En çok da siyasetçiler meraklıdır bu vaazlara.
Hele siyasetçinin eline iktidar gücü geçmiş olanı, çoğu kez tam bir sorundur. Çünkü bilmediğini bilmemesi bir yana, bir de saldırgan olur. Gücü varsa yasa çıkartır, gücü yoksa veya ortam uygun değilse medyayı istediği çizgiye getirmek için başka yollara başvurur.
Şimdi onlara girmeyelim.
Neyse ki hukuk sistemimiz içinde hem onlara hem de sokaktaki ukala takımına “medyanın işlevi” hakkında arada bir ders niteliğinde kararlarla yol gösteren bir Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi var.
Arkadaşlarımız bu dairenin verdiği önemli bir kararı haber yapmışlar. Daire -özetle- diyor ki:
“Gazeteci gerçeğin kesinleşmiş halini değil bulmakla yükümlü tutulamaz. O görünür gerçeği kamuoyuna aktardığı takdirde görevini yapmış sayılır ve bunu aktarmanın sonuçlarından sorumlu değildir.”
Somut olarak konuşalım:
Bir gazete
Hikâyeyi özetleyelim:
Fransa taa 1991 yılında Tayvan’a 2.8 milyar dolarlık firkateyn (3000-4000 tonluk savaş gemisi) satmış. Bir süre sonra bu satıştan o tarihte İçişleri Bakanı olan Nicolas Sarkozy’nin cebine para girdiği iddiaları ortaya atılmış. İddianın kaynağı 41 kişinin, Lüksemburg merkezli Clearstream isimli bankada hesaplarına ilişkin bilgilerin önce Savcılığa gönderilmesi, ardından da basına düşmesi imiş.
Bu iddiaların tam da ileride Cumhurbaşkanı olmayı düşündüğünü saklamayan İçişleri Bakanı Sarkozy’yi ne kadar zor duruma düşürmüş olabileceğini tahmin etmek zor değil.
Ancak daha sonra, Clearstream isimli bankaya ait diye ortaya atılan belgenin sahte olduğu anlaşılmış. Onun üzerine bankadaki hesaplarından söz edilen (aralarında Sarkozy’nin de bulunduğu) 41 kişi, kendilerine iftira edildiği iddiasıyla Savcılığa başvurmuşlar.
Soruşturmalar olayda bir şekilde Villepin’in de rolü olabileceği kuşkusunu ortaya çıkarmış. Şimdi eski Başbakan Villepin de diğer sanıklarla birlikte “sahte belge” üretme olayının sanığı sıfatıyla mahkeme huzuruna çıkıyor.
Buraya kadar kimsenin anormal sayabileceği bir şey olduğunu sanmıyoruz.
Zaten bu yazıyı kaleme almamıza “Madem orada kamuoyunu çok ilgilendiren böyle önemli bir dava var, acaba o davanın soruşturma aşamasında Fransız kamuoyuna yansıyan yayınlar nasıldı?” sorusuna verilen yanıt sebep oldu.
Bizim
Bunları Türkiye’de işitiyorsanız, boşuna konuşulduğunu da bilirsiniz. Nitekim bu son bayramın ilk günlerini de kavga ve gerginlik içinde geçirdik. Başkası zaten olamazdı. Çünkü kültürümüz sevgi değil kavga kültürü.
İnanmayan -topluma örnek olması gereken- siyasi parti liderlerinin birbirleri hakkındaki sözlerine göz atsın...
Bir yandan öteki partilere “uzlaşı” çağrıları yapan, “Demokratik açılım, AKP’nin ya da iktidarın projesi olarak yansıtılmamalı. Bir milli birlik projesi olarak herkesin elini taşın altına koyması lazım. Bu bir milli proje olarak yansısın istiyoruz” diyen Başbakan o uzlaşı çağrıları devam ederken muhataplarına:
“Bayramlar yeni başlangıçlar. Bunu iyi değerlendirelim. Bir milli birlik projesi dedik. Ama bakıyorsunuz ki sıfatı muhalefet olanlar buna muhalefet ediyorlar ve beyaza siyah deme gayreti içindeler. Gelin bunu görüşelim dediğiniz zaman hayır biz sizinle görüşmeyiz diyorlar. Görüşülmeden, neyin ne olduğunu bilmeden nasıl oluyor da bunu damgalıyorsunuz? Açıklandı mı bir şey? Ülkeyi bölüyorsunuz diyenler bölücüdür. Kimse Ak Parti’ye bölücü yaftasını yapıştıramaz. Biz Türkiye’de 61 vilayette birinci partiyiz. Diğer kalan vilayetlerde de 2. partiyiz. Ey CHP; MHP; DTP sen nerede varsın?” diyerek hitap eder mi?
