Bir Devlet tarafından, başka bir ülkenin topraklarında ve bir Başkonsolosluk’ta, konsüler dokunulmazlıklar tam anlamıyla istismar edilerek işlenmesi ve korkunç ayrıntıları zaten Kaşıkçı cinayetini uluslararası ilginin odak noktasına koymuş vaziyette. Cinayetin bir sinema filmini hatırlatan işleniş şekli, işkence yapılması, dublör kullanılması ve cesedin parçalara ayrılarak taşınması gibi (her gün bir yenisi ortaya çıkan) korku filmlerini çağrıştıran korkunç ayrıntıları Dünya kamuoyunun ilgisini zaten devam ettiriyor.
Doğal olarak Kaşıkçı olayının Suudi Arabistan gibi önemli bir ülkeyi ilgilendiren bütün yanları olaya ilgiyi büyütüyor. Suudi Arabistan’ın başından beri olayı son derece kötü ve acemice yönettiği çok açık. Kaşıkçı’nın neden bu ölçüde Suudi rejimi için önemli olduğundan, cinayetin işlenmesi sorumluluğunun Suudi rejimi içinde kimlere, hangi makamlara uzandığına kadar ortaya atılan ve cevaplandırılmasına çalışılan birçok soru var.
Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan rejimi üzerinde çok büyük uluslararası bir baskı yarattığı ortada. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın bu olay sonrasında ülkeyi yönetmeye devam edip edemeyeceği sorusu bile gündeme gelmiş durumda. Bu aşamada dahi, ABD’de MBS olarak adlandırılan, Veliaht Prensin Suudi Arabistan’ı yönetme kabiliyetinin ciddi şekilde sakatlandığına, siyasi geleceğinin önemli ölçüde karanlık bir döneme girdiğine inananlar bulunuyor.
ABD Başkanı Trump’ın MBS’ı desteklemek amacıyla kullandığı sözlerin de Veliaht Prens’e çok yardımcı olduğunu söylemek imkanı yok. Başkan Trump’ın MBS’ı Suudi Arabistan’daki İsrail “savunucusu” olarak tanıtmasının hem Suudi toplumu hem de Arap Dünyasında Veliaht Prensin durumunu güçlendirme değil zayıflatma yönünde etkiler yapacağı söylenebilir.
Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan’ın bütün Batı ülkeleriyle ilişkilerini etkileyici sonuçları şimdiden görünmeye başlamış gibi. Başkan Trump ve Orta Doğu “danışmanı” damadı Jared Kushner ne düşünürse düşünsün ABD’de bile, Kaşıkçı olayından sonra, Suudi Arabistan’a tepkilerin büyüdüğü çok açık bir şekilde izleniyor. Kongre’de Riyad’a artan tepkiler Başkan Trump’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri yürütmede önümüzdeki dönemde zorluklarla karşılaşacağının ilk işaretlerini veriyor.
ABD’de bazı yorumcuların Başkan Trump’ın Orta Doğu’da “ortak” olarak yeni bir “İran Şahı” aradığı yönünde getirdikleri eleştiriler de ilginç. ABD’de Başkan Trump’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri “prensipler” ve “çıkarlar” üzerinden yürütmek yerine MBS’ye bağlamak istemesi eleştiriliyor.
İran’ı 1979’a kadar ABD’nin tam ve her türlü desteğiyle yöneten Şah Muhammed Rıza Pehlevi ile Prens Muhammed Bin Salman arasındaki benzerlikler de gerçekten dikkat çekici. İkisi de kraliyet ailelerinden geliyor ve ülkelerini yönetmeye çok genç yaşta başlıyorlar. İran Şahı Pehlevi gibi MBS de Batı ülkelerinde “sosyal ve ekonomik” alanda “reformcu ” buna karşılık siyasi alanda “despotik” olarak tanınıyorlar. İkisi de ülkelerini yönetmek için istihbarat örgütlerine, şiddete ve baskı metotlarına dayanıyorlar.
Aynen İran Şahı döneminde İran’ın yaptığı gibi, MBS yönetimindeki Suudi Arabistan da ABD’den büyük miktarlarda silah satın alıyor. Şah Pehlevi gibi MBS de İsrail’i bölgesel müttefik olarak görüyor, İsrail’le diplomatik ilişki kurmamasına karşılık, İsrail’le işbirliği yapıyor. Trump’ın bölgede yeni bir İran Şahı yaratmak istediği eleştirilerinin önümüzdeki günlerde artması mümkün. Hatta ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin alacağı yönü ve MBS’ın Suudi Arabistan’daki yönetimini devam ettirip ettiremeyeceğini 6 Kasım Amerikan ara seçimlerine bağlayanlar bile bulunuyor.
