Özdemir İnce

Fidelio Castro ve ben

30 Mart 2008
BİRAZ sonra okuyacağınız iki şiiri 30 Mart 1958 günü Ankara’da yazmışım. Bugün 30 Mart 2008 olduğuna göre, tam elli yıl önce. 22. yaşıma girmeme daha altı ay var. Bu iki şiir şu anda, Adam Yayıncılık tarafından 2001 yılında yayınlanan "Bütün Şiirlerim, Birinci Kitap"ın 40 ve 41. sayfalarında yer alıyor. Bu şiirleri yazdığım ve elli yıl sonra sizlerle paylaşma olanağına sahip olduğum için çok mutluyum.

* * *

["FİDELİO CASTRO

inerse bir cánım efem o korkunç öykülü dağdan

elleri güzel elleri ıslak gözünde büyüyen incecik orman

budur o budanan bulutların alacakaranlıktaki izleri

bu güneş giysili ak gölgeli var olan halktan

en deniz derinliklere gelir kentlere bir en deli

İsa gölü

Fidelio Castro

geyik boyunlu bir Küba’da"]

* * *

["EN

inerse cánım efem o korkunç öykülü dağdan

ıslak gözünde büyüyen incecik orman

budur o budanan bulutların alacakaranlıkta izleri

bu güneş giysili ak gölgeli var olan halktan

en deniz derinlere gelir kentlere bir en deli

öldüğümüz binlerce göle her zaman çıplak deli"]

31 ARALIK 1958

Fidel Castro’
nun adını ilk kez, Tevfik Çavdar’ın "Pazar Postası" Dergisi’nde yayınlanan bir yazısında okumuştum. Tevfik Çavdar, "Fidelio" diye yazıyordu. Yazının yayınlandığı tarihte Castro ile "Che" henüz dağlardaydı.

"EN", Muzaffer Erdost’un yönettiği, "İkinci Yeni"ci Pazar Postası dergisinde yayınlanmıştı. Yayınlandığı sayıyı ve tarihi anımsamıyorum. Ancak ben bu iki şiiri yazdığım sırada, 21 Ağustos 1958’in zaferle sonuçlanan saldırı yapılmamış ve diktatör Batista’nın Havana’dan kaçması sonucu iktidar devrimcilerin eline geçmemişti (1 Ocak 1959).

31 Aralık 1958 günü gecesi Havana’nın ünlü bir otelinin salonlarında yılbaşı gecesi kutlanırken devrimcilerin Havana’ya gelişini ve oteldeki paniği gösteren kaç tane Hollywood filmi var. Çoğu gangster filmi.

SELAM SANA

21 Şubat 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin Ekonomi sayfasında (S. 9) yayınlanan verilere göre, Fidel yönetiminin rakamları şöyle: Toplam milli geliri: 51.1 milyar dolar; kişi başına milli gelir: 4500 dolar; nüfusu: 11.4 milyon; işsizlik oranı: 1.9; 4 milyon 853 bin kişiye istihdam sağlanıyor. Küba’nın 2007 büyümesi yüzde 7. Aynı yılın enflasyon oranı yüzde 3.6.

Bütün bunlar ABD’nin 50 yılı bulan her türlü ambargosu altında gerçekleşmiş.

Selam sana Fidel, yani Fidelio!
Yazının Devamını Oku

Hukuk ve guguk

29 Mart 2008
EZBERLEME yeteneğimi yitirmek yüzünden Ankara Hukuk Fakültesi’ni terk etmek zorunda kaldığım için "hukuk"a pek meraklıyımdır. Eksik kalmış "tahsil"imi 50 yıldır tamamlamaya çalışıyorum. Gerçekten çalışıyorum. Kimi Anayasa Profesörü arkadaşlarım, bazı meslektaşlarından daha iyi (!) olduğumu söylüyorlar hukuk işlerinde. Beni mi övüyorlar yoksa meslektaşlarını mı yeriyorlar, bilemiyorum.

Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi, 18 Mart 2008 tarihli ve "Bu Telaş Niye?" başlıklı yazısında, demokrasiyi savunur görünen "utanmaz, riyakár, müfteri, desisebaz, arkadan vuran" cemaatine Ceza Yasası’nın 277. ve 288. maddelerini hatırlatmıştı.

