hisse: Senden güçlüyle, iktidarla işbirliği yapacaksan çok dikkatli ol, kendi amaçlarına ulaştıkları zaman seni tuvalet káğıdı, káğıt mendil gibi fırlatıp atar. O halde müttefikini çok iyi seç!
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2008
"BİR" üniversitenin "bir" profesörüne öğrencileri "bir" açık mektup göndermişler. Üniversitenin ve profesörün adlarını silerek söz konusu mektubu anonimleştirdim. Çünkü üniversite de, profesör de çoğul. Açık mektubun da çoğullaşması gerekiyor. Açık mektubu "Tersi/Yüzü"ne sığdırmak için biraz kısalttım: * * *
"Büyük hayallerin bittiği yerde büyük geri adımlar başlıyor. Küçülen, küçülmesi gerekir diye düşünülen hayaller, dönüyor dolaşıyor, en kirli amaçların ambalaj káğıdı oluyor.
Sizin hiç gerçekten büyük hayalleriniz oldu mu, bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz, yıllarca bize varmış gibi gösterdiler. Belki sizin de isteğinizle, belki değil. Belki de, ’bize ne’ deyip geçmek gerek. Ancak geçemiyoruz. Söz konusu olan insanlarımızın geleceği, eşitlik ve özgürlük özlemleri olunca, siz de hak vereceksiniz, o kadar kolay geçilmiyor.
Sizi bize yıllarca ’solcu’ diye, ’aydın’ diye bellettiler. Amfilerde derslerinizi ’ben de sosyalistim’ diyerek açtınız, gazetelerde dergilerde ’en radikal’, ’en bilgece fetvalarla’ aklımızı başımızdan aldınız. Ta ki, hayaller bir ampule sığacak denli küçülene kadar.
Sayın prof, muhterem ’aydın’, sizi bilmiyoruz ama bizim hayallerimiz ampule sığmıyor. Biz Türkiye’nin aydınlık geleceğini Adalet ve Kalkınma Partisi’nde aramıyoruz. ’Adalet’lerinin ne olduğunu, ’kalkınma’dan ne anladıklarını bilecek yaştayız. Milyonlarca yaşıtımız işsiz gezerken, milyonlarca insanımız insanca yaşam sınırının altında yaşamaya çalışırken AKP’ciliğinizin ne anlama geldiğini de anlayabilecek kadar yetiştik.
Sizi bilmiyoruz ama bizim özgürlük anlayışımız örtülere, peçelere sığmıyor. O peçelerin, örtülerin milyonlarca yaşıtımıza ne tür baskılarla taktırıldığını görüyor, yaşıyoruz. Ülkemizde kadınlarımız için başı açık sokakta gezmenin saldırı sebebi sayıldığı yerler olduğunu bilecek kadar Türkiye’de yaşıyoruz.
Özgürlüğü, Sivas Katliamı’nın kadrolarından beklemeyecek kadar akıl sağlığı yerinde insanlarız. Devlet bütçesinden Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan payın 8 bakanlığın bütçesine denk olduğu bir ülkede özgürlük deyince bir kere daha düşünmek gerektiğini de biliyoruz. Bizim özgürlüğümüz bulutların üstünde gezinmiyor, ayakları yere basıyor, toprağa, bu topraklara.
Sizi bilmiyoruz ama bizim eğitim anlayışımız cüzdana sığmıyor. Eğitimi, bir meta olarak değil hak olarak görüyoruz. Siz radikalliğiniz gereği, eğitim paralı olsun deyince, biz bunu milyonlarca yoksul kardeşimizin suratına vurulmuş bir tokat sayıyoruz.
Halkımızın arkasında Avrupa’dan fonlar, Soros’tan enstitüler durmuyor, biliyoruz. Hálá ’akrep gibiyiz’ belki ama ’derya içre olup deryayı bilmeyen balık’ olmamaya gayret ediyoruz.
Sizi bilmiyoruz ama bizim düşlediğimiz Türkiye, Avrupa Birliği’nin ’parlak’ yıldızları içine sığmıyor, sığamıyor. Avrupa Birliği’nin, Avrupa halklarının birliği ve kardeşliği ile ya da demokrasi ve insan hakları ile zerre ilgisi olmadığını biliyoruz.