Gördüğünüz gibi, elimizde yazılı metin olmadan konuşursak yani aklımıza geleni, içimizden geçtiği gibi ifade edersek “kavga kültürü” hemen kendini gösteriveriyor.
Aynı kültürün yansımalarını muhalefette de görüyorsunuz. Örneğin Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli bir süredir ısrarla sürdürdüğü sert ve kavgacı üsluptan hiç vazgeçmeyecekmiş gibi konuşuyor. Ağzını açınca Başbakan hakkında en hafif suçlama kelimesi olarak “ihanet” ve “bölücülük” deyimlerini kullanıyor.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın üslubu Bahçeli kadar ağır olmasa da iktidar partisinin “Demokratik” dediği açılıma karşı gergin ve mesafeli bir tavır koymayı sürdürüyor.
Bize bu yaklaşımlardan en makul olanı CHP’ninki görünüyor.
Dünkü Haber Türk gazetesinde “Başbakan’a sorul(a)mayan soru!” başlıklı bir yazısı vardı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 40 kadar “Genel Yayın Yönetmeni” sıfatlı gazeteciye (ilkelliği ve küfürbazlığı ile şöhret olmuş bir cibiliyetsiz dahil) verdiği iftarı konu almış. Birlikte okuyalım:
“Tüm gazetelerde yazılanları okudum. Aklıma bir şey takıldı. Doğan Grubu’na ait sayabildiğim kadarıyla en az 7 yönetici-gazeteci toplantıda. Rahat bir ortam. Konuşturan sıkıştıran yok. Herkes soru soruyor. Ve ne hikmetse hiç kimse Doğan Grubu’na kesilen 3.7 milyar TL. vergi cezasını sormuyor.”
Semerci yazısında önce Doğan medya grubuna mensup gazetecileri eleştirmiş. “Madem size baskı yapıldığından şikâyet ediyordunuz, işte karşınızda Başbakan! Aklınıza geleni sorsanıza” demiş.
Sonra “Bırakın Doğan Grubu’nda çalışan gazetecileri, diğerleri de sormamış” demiş ve çok haklı olarak “Bu normal mi?” diye sormuş.
Ardından da lafı başa getirerek kabahati yine Doğan Medya Grubu’na bulmuş.
Şimdiki moda bu ya... Onu geçelim.
Semerci bir noktada haklı... Hadi diyelim ki Doğan Grubu’na mensup gazeteciler kendilerini doğruca ilgilendiren bir konuda soru yöneltmenin nezaketsizlik gibi algılanacağını düşündüler ve bu konuyu açmadılar.
Peki ama her zaman ve her yerde çok ilkeli görünen, hayatları boyunca haktan adaletten zerre kadar sapmamış adam rolü oynayan öteki, kılıcı keskin, gözü pek gazeteciler neden ağızlarını açmadılar?
Ama Başbakan gazetecilere yine de “Bu süreçten geri adım atmayacaklarını” kesin bir dille ifade etmiş. “Tek çıkış yolu illa ki çözüm” demiş. Ayrıca sırf genelgelerle vb. yollarla yapılabilecekleri gecikmeden gerçekleştirme, yasayla yapılabilecekleri Meclis’e getirme ve Anayasa değişikliği gerektirenleri de uzun vadede gündeme almaktan söz etmiş.
“Geri adım atmayacaklarını” söylemiş ama “Her ne pahasına olursa olsun” gibi bir ifade kullanmamış. Çünkü siz “Her ne pahasına olursa olsun” çözümden söz ederseniz, “Örneğin ülkenin bölünmesi pahasına da çözümü göze alıyor musunuz?” diyen biri çıkar karşınıza.