"Hukuk tutkusu" ile belirtilen maddeleri okudum ama aktarmak için 11 gün geç kaldım. Olsun, başka biri benim yaptığımı yap(a)maz nasıl olsa:

* * *

CEZA YASASI MADDE 277: "Bir davanın taraflarından birinin veya birkaçının veya sanıkların veya davaya katılanların, mağdurların leh ve aleyhinde, yargı görevi yapanlara emir veren veya baskı yapan veya nüfuz icra eden veya her ne suretle olursa olsun adı geçenleri hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs eden kimseye iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası verilir. Teşebbüs iltimas derecesini geçmediği takdirde verilecek ceza altı aydan iki yıla kadardır.

CEZA YASASI MADDE 288: "Bir olayla ilgili olarak başlatılan soruşturma kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar savcı, hákim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı davayla birlikte başlayan ve halk şairinin "At eşşeğe eşşek ata garmangarış oldu" dizesinde simgelenen sözlü, yazılı ve zihinsel kargaşa, bazı Türkiye okumuşlarının, demokrasi geldi diye Beyoğlu’nda tramvay raylarına yatan haneberduştan daha iyi olmadığını kanıtladı. Gerçekten de 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle özgürleştiğini kanıtlamak isteyen bir vatandaş, tramvayın önüne yatıp yol vermemişti. Günümüz demirkıratları da gazetelerde, televizyon ekranlarında hukuka ve yasalara karşı çıkarak, yargıyı "zan" altında bırakarak demokratik erginliklerini (!) kanıtlamaya çalışıyorlar. Yuhlar olsun!

* * *

Akşam yazarı Oray Eğin’i de 17 Mart 2008 tarihli yazısından dolayı 10-11 gündür kutlamak istiyordum. Kısmet bu yazıya oldu! Oray Eğin, "Diğer partiler kapatılırken Erdoğan ne yapıyordu?" sorusunu sormuş ve 1983 yılından bu yana kapatılan 20 kadar partinin listesini yayınlamıştı. Geç kaldım!

Hayatta "Hep bana Rab bana!" ilkesine tutunan "Müslüman" Başbakan, meğer siyasete girdiği 1983 yılından bu yana kapatılan siyasal partilerin hiçbiri için ağzını açıp tek kelime söylememiş. Solcu ve etnik partilerin kapatılmasına kılının kıpırdamamasını bir yana bırakalım, üstadı Sezai Karakoç’un "Diriliş Partisi"nin (iki kez seçime katılmadığı için) 1997 yılında kapatılmasını umursamamış bile. Böyle olur İslamcının demirkıratı!
Yazının Devamını Oku

Prof. Dr. Ergun Özbudun’un anayasa taslağı

28 Mart 2008
AKP tarafından Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki ekibe hazırlatılan Anayasa’nın taslak çalışmasının siyasal partilerin kapatılmasıyla ilgili 38. maddesini memleketimizin müsvette demokratlarına armağan olarak sunuyorum: 38. MADDE

[Madde 38- (1) Siyasi partilerin tüzük ve programları ile fiilleri, insan haklarına, devletin bağımsızlığı ve bölünmez bütünlüğüne, demokrasiye, cumhuriyete ve laikliğe aykırı olamaz.

(2) Partiler yabancı devletlerden, milletlerarası kuruluşlardan ve Türk tábiyetinde olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alamazlar.

(3) Siyasi partiler ticari faaliyette bulunamazlar.

(4) Bir siyasi partinin tüzüğünün veya programının birinci fıkra hükümlerine aykırı görülmesi halinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın talebi üzerine, Anayasa Mahkemesi’nce partiye ihtarda bulunulur. İhtarı izleyen iki ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde, ilgili parti hakkında dava açılır.

(5) Bir siyasi partiye birinci fıkra hükümlerine aykırı fiillerinden ötürü yaptırım uygulanmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespit edilmesi halinde karar verilir. Bir siyasi parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun, sürekli ve ciddi tehlike oluşturacak bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca benimsendiği yahut bu fiiller aynı şekilde doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.