Değil mi ki, Türkiye’nin IMF anlaşmaları; ABD’nin Ortadoğu müdahaleleri; Yugoslavya’nın bölünmesi; Küba karşıtlığı; ırkçılık ve bilumum gericilik Avrupa Birliği’nin sicilinde yazar, biz bu birliğe patron birliği demeyi tercih ediyoruz. Bunca rezilliği "solcuyum-sosyalistim" diyerek pazarlayanlara ne deneceğini de sizin takdirinize bırakıyoruz."
* * *
Öğrencilerin açık mektubu devam ediyor. Sanırım bu kadarı bile yeter!..
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2008
TAHA Akyol’un "Ama Hangi Atatürk" (Doğan Yayıncılık) kitabı medya dünyasında şenlik fişekleriyle karşılandı. Köşe yazıcıları kitabı öve öve bitiremediler. Gazeteler, televizyonlar yazarla söyleşi yapmak için sıraya girdiler. Ve istediklerini elde ettiler. Galiba CNN televizyonu yazar ve kitabı üzerine özel bir program yayınlandı. Programa ünlü tarihçiler konuk oldular. Övgü koroları içinde bir tek çatlak ses vardı: Prof. Dr. Mümtaz Soysal.
Bu yazar ağırlaması, "kısmetsiz" bir yazar olarak beni son derece sevindirdi. Ama buna karşın epeyce de kederlendim: Öteki yazarlarımız da kendileri için bu türden sıcak bir karşılama beklerlerse nice olur medyanın hali?
KARABEKİR TUTKUSU
Cumhuriyet Kitap Dergisi’nin 943. sayısında, "Ama Hangi Atatürk" konusunda ilk ciddi eleştiriyi yazan Alev Coşkun, kitap ile aynı adı taşıyan yazısını şöyle bitiriyor:
"Sayın Akyol’un bu yazıda belirttiğimiz Karabekir tutkunluğu ve diğer kimi noktalar dışında, genel olarak Atatürk’ün bağımsızlık savaşı sırasında gerek Sovyet Rusya’daki yeni devletle, gerekse kendine destek veren Hint Müslümanlarına karşı temel stratejisini ortaya koyan bir çalışma yapmış olması da takdirle karşılanmalıdır."
Taha Akyol’un Kazım Karabekir tutkusunu fark eden demek ki sadece ben değilmişim.
YOLDA KALANLAR
Gazi Mustafa Kemal Paşa Söylev’in başlarında eski yol arkadaşlarıyla ilgili olarak şunları yazar: "Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar uzanan gelişmelerinde, kendi fikir ve ruh kabiliyetlerinin kavrayış sınırı bittikçe bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir." (Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Baskısı. S.11)
Gazi Mustafa Kemal Paşa hemen hemen bütün devrimci kadroların başına gelen kırılma ve çatlamayı işaret ediyor. Devrim’in anayolu üzerinde, ana istikametinden hiçbir taviz verilmez, aksayan, tökezleyen yolda kalır. Yolda kalanların çok küçük bir azınlığı gerçeği kabul etmek, yoldan çekilmek gibi bir yüce gönüllü davranış gösterebilir.
Çoğunluğu ise hayal kırıklıkları içinde "anı"larını yazarlar ve devrimci rollerini abartarak kendilerini dengelemek isterler. Bu türden anılara çok dikkat etmek gerekir.
TEVATÜR VE KANIT
Ne var ki Karabekir Paşa ile Faik Ahmet Barutçu’nun anılarına nesnelliği noter onaylı metin muamelesi yapan Taha Akyol yorum ve savlarını bu kırılgan metinler üzerine kurar. Örneğin, köşesinde, Faik Ahmet Barutçu’nun Siyasi Hatıralar’ından yola çıkarak, Terekkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (1924) Şeyh Said isyanının yarattığı korku ortamında kapatıldığını yazar. Çünkü Barutçu "Siyasi Hatıralar"ında İsmet İnönü’nün böyle bir şey söylediğini yazmıştır. Bu olayın kanıtı ve tanığı yoktur. Ama Taha Akyol bu iddiayı tarihsel doğru olarak kabul eder.