Anlaşılan Başbakan bu çözümü, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) oy kaybettirmesi pahasına göze aldığından söz ediyor.
Eh... O da kendi bileceği iş.
Ama kendisinin “oy kaybetme pahasına” göze aldığı bir çözüm için başkalarından da özveri beklerse, orada bir an durmak gerekir.
Eğer Başbakan bu vesileyle ortaya koyduğu “karşılıklı fedakârlık ve uzlaşı” anlayışını bundan önceki fırsatlarda ortaya koysaydı, örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında muhalefet partilerine gidip, “Bu, bizim ulusal birliğimizi temsil edecek bir ismi seçme konusudur. Böyle bir konuyu sadece kendi sandalye sayımızın gücüyle değil, muhalefetin de üzerinde uzlaştığı bir ismi seçerek çözmek isteriz” deseydi, biz de bugün muhalefet partilerine döner:
“Beyler devlet adamı olgunluğu gösterme sırası şimdi sizde” derdik.
Hatta onunla da kalmaz, “Baksanıza yeni bir Anayasa bu ülkeye lazım mı değil mi sorusunu önce size sordu. Gelin yeni bir Anayasa projesi üzerinde birlikte çalışalım. Ülkemizi gerçekten en ileri demokrasilerin gıpta edeceği bir özgürlükler ülkesi haline getirelim, dedi. O sayede ülkemiz yeni, çağdaş, hukukun üstünlüğünü güvence altına almış mükemmel bir Anayasa’ya kavuştu” gibi birtakım -rüyamızda bile göremediğimiz- örnekleri sıralar, kendisini de alkışlardık.
Bu gerçek Doğan Medya Grubu’nu batırmak amacıyla verilen 3 milyar 755 milyon lira tutarındaki ceza sayesinde bir kere daha ortaya çıktı.
Bir kere daha diyoruz çünkü hem kişisel hem de profesyonel “ahlak” konusunda herkese vaaz veren birtakım kalemler, yaklaşık bir yıldan beri kendi sütunlarında Aydın Doğan’a mektup yazıp duruyorlardı. Dedikleri de özetle:
“Sen iyisin ama senin yayın organlarında çalışan bazı gazeteciler var. Onlar bugünkü iktidarı çok eleştiriyorlar. Siz de onları susturmayarak iktidarın hedefi oluyorsunuz. Bakın bizden söylemesi... Bu şekilde giderseniz, bu iktidar (o aslında Tayyip Erdoğan demektir) başınıza öyle belalar açacak ki, bir daha toparlanamayacaksınız. O nedenle bu isimleri ya susturun ya atın!” idi.
Bunun bir de altyapısı var:
Bugünkü medya düzeni meğer 27 Mayıs 1960 ihtilalini gerçekleştiren subayların kurgusuymuş. Bu medyanın düzelmesi -yani iktidarın hoşuna giden bir medya haline gelmesi, böylece de Aydın Doğan’ın vergi cezası adı altında çökertilmemesi- için o kişilerin süratle tasfiye edilmesi gerekirmiş.
Bu parlak -ve demokratik- görüşler sahiden yazıldı mı yazılmadı mı merak eden çıkarsa Yeni Şafak gazetesinde, Taha Kıvanç kod adıyla dedikodu yazan Fehmi Koru’nun 20 Haziran 2008; 26 Temmuz 2008; 30 Ağustos 2008; 17 Ocak 2009; 21 Şubat 2009; 22 Şubat 2009; 25 Şubat 2009; 26 Şubat 2009; 27 Şubat 2009; 3 Mart 2009; 6 Mart 2009; 19 Mayıs 2009; 14 Ağustos 2009; 21 Ağustos 2009 tarihli yazılarını bulup okusun.
Fehmi Koru bu kadronun borazancı başıdır. O “tii” sesi verince ötekiler devreye girer. Nitekim Star gazetesinde Mustafa Karaalioğlu’nun 24 Şubat 2009; 18 Mart 2009; 19 Mart 2009; 6 Haziran 2009 tarihli yazılarını daha önce okumadınızsa internetten bulup okuyun.