(6) Anayasa Mahkemesi, birinci ve ikinci fıkra hükümlerine aykırılık nedeniyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davalarda, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasi partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen mahrum bırakılmasına ya da kapatılmasına karar verebilir.

(7) Bir siyasi partinin kapatılmasına beyan veya fiilleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesi’nin kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazete’de gerekçeli olarak yayınlanmasından sonraki ilk milletvekilliği veya mahalli idareler seçimlerinde aday olamazlar.]

FİKİR İDMANI

Taslak maslak, AKP hesabına hazırlanan anayasada da parti kapatma var. Anayasa Mahkemesi’nde dava açma yetkisi gene Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na ait.

Bir anayasa ve Siyasal Partiler Yasası olacak; siyasal partiler bu anayasa ve yasaya göre kurulacak; partinin milletvekilleri bu anayasaya bağlılık andı içecekler ve daha sonra o anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez temel maddelerini değiştirmek konusunda niyet beyan edecekler.

Böyle bir girişim düşünceyi açıklama özgürlüğü kapsamına girer mi, yoksa değişmez maddeyi şiddet kullanarak değiştirmeyi tasarlamak anlamına mı gelir? Ancak şiddetin ve zorla değiştirilmesi mümkün madde üzerinde fikir idmanı yapmanın ülkeye ne gibi bir yararı olabilir? Ya da olabilir mi, kaostan, parçalanmaktan başka?
Yazının Devamını Oku

Medice, cura te ipsum

26 Mart 2008
LATİNLER herkese akıl veren ama kendisi akıl kıtlığı çeken kimselere "Medice, cura te ipsum!" ("Doktor, sen kendini iyileştir") derlerdi. Ecnebilerin, Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı davaya karşı gösterdikleri tepkileri okurken, her seferinde, "Medice, cura te ipsum!" demek zorunda kaldım.

TÜRKİYE KAMBERİ

Bütün düğünlerimizin kamberi, Avrupa Parlamentosu Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı ve Zaman Gazetesi yazarı Joost Lagendijk hazretleri buyuruyor: "Şok içerisindeyim. Böyle bir davayı ciddiye almakta zorlanıyorum. Bir hákim nasıl böyle bir sonuca ulaşabilir, anlayabilmiş değilim. Bu 21. yüzyıla uyum sağlayamayan eski bir zihniyeti temsil ediyor. Adalet kurumlarından böyle bir karar çıkması çok şaşırtıcı. Türkiye’nin acilen yeni bir hakimler, savcılar, hukukçular nesline ihtiyacı var. Bu her halükárda Türkiye için kötü bir haber. Türkiye’nin Avrupa’daki imajına darbe vuracak. Umuyorum ki hákim hemen reddedecektir davayı!" (Stargazete, 15.03.08)

AB ÇARIKLISI

Avrupa Birliği’nin çarıklılarından Ria Ruijten-Oomen (AP Türkiye Raportörü) konuşuyor: "Bu tamamıyla delilik. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. İnanamıyorum. Hayatımda bir devlet savcısının yapmak istediklerini icra etmek için siyaseti kullandığına şahitlik etmedim. AK Parti demokratik yollarla seçilmiş, kanunları Meclis’in çoğunlunun desteği ile çıkarmış bir parti. AK Parti’nin laiklik karşıtı kanun çıkardığına, faaliyette bulunduğuna şahitlik etmedim. Savcılar bu tür davalarla kendilerini komik duruma düşürüyor. Bu dava benim de raporumda işaret ettiğim gibi yargının acilen derinden ıslah edilmesi gerektiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor." (Stargazete, 15.03.08)

BATAKLIK TOPOGRAFYASI

Bu iki örnek Avrupa Birliği yönetici kadrosunun kafasının içindeki bataklığın topografyasını yansıtıyor. "Bre Allahsızlar!" diyeceğim bir Mersinli olarak, "Siz ne zamandan bu yana Türkiye’de gerçek ve kalıcı demokrasiyi savundunuz? Ne zaman yargı bağımsızlığını, çalışanların sendikal haklarını savundunuz? Demokratik yollarla seçilmiş bir meclisin çıkardığı her yasanın demokratik olduğunu, anayasaya aykırı olmadığını nereden biliyorsun? "Laiklik karşıtı eylem"de bulunmak için ille de yasa mı çıkarmak lazım, laiklikle çelişen uygulamalar yaparsın, arkadan dolanıp puan alırsın!

