“Herkes ülkemizde demokratik standartların yükseltilmesini istiyor” dedi.
“Demokratik açılımın amacı ve hedefleri çok açık ve net” dedi. O hedefin “terörü sona erdirmek” olduğunu söyledi.
“Bu sürecin temel unsurlarının geniş bir müzakere süreci sonunda oluşturulacağına” ilişkin eski sözlerini anımsattı. O yüzden şimdi ellerinde bir paket yahut eylem planı olmadığını vurguladı.
“Bu projede tek bir muhatabımız vardır, o da daha önce ifade ettiğimiz gibi milletimizdir” dedi.
Konuşmasının bir yerinde “demokrasimizin standardını yükseltmeyi” amaçladıklarını tekrarlamakla kalmadı, “Zaten hükümetlerimiz döneminde hep yükselttik” dedi.
Sayın Atalay’ın hem herkesten dürüstçe katkı isteyip hem de herkesin gözünün içine baka baka “demokratik standartları hep yükselttiklerini” ileri sürmesi, gerçek bir talihsizliktir.
Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı Avrupa Birliği’nin baskısıyla 2004-2005’te gerçekleştirdiği birkaç yasa değişikliği ardından faşizan bir modele yönelmiştir.
Ama biz asıl Sayın
Sedat Ergin aslında konuya hepimizden önce değindi. Milliyet’te çıkan iki yazısında Başbakan Erdoğan’ın “Bu ülkede yaşayan herkesin; ama herkesin, kendini özgürce ifade edebileceği demokratik ortamı tesis edebilme” taahhüdünde bulunduğunu söyledi.
Akıllıca bir şey daha yaptı. Erdoğan’ın, “terör” sorununu aslında bir “demokrasi meselesi” olarak nitelemesine değinerek “Gelin bu ülkeyi demokrasisiyle, adaletiyle, özgürlüğüyle, refah ve istikrarıyla, barış ve kardeşliğiyle dünyaya örnek bir ülke haline getirelim” şeklindeki sözünü tüm ulusun bireylerine tek tek verilmiş bir taahhütname gibi gördüğünü vurguladı.
Gerçekten, “Demokrasiyi bütün unsurlarıyla birlikte işler hale getirirsek, diğer bütün sıkıntıların da peş peşe çözüm yoluna gireceğini rahatlıkla görebiliriz” diyen bir Başbakanın sadece Sedat Ergin’i değil, hepimizi heyecanlandırması gerekir.
Nitekim yukarıdaki sözlerin altına biz de imzamızı seve seve atarız.
Ancak olay ondan ibaret değil. Yani Başbakan’ın söylediği doğruların ve savunduğu ilkelerin uygulamalarla da desteklenmesi gibi bir zorunluluk var.
Bunu CHP Genel Başkanı Deniz Baykal önceki gün İzmir’de, “Başbakan’ın inandırıcılık problemi var” diyerek ifade etmişti.
Doğrudur.
Doğru olduğunu gösteren örneklerden biri, “Ulusa Sesleniş” konuşmasını yaptığı gün, hükümet adına açıklanan Yargıda Reform Stratejisi başlıklı dokümanın, demokrasinin ve hukuk devletinin temel koşulu olan “yargı bağımsızlığı”nı bugünkünden beş beter hale getirmeyi amaçlamasıdır.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in “Yargı sistemimizi Avrupa Birliği’ne uyumlu hale getirecek olan Yargı Reformu Stratejisi” diyerek yaptığı açıklamayla ilgili en iyi başlığı bugünkü iktidarın destekçisi gazetelerden Yeni Şafak atmıştı:
"Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK), yargıdaki egemenliğine tırpan” diyerek.
Avrupa Birliği (AB) yıllardır “Yargınızı bağımsızlaştıracak reformları yapın” dediğine ve bakan da bu reformun AB’nin taleplerine uymak için hazırlandığını söylediğine göre, bakanın “yargının bağımsızlığına tırpan atıyoruz” demesi elbet mümkün değildi.
Ama gazeteci bakanın sakladığını dürüstçe dile getirmiş.
Gerçi o, son 1500 kişilik “hakim ve savcılar kararnamesi”nin bakanlığın istediği gibi çıkmasına HSYK’nın karşı koymasına duyduğu tepkiyi dile getiriyor. Ama koyduğu başlığın “Bu reform bakanın istediği gibi gerçekleşirse artık HSYK bakanlıktan gelecek bir kararname taslağına karşı çıkamayacak” müjdesini (!) veriyor.
Gazetenin HSYK’ya kızgınlığı her şeyin o kadar önüne geçmiş ki, “Yargı bağımsızlığının elde kalan son kırıntısı da tarihe karışmış olacak” mesajı verdiğini bile fark etmiyor.
Hoş, HSYK üyelerinden bir kısmını seçme yetkisi aynen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) rezaletinde olduğu gibi, Meclis’e bırakılınca zaten diyecek başka laf kalmıyor.
Yeri gelmişken anımsatalım:
Hani “Bu da nereden çıktı?” diye yargı ayağa kalkmıştı ya!
Şahin’in “göstermelik” metni çöpe gitmiş olmalı ki, Adalet Bakanı Sadullah Ergin yeni bir reform stratejisini önceki gün ilan etti.
Yeni strateji belgesinden anlaşıldığına göre Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üye sayısını 7’den 20 yahut 21’e çıkartırsanız, “yargı bağımsızlığı” sorunu çözülüyormuş.
