Ama dün öyle olmadı. Baykal, oyunun kuralını bozdu. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “görüşme” talebini içeren mektubuna verdiği yanıtı, Erdoğan’dan önce basına verdi.
Baykal’ın bu tavrına bakınca insanın aklına, “Bizim bu süreçten hiçbir beklentimiz yok. İstiyoruz ki siz de bu taşın altına elinizi koyun. Bu ulusal sorunu çözmenin hazzını hep birlikte yaşayalım” anlamındaki çağrılarının hiç de samimi olmadığını düşündüğümüz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ile Baykal’ınki arasında “siyaset etiği” açısından hiç fark olmadığı geliyor.
Çünkü sorunu çözme ve bunu samimi bir işbirliği anlayışıyla gerçekleştirme niyeti olan Başbakan önce o işbirliğinin altyapısını oluşturur. Muhataplarını yaklaşımının “samimi” olduğuna inandırır. Sonra da o zeminde yürür gider.
Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın siyasi yaşamının -tamamına hiç gerek yok- sadece bir aylık bir kesitini inceleyen herkes, “siyasi çıkar” hesabını göz önünde tutmayan hiçbir şey yapmadığını ve yapmayacağını görür. Gerisi -yani ağzından çıkanlar- bu gerçeği saklamak için kullanılmış “sisleme” sözleridir.
Demek ki tartışılan konunun sağlıklı bir sonuca varmasından önce tarafların -özellikle de Başbakan Erdoğan’ın- çözmesi gereken bir “siyasi etik” sorunu vardır.
Çünkü imzalanan protokollere “başarı” diye bakanları da, “başarısızlık” gibi görenleri de haklı gösteren gerçekler var.
Dün örneğin “1921 tarihli Kars Anlaşması’na bu protokollerde açıkça atıfta bulunulmamasından” doğabilecek sakıncalara değinmiştik. Buna karşın biliyoruz ki Türkiye’nin (Sivas dahil) Doğu bölgesini “Batı Ermenistan” olarak gören ve bir gün o toprakları Ermenistan’a bağlamayı hayal eden Ermenilere sorarsanız, bu protokollerin “mevcut sınırların fiilen ve hukuken tanındığını” ifade etmesi bile Ermeni davasına ihanettir.
Keza protokollerin “iki ülkeyi ilgilendiren tarihsel boyuta ilişkin alt komisyon” kurulmasını öngörmesi, dolaylı da olsa “soykırım” konusunu tartışılabilir hale getirdiği ve “Ermenistan’ın kesin saydığı bir konuya şüphe ile bakılmasına razı olma” anlamına geldiği için tam bir yenilgidir.
İyi de, Ermenilere öyle görünen hükümlerin en azından bir kısım Türklere hiç de öyle görünmediğini biliyoruz.
Nitekim bir bölümüne dün değinmiştik.
Tarih komisyonuna gelince... Sayın Şükrü Elekdağ, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan iki makalesinde öncelikle, bu komisyonun “görev tanımının muğlaklığını” eleştirdi. Örneğin bu tanımda “1915 olaylarına ilişkin gerçeklerin ortaya çıkarılması” gibi bir ibarenin bulunmadığını ifade etti. Bu boşluğun, iyi niyetli olmayan tarafın çalışmaları baltalamasına olanak vereceğini vurguladı.
Dahası, Ermenistan Anayasası’nda, soykırımın dünyaya tanıtılmasının ulusal bir hedef olarak ifade edildiği dikkate alınırsa, iyimserlik için fazla bir neden bulunmadığına değindi.
Dün ifade ettiğimiz gibi bu eleştiriye hükümetten hâlâ bir yanıt gelmedi.
Belgelerin adı şimdilik “protokol”, o nedenle “bağlayıcılık gücü” pek yüksekte sayılmaz.
Ama iki ülke de bu metinleri kendi parlamentolarından geçirmeden yürürlüğe koymamayı taahhüt etmişler. Böylece -aslında kendi imzalarıyla yürürlüğe koyabilecekleri- bu metinlere olduğundan daha büyük önem verdiklerini ve “bağlayıcılığını” artırmayı istediklerini ortaya koymuşlar.