Kazım Karabekir Paşa’nın, Anadolu’ya geçme ve Milli Mücadele’nin yönetimini alma sürecinde Mustafa Kemal’i yönlendirdiği konusunda ciddi bir tevatür vardır. Alev Coşkun, Taha Akyol’un bu tevatürden yola çıkan yorumlarının çürüklüğünü kanıtlıyor.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2008
İSLAMCI militanlığı yedi iklim dört bucakta tescilli bir vatandaş, bir televizyonda, 1982 Anayasası’nın darbeci generaller tarafından hazırlanan antidemokratik ve faşist bir Anayasa olduğunu ileri sürüyor. İleri sürerler! Ne 12 Mart’a ne de 12 Eylül’e karşı çıkan, cumhuriyetçi devrimciler ve sol kesim bu iki darbe tarafından ezilip kazınırken zevkten ağzının suyu akan, 12 Eylül’ün tezgáhladığı "Türk-İslam Sentezi" ile iktidara yönelen bu militan İslamcı kadronun utanma erdemi yoktur.
AKLINIZ NEREDEYDİ
Ben ve ailem 12 Mart’ın rendesinden geçtik; 12 Eylül’ün çıkardığı özel yasa ile çok sevdiğim mesleğimden 45 yaşımda emekli edildim ve 12 Eylül anayasasına "Hayır" oyu verdim.
12 Eylül anayasası, 5 darbeci generalin kararnamesiyle değil, halk oylamasında nüfusun yüzde 91.37’si tarafından onaylandı. AKP hükümeti yüzde 46.7 oy ile iktidarda bulunuyor; 1982 Anayasası ise seçmen halkın yüzde 91.37’sinin oyu ile yürürlüğe girdi. AKP’nin iktidara gelişi demokratik ise, 1982 Anayasası iki kez demokratik!
"Hep bana Rab bana!" mantığı ile siyaset yapan İslamcıya göre, 1982 Anayasası’na "Evet" oyu veren yüzde 81.37 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı faşist oluyor; AKP’ye oy veren 46.7 vatandaş ise demokrat oluyor.
Bu rezillikler olmadan önce, faşist Anayasa, faşist partiler ve seçim yasaları, emeğin ümüğünü sıkan yasalar işinize yararken aklınız neredeydi?
ZOR KULLANARAK
1980’lerden bu yana yazıyorum. Kimseye anlatamadım. Ama AKP aleyhine açılan kapatma davası ile durum artık anlaşılmak zorunda.
Bir demokratik rejimde her şey Anayasa’ya, hukuka ve yasalara dayanır ve onlar tarafından sınırlandırılır. Bir siyasal parti, Anayasa’ya ve Siyasal Partiler Yasası’na göre kurulur; seçimler de seçim yasalarına göre yapılır. Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasası! Bir siyasal parti, bu izin verici ve engelleyici ölçütlere göre iktidara gelir ve gider.
Bir siyasal partinin kurulması, seçime girmesi, bu üç ölçütü beğendiği anlamına gelmez ama kabul ettiği anlamına gelir. Seçimi kazanıp iktidara gelen siyasal parti, bütün yasaları değiştirebileceği gibi, beğenmediği Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasası’nı demokratik yollarla değiştirebilir. Ama Anayasa Mahkemesi’ni unutmadan!
Ancak Anayasa’nın 4. maddesinde yazdığı gibi, 2. ve 3. maddelerini değiştiremez, değiştirilmesi için öneride bile bulunamaz. Bu böyle iken, barışçı ve demokratik yollarla değiştirilmesi mümkün olmayan maddelerin varlığını tartışmaya açmak, onları zor kullanarak değiştirmeyi tasarlamak anlamına gelir. Bunun, düşünceyi açıklama özgürlüğüyle ilgisi yoktur.
SORUMLUSU AKP
Bu iş bu kadar basit: Her siyasal parti Anayasa’nın 2, 3 ve 4. maddeleri ile Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları’na saygı ve sadakat göstermek zorunda.