Örneğin “HSYK’da Adalet Bakanı ve Bakanlık Müsteşarının üye olmaları yargı bağımsızlığına aykırıdır çünkü onlar yürütmenin (siyasi iktidarın) sesidir” diyenler boş laf ediyorlarmış. Çünkü “Eğer o kurulda Adalet Bakanı bulunmazsa, Meclis’e karşı hesap veremez”miş.
“Hesap verme” gerekçesinin anlaşılabilir bir tarafı var. Peki ama o gerekçeyle kurula girip yargıyı baskı altına almanın şimdiye kadar sayısız defa görülmüş ve bundan sonra da görülecek olan sakıncaları nasıl ortadan kaldırılacak?
Ona yanıt bulmadıkça, sakınca devam edecek demektir.
Yukarıda dediğimiz gibi üye sayısının 20 veya 21’e çıkartılacağı bildiriliyor. Bunların bir kısmını Yargıtay (muhtemelen 3’ünü), bir kısmını (muhtemelen 2’sini) Danıştay seçerse geriye (bakan ve müsteşarı da düşün) 12-13 üye kalır. Cumhurbaşkanı da 3 üye seçti diyelim. Geriye kalanların bir kısmını -belki 3’ünü- ülkedeki 12 bin kadar savcı ve yargıç doğrudan seçecekmiş. Kalanı seçmek de TBMM’ne düşüyor.
Reform,
Bir zamanlar Karen Fogg diye bir hanım vardı. Resmi görevi Avrupa Birliği’ni Türkiye’de temsil etmekti. Ama o Türkiye’yi yönetmeye kalkacak kadar haddini bilmezliği ileri götürmüştü.
Bu tiplerin sonuncusu David L. Phillips adında biri. “Türkiye ile Irak Kürtleri arasında güven tesisi” ve “PKK problemi” konulu raporları kaç gündür tartışılıyor.
Tartışılır çünkü hem yanlış laflar ediyor hem de haddini hududunu aşıyor.
Raporlarına geçmeden önce belirtelim:
David L. Phillips, Mesud Barzani’ye hayli sık konuk olmuş. Belirgin bir “Kürt sempatizanı”.
Zaten son raporunun zeminini teşkil eden 13-15 Nisan 2009 tarihli Washington toplantısını -dün Akşam gazetesinde Nagehan Alçı’nın verdiği bilgiye göre- Washington’daki Kürt Enstitüsü’nün Başkanı Necmeldin Kerim’le birlikte düzenlemişler. Bu demektir ki o toplantıdan hangi sonucun çıkmasını istiyorlarsa, onları söyleyecek isimleri çağırmışlar.
David L. Phillips’in raporuna gelince:
Phillips,
Bir de David Phillips imzalı rapor hikâyesi var ama ona ancak fırsat doğarsa değineceğiz.
Bilindiği gibi hükümet -İçişleri Bakanı Atalay’ın ifadesiyle- bir “devlet politikası” üretmeye ve son 25 yıldır başımızı ağrıtan problemi çözmeye çalışıyor.
Biz de bu çabanın Türkiye Cumhuriyeti’ni Türkiye Cumhuriyeti yapan temel değerleri koruyarak başarıya ulaşması dileğiyle ona destek veriyoruz.
Ama sözünü ettiğimiz temel değerlere karşı olanlar daha ilk günden dayatmalara başladılar. İmralı’daki mahkûm -Deniz Baykal’ın CHP Grubu’ndaki konuşmasında vurguladığı gibi- PKK’nın iddia ve taleplerinin hiç değişmediğini ortaya koyan laflar etti.
Kendisini “taraf” sayan Demokratik Toplum Partisi (DTP) sözcüleri “Demokrasiden başka bir şey istemiyoruz” görüntüsü altında Türkiye’yi parçalanmaya götürecek her isteği dile getirdiler.
Siyasi iktidar tüm bunlara karşı hâlâ “tek bayrak, tek devlet, tek millet” sloganıyla idare edebileceğini sanıyor.
Oysa taleplerden anlaşılıyor ki o slogan korunuyormuş gibi yapılarak (gösterilerek) içine ülkeyi ve ulusu bölecek her tertibi yerleştirebilirsiniz. Örneğin siz “Herkes kendi dilini, kültürünü korusun, herkes kendi dilini öğrensin, öğretsin” diyerek bir demokratik hakkı içtenlikle savunurken karşınızdaki o hakkı, ulusu ve ülkeyi bölecek formüllere dönüştürebilir.
O nedenle önceki gün
Nereden nereye geldiklerini gösteren bir haber dünkü gazetelerde vardı:
Milletvekillerinin arabalarına, özel TBMM veya MV plakası takılmasını öngören bir çalışma başlatılmış.
Anlaşılan konu hayli destek bulmuş ki, bakıyorsunuz altından bir TBMM Başkanvekili Sadık Yakut, bir de pek parlak (!) görüşleriyle dikkat çeken TBMM İdare Amiri Hüsrev Kutlu’nun adı çıkıyor.
Gerekçe ilginç:
Milletvekilleri bir yere -sayınız ki bir törene- giderken, görevliler tarafından durduruluyormuş. Bu da onların çok ağırına gidiyormuş.
CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce’nin dedikleri daha iyi:
“İki bin nüfuslu bir belediye başkanı makam otomobiliyle geziyor. Biz o kentin milletvekili olarak aracımızı park edecek yer arıyoruz. Bakın, Yalova Milli Eğitim Müdürü, Milli Eğitim Şûrası için Ankara’ya gidiyordu, ben de TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyesi olarak, Müdür Bey lütfedip davet etti de onun makam aracı ile Ankara’ya gittim. Bu uygun bir tablo mu yani?” diyor.
Elbet uygun! Ne var bunda?