Benim canımı sıkan şu: Kendi şalvarlarını toparlamaktan aciz Avrupa Birliği çarıklı erkánıharplerinin bize akıl vermeye kalkışmaları. Bizim onların cılkı çıkmış akıllarına ihtiyacımız yok. Eleştirilmesi, suçlanması gereken, yasal görevini yapan Yargıtay Başsavcılık kurumu değil, fakat tek parti diktatoryası düşleri gören AKP iktidarı ve AKP’nin rejisörü Avrupa Birliği!.. Ancak ABD ve Avrupa bu gerçeği kavrama düzeyinin çok altında duruyorlar. Bütün geri zekálılar gibi ya da bizleri geri zekálı sanan kimseler gibi, bize, halkın oyundan, yüzdelerden falan söz ediyorlar. "Bre hokkabaz", demokrasiyi basit oya, yüzdelere indirgerseniz, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, iktidarlar onu tuvalet káğıdı sanmaya başlar!
Yazının Devamını Oku

Dura lex, sed lex: Katı olsa da yasa yasadır

25 Mart 2008
ŞU anda Anayasa Mahkemesi’nde hakkında dava açılmış iki parti var. Demokrasilerde siyasal partilerin kapatılması son derece sevimsiz ve sakıncalı bir durum. Dava açılması, dava açan makamın işgüzarlığı değil, yasal zorunluluk. Siyasal Partiler Yasası’nın değiştirilmesi ve gerçekten demokratikleşmesi için kalem oynatmayan, aksine bu partilerin eylemleri lehinde övgüler düzenler, utanmaları ve özeleştiri yapmaları gerekirken, mevcut yasaları uygulayanları suçlamak için kolları sıvadılar:

DÜŞÜNME ÖZÜRLÜ

Görme özürlülerden biri şöyle yazıyor: "Yüzde 47 oyla iktidara gelen bir partiyi kapatma girişiminin son derece yanlış olduğunu düşünüyorum." Aslında, böyle bir cümle yazan ve tehlikeleri fark etmeyen birini görme özürlü değil, düşünme özürlü olarak tanımlamamız gerekiyor. Çünkü, adam, anayasa ve yasaları hiçe sayan çoğunluk diktatoryasını (Bolsheviki) savunmaktadır!

Kuşkusuz, binde yarım oy almış bile olsa, anayasa ve yasalara saygılı bir siyasal partiyi kapatma girişimi herhangi bir demokratik ülkede adıyla sanıyla zorbalıktır.

Ama "Dura lex, sed lex!" Anayasa ve yasaları hiçe sayan bir siyasal parti ve bu partinin iktidara gelmesine izin veren bir demokrasi olamaz. Böyle bir duruma ancak "commedia del’arte"de ya da "orta oyunu"nda rastlanır.

SINIRSIZ DEMAGOJİ

Bir başkası da, "Başsavcı, AK Parti’nin kapatılması için dava açmış. Bu çağda böyle bir dava! Halkın kapatılması ya da demokrasinin iptali için dava açmak daha kestirme bir çözüm olmaz mıydı?" (Taha Akyol, Milliyet, 15.03.08) diye yazıyor.

Tanrım! Bu ne sınırsız demagoji! Kapatılması için dava açılan parti bizzat halk mı, bizzat demokrasi mi? Peki Anayasa ne oluyor, yasalar ne oluyor? Tuvalet káğıdı mı?

Anayasa ve yasalara saygısı olmayana ne denir? Trafik yasasına uymadığı anda trafik polisinden cezayı yiyecek olan Taha Akyol, siyasal partileri Anayasa ve yasalara uymamaya teşvik ediyor; Anayasa ve yasaları savunmak ve uygulamak zorunda olan Yargıtay Başsavcısı’nı ise görevini ihmal etmediği için sarakaya alıp kınıyor!