Öte yandan, gazetelerde, televizyonlarda, Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı davayı Anayasa Mahkemesi’nin kabul etmesinin borsa ve piyasaları zor durumda bırakacağı iddiaları yer alıyor. Sanki bunun sorumlusu Başsavcı ve Anayasa Mahkemesi! Piyasalar ve borsada meydana gelecek her türlü olumsuz gelişmenin bir tek sorumlusu vardır: AKP ve hükümeti!
Hiç kimse Cumhuriyet’e ve kurumlarına hesap soramaz. Herkes haddini bilsin!
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2008
DİN değiştirmek, dinden çıkmak, inancını yitirmek, cinsiyet değiştirmek öyle kolay değildir; havaalanlarında, istasyonlarda, garajlarda araç değiştirmeye benzemez, insanın ruhunu yerinden söker, beynini unufak eder. ABD’den uçakla gelen insanlar ancak birkaç günde kendilerine geliyorlar; bir şey değiştirenlerin kendilerine gelmeleri çoook uzun sürer. Berbere girip tıraş olmaya benzemez. İslam dinine girenlerin sünnet olmalarına da benzemez.
Bunu bildiğim için, bu konuda çok kitap, çok roman okuduğum için, Milli Görüş’ten, Refah ve Fazilet partilerinden gelenlerin laik AKP’yi (!) kurmalarına ve hamamda yıkanıp değişmelerine bir saniye bile inanmadım. Ve bunları AKP’nin kuruluşundan itibaren inatla yazdım. Sonuçta haklı çıkan benim!
KİTAP DOGMASI
Müslüman toplumlarında, bence ciddiye alınmaması gereken bir inanış vardır: "Her şey Kitap’ta yazmaktadır" dogması! Atom mu, uzaya yolculuk mu, DNA mı, moleküler biyoloji mi, uzay geometrisi mi, hepsi Kitap’ta yazmaktadır.
Demokrasi mi, dediniz, o da Kitap’ta yazmaktadır. İslamcı çevrelerin, İslamcı zihin ve ağızların iddiasına göre icma demokrasinin en hasıdır. "İslam’da icma var!" derler ve yüzünüze álim ve muallimcesine bakarlar. Peki nedir İcma?
BİLGİNİN OYBİRLİĞİ
Kuran ve hadislerle çözümlenemeyen hukuk sorunlarında bilginlerin oybirliğine icma denir. Toplanma anlamına gelir. Bundan sonrası için, sizin bir sözlüğe, ansiklopediye falan bakmanız gerekir. Çünkü ben bir adım daha atmak zorundayım.
İcma’nın bilginin ve haberin kaynağıyla kesin bir ilgisi vardır İslam’da. İslam inancında bilgi sonradan kazanılmaz, edinilmez, ama bir yerden vahiy ya da ilham edilir. Tanrı tarafından.
Tek kişinin haberi (Haber-i Vahid): Bilgi içermez, muteber değildir.
Yaygın Haber (Müstefiz-Meşhur): Gazali bu haberin araştırılması gerektiğini söyler.
Çoğunluğun haberi (Tevatür): Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun ilettiği haber. Aynı tutum klasik kelam geleneğinde de egemendir: Bir haber çoğunluk tarafından aktarılmışsa, o haber kesin bilgi kaynağıdır.
Bu olgunun, İslam’daki icma ile kesin bağlantısı vardır. İcma, daha önce de yazdığım gibi, çoğunluğun görüş birliğine varmasıdır ve bağlayıcıdır. Názzam, buna itiraz eden belki de tek İslam düşünürüdür. Ona ve özgür düşünceye göre, çoğunluğun karar, kanı ve uzlaşması, her zaman yanlış çıkma olasılığı ile karşı karşıyadır.
İSLAMİ DİKTATÖRLÜK
İşin püf noktasına, bam teline geldik: Başbakan ve AKP’nin, (oylama dışında) haklar bağlamında çoğunluk ile azınlığı eşit kabul eden demokrasiyi içselleştirememesinin nedeni işte buradadır. Referansları hálá İslam olduğu için icmayı demokrasi sanmakta ve yüzde 47’ye dayanarak her şeyi yapacaklarına inanmaktadırlar. Oysa icma dinsel, demokrasi sivil bir kavramdır. İcma İslami diktatörlüğün meşruiyet kaynağıdır. Özgür(lük) bilgileri çok kıt ve yoksul olan Başbakan ve imam-hatip kuşakları bu nedenle asla demokrat olamazlar.