O zaman bu metinlere daha titiz bir tutumla bakmak gerekiyor.
Sözün burasında belirtelim ki, Türkiye’nin -başta komşuları olmak üzere- herkesle iyi ilişki içinde olmasından davacı bir tek insanımız yoktur. Çünkü herkesle kavga etmenin bedelini Türkler, koskoca bir imparatorluğu tarihe gömerek ödediler.
O nedenle Ermenistan’la Türkiye’nin barış ve hatta dostluk içinde yaşaması ilke olarak doğrudur, yerindedir, gereklidir.
Ama iyi ilişki tek taraflı özveriye dayanmaz.
İşte bu protokollerin iyi olup olmadığı, iki tarafın verdiği ile aldığı arasındaki dengeden anlaşılır.
Hükümet çevrelerine bakarsanız Türkiye’nin sağladığı iki önemli kazanım vardır. Bu protokollerle:
Ara sıra bize Almanya’dan e-mail mesajları gönderir. Yanıtladığımız da oldu. Bu sonuncusunu meslektaşlarımız Murat Yetkin’e ve Barçın Yınanç’a da göndermiş. Yazdıkları bize hayli ilginç geldi. O nedenle sözü Bay Hans-Peter Geissen’e bırakıyoruz:
Anlaşılan adını verdiğimiz arkadaşlarla daha önce “tekelleşme” konusunda yazışmışlar. Şöyle başlıyor:
“Elbet Avrupa Birliği’nde (AB) ve Almanya’da ‘tekelleşme’ karşıtı yasalar var. Ama bunlar ‘medya’ya özgü yasalar değil. Zaten medyaya özgü bir düzenlemenin gerekliliğine de inanmıyorum. Medyaya özgü düzenleme zaten okuyucunun tercihlerine müdahale anlamına geleceği için halk tarafından da istenmez.
Türkiye’de sanıyorum ki asıl sorun medya-devlet ilişkisinden (interface) doğuyor. Benden daha iyi bildiğinizden eminim ki kamu yararı bu konuda ayrı bir noktadır. Ama yine de görünüyor ki hükümetin medyaya müdahalesi, bir demokraside hoşgörülebilecek olandan çok daha ileriye gitmiş bulunmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın Haziran 2005’te Beyrut’a yaptığı bir geziden dönerken gazetecilere uçakta, “Kuran kursları için yaş sınırı konulmasına karşıyım. Ben de 7 yaşında Kuran kursuna gittim. (...) Bir çocuğun Kuranı öğrenmesinin ona getireceği olumsuz ne olabilir? Burada bir yaş sınırı getirildiği zaman öğrenme kolay olsun diye değil, tam tersine bunun önünü nasıl keseriz; bu anlayışla getirildi. Şu anda Diyanet konu üzerinde çalışıyor. Milli Eğitim de çalışıyor. Birisinde 12 yaş, diğerinde 15 yaş. Diyor ki bu yaşlardan önce öğretemezsin. Bırakalım kitabını, Kuranı öğrensin. Bu durumdan niye rahatsız olalım? Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya hiç kimse mani olmuyor ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz. (...)” dediği hâlâ kayıtlarda görülüyor.
Başbakan bu projesini gerçekleştiremedi. Çünkü hem pedagoglar ve eğitimciler hem de sonraki yıllarda “antilaik eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması” için açılan dava, konunun pek de Başbakan’ın dediği kadar basit olmadığını ortaya koydu.
Örneğin pedagoglar “çocuğun soyut kavramları özümseme ve onlara dayalı düşünce üretme çağının 12 yaştan itibaren başladığını” ileri sürdüler. Bu yaştan önce verilecek “dini” kavramları onun “muhakeme etmeden” benimseyeceğini söylediler. Bunun da çocuğun “özgür düşünme” ve “yaratacılık” yeteneğini engelleyeceğini savundular.