Taha Akyol için yazdıklarımı, mahalle kahvesinin hukuk anlayışıyla konuşan Anayasa Profesörü Ergun Özbudun’a da armağan edebiliriz:

"En iyi, en sağlam yol halkı kapatmaktır. Uzaydan halk getirmektir. Bu gerekçelerden hiçbiri hiçbir demokratik devlette parti kapatma nedeni olamaz. Türkiye zaten yarı demokrasiye sahip devlet olarak görülüyor. Bundan sonra nasıl görüleceği malum. Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir kapatma kararı verebileceğini sanmıyorum." (Ergun Özbudun, Akşam,15.03.08).

YASAYA SAYGISIZ PROF.

İyi de ya Anayasa Mahkemesi söz konusu partiyi kapatırsa ne olacak?

Örnek verdiğim insanlarla nasıl konuşulacak? Siyasal partileri, yasadışına çıkanları uyaracaklarına, onların antidemokratik davranışlarına kılıf hazırlıyorlar, onları boş yere cesaretlendiriyorlar. Anayasa’ya ve yasalara saygısız bir Anayasa Profesörü düşünebiliyor musunuz? Yaptıklarıyla yetinmiyorlar, bir de kendilerini uyaranları demokrasi karşıtı olmakla suçluyorlar!
Yazının Devamını Oku

Şeref getirmez getirmemeli Bay Arınç!

23 Mart 2008
YARGITAY Başsavcısı’nın AKP hakkında kaleme aldığı iddianame, bu iddianameye AKP’nin ve AKP lejyonerlerinin gösterdiği marazi tepki, kalan umudumu da alıp götürdü. Zavallı ülkem! Yargıtay Başsavcısı’nı görevini yaptığı için kutlayacak değilim. Görevini yapan insan kutlanmaz. Ama bu davayı açma girişiminde bulunmasaydı hem yasalar hem de tarih önünde altından kalkamayacağı bir sorumluluk altına girerdi.

Yargıtay Başsavcısı’nı savunmuyorum! AKP’yi 2002’den bu yana ağır bir biçimde eleştirdim. Bu eleştirilerimi bir suçlama metnine çevirmek aklımın kıyısından bile geçmez.

Bu konuda, ancak, dile getirilen saçmalıkları, çiğlikleri sergilemek için söz alıyorum. O kadar! Bu da benim vazgeçilmez görevim!

TEŞHİRMASASI

Ancak, AKP’nin kurucularından, Şişman Bertha toplarından, eski TBMM Başkanı Bay Bülent Arınç, "Böylesine bir davada böylesine bir iddianame ile suçlanmak bana ancak şeref verir!" diye nara atmaya kalkışırsa, bu narayı, nara sahibinin zihniyetini teşrih masasına yatırmak zorundayız! Bu türden nara atarak savcının suçlamasıyla böbürlenen sanığın davasını üstlenecek aklı başında bir avukat var mıdır? Hiç sanmam, hiç!

Bay Bülent Arınç, ciddi bir hukukçu olmadığını kamuoyu önünde bir kez daha kanıtlıyor!

İŞTE O SÖZLER

"Bu davada suçlanan insanlardan ilk 3 kişi arasında benim de ismimin olduğunu söylüyorlar. Görmedim de başkalarının yalancısıyım. Bu beni üzmez, endişe ve korkuya sevk etmez. Ama attığım her adımın, yaptığım her işin hesabını şerefle veririm. Biz bulduğumuz doğruların arkasındayız. Böylesine haksız bir davada ismim geçmeseydi kendimden endişe ederdim. Böylesine bir davada böylesine bir iddianame ile suçlanmak bana ancak şeref getirir. Bundan böyle milletimin vereceği karara hazırım. Dün akşamdan beri konuşulanları ibretle izliyorum. Kimse AKP kapatılır diye zil çalıp oynamasın, herkes ağzından çıkana dikkat etsin!"
(Bülent Arınç, Hürriyet, 16.03.08)

ONUR SUÇLAMALARI!