Belki bir başka örnek daha istersiniz. O zaman Fehmi Koru’nun sırf Aydın Doğan’a gönderdiğini yeterli saymayıp tüm medyada “tasfiye” gerektiğini ileri süren Zaman gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’ya bakın... Ama o herkesin doğru kabul edeceği ilkeleri savunuyormuş gibi yapmayı ihmal etmiyor. Aslında iktidarın beğenmediği gazetecilerin tasfiye edilmesi gerektiğini savunuyor.
Gerçi o laf hukuki bir sonuç doğurmaz. Nitekim o vesileyle CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’le yaşadığı küçük polemikte de tanık olduğumuz gibi, herkes karşısındakini sorumlu ilan eder. Biraz atışma olur. Sonra unutulur gider.
Ve biz -ömrümüz elverdikçe- yeni felaketlere tanık oluruz. O felaketler nedeniyle yeni “sorumlular” ararız.
Kimseyi bulamadan, kimsenin yakasına yapışamadan, kimseye yaptığı ihmalin, aldığı rüşvetin yahut görevini bile bile kötüye kullanmış olmanın hesabını sormadan bir sonraki felakete kadar bekleriz.
Kupür arşivimiz karşımıza çıkardı:
Şimdi Bağcılar Belediyesi sınırları içinde büyük felakete yol açan Ayamama Deresi gibi, 2004 yılının ağustos ayında, Eyüp sınırları içindeki Alibeyköy Deresi şiddetli bir yağış sonucu taşınca aynı laflar edilmiş. Önce herkes “Alibeyköy Deresi yatağına inşaat yapan bireylere de o bireylerin bina yapmasına göz yuman Belediye yetkililerine de” demedik laf bırakmamış.
Belediye Başkanı elbet hiç üzerine alınmamış.
Oysa onun döneminde -hadi dere yatağına kaçak bina yapan bireylere göz yummasına bir şey demeyelim- aynı yere üç adet okul binası yapılmış.
Belediye buna da ses çıkarmamış.
O gün Başbakan:
“Bizim kimseye her şeyi biz yapalım, kuralı biz koyalım, çerçeveyi biz çizelim gibi bir dayatmamız yok. Çünkü biz Türkiye’nin tamamı değiliz” dememiş miydi?
Daha önce “Bizi beğenmiyorsan çek git!” diyen bir Başbakan hiç beklemediğiniz bir anda tutar sizin de bu memlekette yaşamaya hakkınız olduğunu itiraf ederse sevinçten şaşkına dönmez misiniz?
Dahası... Başbakan o gün bu kadarla kalmamış:
“Değerli vatandaşlarım... Demokrasi içinde her derdin bir çaresi vardır. Yeter ki başta demokrasi olmak üzere her konuda samimiyeti elden bırakmayalım. Demokrasiyi bütün unsurlarıyla birlikte işler hale getirirsek, diğer bütün sıkıntıların da peş peşe çözüm yoluna gireceğini rahatlıkla görebiliriz” demişti.
Biz de sevinçten küçük dilimizi yutacak hale gelmiş, hatta bu sözlerin altına seve seve imza atacağımızı da bu sütunda yazmıştık.
Şimdi, özellikle bu gazetenin de içinde bulunduğu Doğan Medya Holding’e kesilen 3 milyar 755 milyon TL. tutarındaki “vergi cezası”nı görünce ve o cezanın yasal açıdan tam bir haksızlık, hukuksuzluk örneği olduğunu uzmanlardan öğrenince anladık ki, atlayan yani Başbakan’ı anlamayan biziz.
Çünkü o “Biz Türkiye’nin tamamı değiliz” derken sizin, benim zannettiğim gibi, “Bu ülkede sadece Adalet ve Kalkınma Partililer yaşamıyor. Bu ülkenin Cumhuriyet Halk Partili, Milliyetçi Hareket Partili olanlar da dahil, bizimle aynı dünya görüşünü paylaşmayan (seçim rakamlarıyla yüzde 53’ü bulan) bireyleri de var. Onları da kendimiz gibi görüyoruz” demek istemezmiş.