Bazıları da “Belki o yaşta Kuran öğretmenin yararları da savunulabilir ama onu hangi hocaların hangi metotla öğretecekleri çok önemlidir. Bu kurslar eğer cemaatlere, tarikatlere mürit yetiştirme aracı olursa, o zaman çocuk, bir dinin vereceği olumlu değerler yerine, algımaları bozulmuş, toplumun gerçekleriyle ve laik sistemle kavgalı, antisosyal bir yaratık haline dönüşebilir” görüşünü savundular.
Bunun yanında hem Anayasa’nın hem de 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun bu ülke çocuklarına verilecek eğitimle ilgili koyduğu temel ilkeler “çocukların en erken ilköğretim okulu 5’inci sınıftan sonra Kuran kurslarına gitmelerinin doğru olduğu” görüşünün çoğunluk kazanmasına yol açtı.
Nitekim konu, yukarıda söylediğimiz gibi AKP’nin kapatılmasını isteyen İddianamede ve daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararda da yer aldı.
Ve Yüksek Mahkeme iktidar partisinin bu konuyla ilgili tutumunun ve çabalarının “antilaik eylemlerin odağı” haline gelmesini sonuçlandıran hususlardan biri olduğunu hükme bağladı.
Şimdi soru şu:
Dünkü gazetelerde okumuşsunuzdur. Erdoğan’a göre, Aydın Doğan’a verilen ve Türkiye’de eşi görülmedik ağırlıkta olan 4 milyar 800 milyon TL tutarındaki “vergi cezası” isimli idam fermanı meğer “rutin bir vergi incelemesi”nin sonucuymuş. Nitekim kendi ifadesine göre bu örnek Erdoğan’ın aklına “Al Capone’u getiriyor”muş. Benzetmeyi şöyle sürdürüyor:
“(O da Aydın Doğan gibi) Çok zengin idi, ancak hayatının geri kalan bölümünü (vergi kaçakçılığı suçu işlediği için aldığı ceza sonucu) cezaevinde geçirmek zorunda kaldı. Bu olaylar olduğu zaman (ABD’de veya dışında) hiç kimse sesini çıkartmadı.”
Doğan Medya Grubu’na verilen ceza nedeniyle sadece Türkiye’de değil, dünyada da bilen herkes isyan etti ya, ona göndermede bulunuyor.
Onu geçin. Hatta “Aydın Doğan öyle miydi böyle miydi?” sorusunu da bir kenara koyun ve sonra söyleyin:
Dünyada bir başka demokrasi gösterebilir misiniz ki, o ülkenin Başbakanı herhangi bir işadamı -veya sokaktaki herhangi bir insan- hakkında “O birçok cinayetin faili olan bir çetenin reisi, aşağılık bir fuhuş taciri, eşi görülmedik bir içki kaçakçısı, adi bir şantajcı ile aynı kefeye konulacak kişidir” anlamına gelecek bir laf etsin.
Bir Başbakan’ın ağzına yakışıyor mu şu söz?
Bir Başbakan, “yaratandan dolayı sevdiğini söylediği” insanların kişilik haklarına, onuruna böylesine saldırıda bulunabilir mi?
Bu sözleri söyleyen insan Başbakan olunca, onun etki alanındaki bürokrasi, o vatandaşa husumetle yaklaşmak için emir almış saymaz mı kendisini?
Bu kadar lafı neden ettiğimizi son on-on beş günün tartışma konularını gözden geçiren herkes kolayca anlar. Örneğin aklına önce “Demokratik açılım” denen, “ne idüğü belirsiz” proje gelir. Onun sıcağı taze iken önüne “Ermenistanla parafe edilen iki protokol” çıkar. Onun mürekkebi kurumadan “dokunulmazlığı olan milletvekilini kargatulumba mahkeme önüne çıkartmaya kalkışma” davası gündemi işgal eder. Siz onunla meşgulken henüz “muhakeme etme” yetisi kazanmamış yavruları Kuran kurslarına gönderme projesi (başka bir din için olsa da fark etmez) açıklanır.
