Doğrusu bu ya, “En acımasız Türkler eleştiriyor” söylemi hayli acımasız olmuş! En taze örnek: The Observer’ın 20 yıllık yemek eleştirmeni, gazeteci Jay Rayner’ın Nusret hakkındaki 17 Ekim tarihli yazısı çok daha acımasız.
Rayner, Nusret’in 1450 sterlinlik bifteğini protesto etmek için restoranın önüne evinden getirdiği bir masayı kurmuş, üzerine kareli masa örtüsünü sermiş ve Parsons Green’deki Kebab Kid’den sipariş ettiği lezzetli paket kuzu dönerini afiyetle yiyip poz vermiş.
Bu fotoğrafını da gazetedeki köşesine koymuş.
Rayner, “Bu gülünç bir hareket ama o zaman Nusr-Et Steakhouse da gülünç bir restoran” diyerek başladığı yazısında neler demiyor ki...
Mesela: “Şu anda Instagram’da 38 milyon takipçisi var. Erkeklerin cinsel yetersizlik korkusunu gösteren bir şey arıyorsanız, bir Salt Bae videosu buna çok iyi hizmet edebilir.”
Mesela: “Burada altın kaplı et yemem önerildi, reddettim. Bu gazetenin parasını harcayacak daha iyi şeyler var”.
Kostümlere bürünme işi zor geldiğinden. Bir de anlamlı gelmediği için. Mesela Meksikalılar’ın Cadılar Bayramı’yla neredeyse aynı günlere (31 Ekim-2 Kasım) denk gelen Ölüler Günü (Dia de Muertos) çok daha anlamlı.
Çünkü herkes kaybettiği yakınlarını tekrar anıyor, onlar için bol çiçekli sunaklar hazırlıyor.
Amaç korkutmak değil, ölenleri hatırlamak.
Yani Ölüler Günü’nün hikâyesi aslında daha güçlü.
Ama işte Sezen Aksu şarkısındaki gibi, “küresel dünya, küresel life” gereği Cadılar Bayramı daha popüler.
Cumartesi gecesi o popülerliğe yenik düşüp yıllar sonra bir Cadılar Bayramı partisine son dakikada katıldım.
O sırada Avrupa’yı turlamakta olan Amerikalı Harry Pickering’le teyzesi de oteldedir ve vakitlerinin çoğunu otelde, neredeyse Venedik’i hiç görmeden, barda geçirirler.
İngilizce’yi iyi konuşan Giuseppe ile kısa sürede ahbap olurlar. Birkaç ay sonra Harry’nin teyzesiyle arası bozulur. Çünkü teyzesi kendine genç bir sevgili bulmuştur ve aniden otelden ayrılır.
Teyzesinin gidişinin ardından daha çok içmeye başlayan Harry’ye bir gün Giuseppe sorar, “Bu içkileri ödeyecek paran var mı?”
Harry olmadığını söyleyince Giuseppe ona borç para verir.
Harry bu iyilik karşısında şaşırır, borç parayı alır ve bir süre sonra Venedik’ten ayrılıp Amerika’ya döner.
1931 yılına gelindiğinde Giuseppe çoktan bu borç olayını unutmuştur. Ta ki Harry borcunun katbekat fazlası bir parayla karşısında görünene kadar...
Harry, Giuseppe’ye birlikte bar açma teklifinde bulunur ve Piazza San Marco’daki çıkmaz sokakta yer alan terk edilmiş bir halat deposunun birinci katında efsanevi Harry’s Bar böylece açılmış olur.
O fuarda “Deep City” (Derin Şehir) isimli bir çalışması vardı Özel’in.
Çalışmanın merkezinde ise İstanbul, Hong Kong, Roma ve New York’ta çekilmiş veri ve görüntülere optik özelliklere sahip, bir robot tarafından çalıştırılan heykelsi nesne eşlik ediyordu.
Bu çalışmadan iki yıl sonra, New York’taki Peninsula Otel’de hafta başı düzenlenen bir davette Güvenç Özel’in yeni bir işiyle karşılaştım: Memory Palace.
Çalışmanın en ilginç bölümlerinden biri Machinesque denilen kısımdı.
İLK TASARIM: HALILAR
İzledim ve “Yok artık” modundayım.
Güvenlik kamerası görüntüsünden ziyade profesyonel bir film setini andıran kayıtları izlerken zihin labirentime sık sık Marlon Brando’nun o malum (az önce andığım) filmindeki “Stella” diye bağırıp çağırması geldi.
Özcan Deniz kavga kayıtlarında sıkça o tondan bağırıyor.
Tişörtü yırtılsa bile o tondan taviz vermiyor.
Bu arada ex çiftin kavgaları cidden berbat.
Nasıl kayıt altına alınmış bilinmez, ama son tahlilde insan bu iki huzursuz ve sinirli yetişkine değil, arada kalan küçük çocuğa üzülüyor.
Ön masaya selam vermezsen ne olur?
Pandemi nedeniyle herkesin derdi bir şekilde dışarıda oturmak.
Baraka tipi kurulumlar da buna hizmet ediyor.
Bunlardan o kadar çok ki; kimisi kendine göre şık kimisi de fena halde ucube.
Tren vagonu misali sokaklarda sıra sıra ilerliyorlar. Bazılarında masalar seperasyonla ayrılmış, bazılarında ise seperasyon yok.
Sadece bu barakalarda değil, mekan içinde de oturuluyor.
Ama içeride oturmak isterseniz aşı kartınızı kimliğinizle beraber göstermenizi istiyorlar.
Ben de birçok mekana HES uygulamasından yaptığım aşı kartını göstererek girdim.
Özellikle şef restoranları yemekte kullanılan malzemelerin büyük marketlerden değil, organik tarım yapan tedarikçiden alındığını belirtiyordu.
Bu akım hâlâ sürüyor.
Ama yakın gelecekte başka bir akım daha bekliyor bizi.
“Dikey tarladan sofraya” akımı.
Dikey tarla dediğim şey şu:
Her yıl daha fazla gübre, daha fazla kimyasal ilaç kullanılan tarım arazilerinde verim giderek düşüyor. Bu nedenle yapay zekalı sistemler tarafından kontrol edilen, toprak istemeyen, su tüketimi daha düşük olan, yapay ışık kullanılan ve tarım arazisine göre daha çok verim sağlanan dikey tarım hangarları giderek çoğalmaya başladı.
Çünkü havalar tam Adele havası kıvamına geldi: Bol bulutlu, yer yer yağışlı.
Bir köşede kıvrıl, kulaklığını tak ve anında sürükleneceğin melankolik halin tadını çıkar.
Adele’in ölçülü hüznü, uzun tırnaklı melankolisi, bavulumu alıp giderim romantizmi, uzaklara bakan tatlı sert kırgınlığı; içinden ne çıkacağını her zaman bildiğin sürprizsiz bir paket gibi.
Değişmiyor.
Galiba değişmemesi de insanlara iyi geliyor.
Oysa günümüz şarkıları artık “dinle, tüket ve sıradakine geç” kategorisinde.
Adele’in paketi tam tersi, “Dinle, bir daha dinle, sonra bir daha dinle” diyen, bir vokal bir piyanoyla sınırlı mütevazı bir paket.
Son albümü “25”in yayınlanmasının üzerinden