Yazımın içerdiği İslami bilgiler bana vahiy ve ilham yoluyla gelmedi; Akademik ilerlemesi engellenen Yrd. Doç. Dr. Hasan Aydın’ın "Gazáli Felsefesi ve İslam Modernizmine Etkileri (Naturel Yayınları, s. 69-135) adlı kitabında okudum.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2008
BİZİM gazeteler pek önemsemedi. Ben İsviçre’de yayınlanan, 29.3.2008 tarihli Tribune de Geneve’de okudum. Haberi, Türk asıllı olmadığı gibi TC vatandaşı da olmayan, Cumhuriyet devrimlerine inanan bir İsviçre vatandaşı gönderdi. Yani bir yabancı! Haberin kaynağı, Fransız Haber Ajansı. Yer: Slovenya’nın Brdo Pri Kranju kentinde yapılan gayri resmi AB Dışişleri Bakanları toplantısı. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi (yani AB Hükümetinin Genişlemekten Sorumlu Bakanı) Olli Rehn, gazetecilerin bir sorusu üzerine şöyle konuşuyor:
BABACAN DA DİNLİYOR
"Umarım ki Anayasa Mahkemesi yargıçları, Avrupa’nın önemli bir demokrasisi olan ve bütün demokratik ilkelere saygı gösteren Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarını dikkate alırlar."
"AB kriterlerinin ciddi ihlali durumunda, Komisyon müzakere sürecini gözden geçirmek zorunda kalabilir."
"Umarım ki akıl gereken önlemleri alır, ama olası gelişmeleri de dikkate olmak zorundayız."
"Bu evrede Türk anayasasında bir sistem hatası ortaya çıkmıştır. Zaten AB uzun süredir Türkiye’nin bir anayasa reformu yapmasını istemektedir."
"Daha önce de söylediğim gibi normal demokrasilerde bu türden sorunlar mahkemelerde değil ama seçimlerde çözümlenir."
ÜLKEYİ GAMMAZLIYOR
Olli Rehn bunları Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın da bulunduğu toplantı ve yemekte söylüyor. Ama, Tribune de Geneve’e göre, AKP’nin kapatılması durumunda Türkiye-Avrupa Birliği görüşmelerinin askıya alınacağını Olli Rehn’e söyleyen de bizzat Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan. Yani bir Dışişleri Bakanı, parti çıkarları için kendi ülkesini gammazlıyor.
Ali Babacan’a göre, AKP’nin kapatılması ve bir başka hükümet kurulması durumunda Türkiye AB’ye girmekten vazgeçermiş. Olli Rehn de mal bulmuş mağribi gibi bu zırvanın üzerine balıklama atlıyor. Olli Rehn’in Avrupası ile bizim bildiğimiz Avrupa aynı yer değil galiba. Olli Rehn yalan söylüyor: Avrupa ülkelerinde de "sandık" demokrasinin tek ölçüsü değildir. Parti kapatmak bir sistem hatası değildir. İspanya’da da parti kapatılıyor.
Akıl alacak gibi değil: Olli Rehn, "ne olduğu belli olmayan" çıkarları uğruna Türkiye’nin Anayasa Mahkemesi yargıçlarına yasaları uygulamamalarını tavsiye ediyor. Daha doğrusu tehdit ediyor.
AKP’NİN LEJYONERİ
Şöyle düşünelim: AKP lejyonerliği yapan Olli Rehn, aynı iştah ve hevesle DTP’yi de savunsaydı, bu partinin de kapatılması davasına karşı çıksaydı, İşçi Partisi’nin talanı üzerine Türkiye’yi tehdit etseydi, ne olurdu? Ergenekon fesadı ile İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu’nun gözaltına alınmalarını gündeme getirseydi...
Ama böyle şeyler yapmaz Olli Rehn tayfası. Onun ve onların istediği demokrasi değil, tam, eksiksiz bir biat ve itaat. Biat ve itaat zaten AKP zihniyetinin temel direkleridir.
Tanrı, Avrupa Birliği ile AKP’nin ortak fesadından Türkiye’yi korusun!
Yazının Devamını Oku