Daha yargıyı “iğdiş etme”, “basını susturma”, “askeriyeyi etkisizleştirme”, “vergi idaresini zulüm aracı olarak kullanma” gibi marifetlerden söz etmedik.
Aklınıza gelen öteki örnekleri de siz ekleyin.
İşte bu liste içindekilerden birine, yani TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in celallenip “Mahkeme DTP’li (Demokratik Toplum Partili) vekiller hakkında zorla götürme kararı alsa bile, Meclis Başkanlığı olarak buna izin vermeyiz” demesine ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Muhalefet adım atarsa inşallah bu ay içerisinde sorunu çözeceğiz” diye vaatte bulunmasına yol açan “dokunulmazlık” konusuna değinmek istiyoruz.
Biliyorsunuz, Başbakan’a göre biz ne yazsak yanlıştır. Neden söz etsek ya “maksatlı”dır veya “yalan”dır.
Hani şair Nef’i’nin kendisine “kâfir” diyen Şeyhülislam Yahya Efendi’ye “Bize kâfir demiş müfti efendi/ Tutalım ben diyem ana müselman/ Varıldıkda yarın ruz-i cezaya/ İkimiz de çıkarız anda yalan”
(Müftü Efendi bize kâfir demiş. Şimdi ben de tutup ona Müslüman desem de, yarın mahşer gününe vardığımızda ikimizde sözümüzde yalancı çıkarız) dörtlüğü gibi kimin yalan kimin doğru konuştuğu nasıl olsa bir gün ortaya çıkar, ama bazen de o gerçek anlaşılıncaya kadar iş işten geçmiş olur.
Dokunulmazlıklar konusu herkesin anımsayacağı gibi 3 Kasım 2002 tarihli seçimden az önce CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tarafından gündeme getirilmiş ve şimdiki Başbakan Tayyip Erdoğan, televizyon ekranlarında yani herkesin gözü önünde, Anayasa’nın 83’üncü maddesini değiştirip “dokunulmazlığı, hırsızı, zimmetçiyi, mürtekibi, rüşvetçiyi koruyan bir zırh olmaktan çıkarmaya” söz vermişti.
Doğrusunu söyleyelim. Başbakan Erdoğan konuşurken insanları sürüklemeyi biliyor. Çünkü üslubunu sevmesek de kabul edelim ki iyi bir hatiptir.
Ama konuşma bitip de, “Şu sözlerini bir kere daha gözden geçirelim” dediğiniz zaman yaldızların pek çoğu sapır sapır dökülüveriyor.
“Pek çoğu” dememizin nedeni elbet övündüklerinin içinde ciddi doğruların da yer alıyor olması.
Örneğin AKP iktidarı döneminde, dış ilişkilerimizin, son belki 70 senedir görmediğimiz kadar aktif olduğu doğrudur. “Gazze”ye sahip çıkması, “İsrail’in güvenliğe ne kadar ihtiyacı varsa Filistin’in de o kadar hakkı olduğunu” vurgulaması, “İsrail’in elindeki nükleer silaha ses çıkarmayıp sırf İran’ın üzerine gitmeye isyan etmesi” bizce de yerindedir.
Keza “Türkiye’nin yarım asırlık Avrupa Birliği hayalinde en somut ve en çarpıcı gelişmeler bu dönemde, AK Parti döneminde yaşandı” şeklindeki sözleri gerçeği yansıtmaktadır.
Ancak o gelişmenin ardından izlenen politikalar ise Türkiye’nin AB’ye üye olmayı hiç istemediğini düşündürecek kadar terstir.
Nitekim Türkiye’nin AB nezdindeki itibarı bu yüzden hiç de iyi değildir. Onun da göstergesi Türk vatandaşlarının “vize” almadan hiçbir AB ülkesine girmesine izin verilmediği halde, AB ile ilişkisi bizden geride olan Sırbistan vatandaşlarının vize almadan her istedikleri AB ülkesine giriyor olmasıdır.
AB