Şimdi gelelim Bay Bülent Arınç’ın kendi ağzından çıkan ve Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesinde yer alan cümlelerin oluşturduğu, onur duyduğu suçlamalara:

"Meclisimizin sivil, dindar, demokrat bir cumhurbaşkanı seçecek olmasına niye itiraz ediliyor?"

"Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısını, görev sahasını değiştiririm. Yüce Divan yetkisini alabilirim. Her şey yaparım. Ben Meclis’im."

"Devlet dini inançların yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tersine kamusal alanda bazı inançların yaşam hakkını kısıtlamaktadır."

"Anayasa’nın hiçbir yerinde ’laiklik şu anlama gelir’ şeklinde bir açıklama yok."

"Batı kültürünün yaşadığı laiklik duygusu ile Türkiye’de dayatılmak istenen laiklik arasında büyük fark var." (Hürriyet, 16.03.08)

* * *

Bay Bülent Arınç’ın ısrarla laikliği yeniden tanımlamak istediğini de anımsıyorum. Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesinde yer alan suçlamalar, "Hasan Sabbah müridi" İslamcılar dışında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için hiç de iftihar edilecek iddialar değil!
Yazının Devamını Oku

Yargı ve demokrasi

22 Mart 2008
SABUKLAMAYA, tıbbi deyimiyle "Delirium"a alışkın zevata Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Mahkemelerin Bağımsızlığı ile ilgili 138. maddesini hatırlatarak işe başlayalım: MADDE 138: Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna, hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hákimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.

Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.

Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme yararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.

* * *


Bu madde devleti yönetenlere, hükümete ve TBMM üyelerine parlamento dışında da etik ve vicdani sorumluluklar yükler. Anayasa, görülmekte olan bir dava hakkında Meclis içinde konuşmayı sakıncalı görmüş ise, bu konuda Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bakanların dışarıda da konuşması sakıncalı olmak gerekir.

Ama ilgililer bu sakıncayı umursamadıkları gibi, medya mensupları, üniversite álimleri Yargıtay Başsavcısı’nı linç etmek için Ku Klux Klan (KKK) yöntemleri uyguluyorlar.

Kimileri, AKP hükümeti Anayasa’ya aykırı uygulamalar yapsa bile, Yargıtay Başsavcısı’nın kapatma davası açması demokrasiyi yaralar, diyor. Siyasal partiler iktidardayken yaptıkları hataları seçim kaybederek ödemelilermiş.

Peki efendim, peki de, siyasal partiler yasasında neden parti kapatma maddesi var; parti kapatma davası açma yetkisi neden Yargıtay Başsavcısı’na verilmiş?

Avrupa Birliği ülkelerinde Yargıtay Başsavcıları’nın parti kapatma davası açma yetkisi yokmuş. Yokmuş ama gene de bir "yer"in, bir makamın dava açma yetkisi varmış. Ne değişir, sonuçta bir "parti kapatma" diye bir hukuki yaptırım var!

İnsan böylesine zırvaları dinledikçe, okudukça, Osmanlı’nın "İdraksiz Türkler" ("Etrak-ı biidrak") deyişine hak vermeye başlıyor! Demek ki "bunlar" için kullanıyorlarmış.

* * *

18 Mart 2008 tarihli Yeni Şafak Gazetesi "Ergenekon izi!" diye akıl almaz bir manşet atmış. Bu iddia, sanırım, AKP’den gelen demeçlere dayanıyor. Onlar, Ergenekon soruşturması ile kapatma davası arasında ilişki kurarak "Bundan kastım Ergenekon soruşturmasıdır. Devletin içine sızmış bir çeteleşme ile mücadele ediyoruz" buyuruyorlar. Bu konuşmalar etik açısından Anayasa’nın 138. maddesini paspaslaştırıyor.

Garip ÖDP’nin yasama hizmetini Cihangir kahvelerinde ifa eden lideri Ufuk Uras da "Davanın Ergenekon operasyonundan sonra gelmesi düşündürücüdür" diyerek Yeni Şafak’a çanak tutuyor. Ve "utanmak" fiilinden habersiz gazete borsanın bir günlük kaybı olan 18 milyar doları Başsavcı’ya fatura ediyor.
Yazının Devamını Oku

Bugün 21 Mart!

21 Mart 2008
KULLANDIĞIM takvime göre 21 Mart Dünya Şiir Günü. Hiç canım istemese de şiir ve edebiyat bağlamında bir şeyler yazacağım bugün. Şiir ve edebiyat konusunda, utançtan olacak, genellikle yalan söylenir. Rasgele birine hangi şairi sevdiği sorulsa, yanıtı ya "Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Názım Hikmet" olur, ya da "Mehmet Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl". Ahmet Haşim iki tarafa da gidebilir. Birinci grup yalancılar sol eğilimlidir, ikinci gruptakiler ise sağ taraftandır. Yalancılar, sahteciler bir başka şairi araya sokamazlar. Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Asaf Halet Çelebi falan giremez listelerine.

Bunun nedeni bellidir: Okuma, Türkçe ve Edebiyat ders kitapları. Yukarıdaki iki listede yer alan şairler Názım Hikmet dışında ders kitaplarında yer alırlar. Ama o kadar. Derslerde ciddi olarak incelenseler, kitapları her ders yılı 40-50 bin dolaylarında satardı.

Fransa’da Ronsard, Baudelaire, Verlaine, Prevert, Eluard, Rimbaud, Lautreamont, Apollinaire gibi ders programlarında yer alan klasik şairler 40-50 bin dolaylarında satarlar. Ders programlarına zaman zaman giren çağdaş şairler de 30-40 bin dolaylarında satarlar.

Eğitimin ve toplumun çağdaşlık düzeyini gösteren sayılardır bunlar.

* * *

Roman sanatı giderek edebiyat alanından uzaklaşıyor, edebiyat dışı bir tür oluyor. Pazar ve modanın bu denli etkili olduğu bir yazınsal alan kimliğini koruyamaz. Son çeyrek yüzyılı düşünelim: Marquez’in peşinde "Büyülü gerçekçilik", Umberto Eco’nun izinde "Tarih yazıcılığı ve ortaçağ büyüsü", "Osmanlıya hasret", "Tarihle yüzleşme babında azınlıklara mersiye", "Beyoğlu-Beyoğlu", "Osmanlı padişahları ve sultan hanımlar", son günlerde "İslam ve dünyası", pek yakında "Pirlerin, şeyhlerin, yatırların mucizeleri"...

Bu müşteri yaratma ve "müşteri velinimetimdir" anlayışı roman sanatını manifaktüre dönüştürmüştü. Çok kısa zamanda manifaktürden konfeksiyona atladı. Bu zihniyet sadece Türkiye’de değil bütün dünyada egemen. Romana káğıt mendil, tuvalet káğıdı muamelesi yapılmakta. Romancılar sanki buna çoktan razı, "bir voli vurmak" peşindeler. Romanın edebiyat alanının dışına atılmasına pek az kaldı!

* * *

2-8 Eylül 1998 tarihleri arasında Belçika’nın Liege kentinde yapılan XXI. Uluslararası Şiir Bienali’nde sunduğum bildiri şöyle bitiyordu: "Geleceğin dünyası için kötümser değilim, yeter ki, okurları olmasa bile, şairler şiir yazmayı sürdürsünler, insanlar şiire ihtiyaç duydukları zaman çağlarının çağdaşı şairlerin yazdığı dizeleri hazır bulsunlar." ("Şiirde Devrim", Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, S.6.)

* * *

Bu yazı vesilesiyle bir hususu açıklamak istiyorum:
Çok ender durumlar dışında konferans vermiyorum, konuşma yapmıyorum. Artık "çok ender durum"a da son verdim. Ben "konuşmacı" değil yazarım. Kitaplarım var. Merak edenler kitaplarımı okuyabilir. Kitaplarımı, yazılarımı okumamış insanlar karşısında ("müşteri avlamak için") konuşma yapmak işkence gibi geliyor bana. Bu nedenle, hiçbir üniversite ve kuruluş konuşma yapmamı istemesin benden. Aynı şey (yıllardır bilinse bile tekrarlamakta fayda var) radyolar, toplu ve kalabalık televizyon programları ve bağlantıları için de geçerlidir.
Yazının Devamını Oku