Riyad’ın, 15 gün kadar Kaşıkçı’nın Başkonsolosluktan ayrıldığı iddiasının arkasında durmasından sonra, Suudi gazetecinin Başkonsoloslukta öldürüldüğünü kabul etmesi, 18 kişiyi “gözaltına” alması ve 5 üst düzey yetkiliyi görevlerinden uzaklaştırması Suudi Arabistan üzerinde kurulan uluslararası baskının sonucu gibi görülüyor.
Suudi Arabistan açıklaması birçok konuya açıklık getirmiyor. Her şeyden önce Kaşıkçı’nın cesedine ne olduğu hala bilinmiyor. Ayrıca çok önemli olarak Riyad’ın bu açıklama ile Kaşıkçı’nın ölümünden alt düzey bazı istihbarat görevlilerini sorumlu tutmayı ve sorumluluğu orada “bırakmayı” amaçladığı anlaşılıyor. Suudi Arabistan İstihbarat Örgütü’nde Başkan Yardımcısı seviyesinde bir yetkilinin görevden alınması bu duruma işaret ediyor.
Dünya’dan Suudi Arabistan açıklamasına gelen tepkiler de farklı. Genelde görüşler Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan Kraliyet ailesinin ve özellikle Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ın bilgi ve onayı olmadan işlenemeyeceği ve Suudi Arabistan’ın bütün yapmak istediğinin konuyu “bir şekilde” kapatmak olduğu yönünde. Ancak hiçbir ülke Suudi Arabistan’la ikili ilişkilerini bu olay nedeniyle “fazlaca” bozmaya da istekli görünmüyor.
Suudi Arabistan üzerinde en fazla etkiyi yapabilecek ülke olan ABD’nin Kaşıkçı olayından özellikle sıkıntı duyduğu açık olarak görülüyor. Başkan Trump’ın dış politikada büyük bir başarı olarak gösterdiği Suudi Arabistan’la ticari ve yatırım ilişkilerinin tehlikeye girmesini istemediği, en az Suudiler kadar Kaşıkçı olayının Suudi Kraliyet ailesine kadar uzanmadan, “bir şekilde” kapanmasını istediği yaptığı açıklamalardan ortaya çıkıyor.
Dünya ise ABD olmadan Suudi Arabistan üzerinde etkili ve sonuç getirici bir baskı kurulamayacağının farkında gibi gözüküyor. Türkiye’de olayla ilgili olarak yapılan soruşturma da halen devam ediyor. Türkiye tarafından sürdürülen ve Riyad’ın Kaşıkçı’nın Başkonsoloslukta öldürüldüğünü kabul etmesinde önemli bir rol oynayan bu soruşturmanın tamamlanmasından sonra, Suudi Arabistan üzerindeki uluslararası baskının artması ihtimali de oldukça yüksek. Bu hafta Dünya’nın tüm dikkatinin Türkiye üzerinde olacağı anlaşılıyor.
Kaşıkçı olayı nasıl kapanırsa kapansın bu gerçekten ciddi ve son derece talihsiz cinayet nedeniyle Suudi Arabistan’ın Dünya’da büyük bir itibar kaybına uğradığı açık. Riyad’ın olayla ilgili olarak “tutumunu” değiştirmesi, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı’nın olayı “büyük ve ağır bir hata” olarak nitelendirmesi Suudi Arabistan’a pek de yardımcı olmuyor. Dünya’dan gelen tepkiler Suudi Arabistan’ın son dönemde izlediği dış politikanın giderek mercek altına girdiğini gösteriyor. Genç Prens Salman’ın Suudi yönetiminde hızla yükselişinin Dünya ve özellikle Batı ülkelerinde yarattığı “olumlu” havanın tamamen dağıldığına, Batı ülkelerinde önemli “ekonomik ve sosyal bir reformcu” olarak takdim edilen Veliaht Prensle ilgili görüşlerin büyük ölçüde değiştiğine işaret ediliyor.
Suudi Arabistan’ın Yemen’deki savaşı, bölgesel sorunlara yaklaşımı ve Katar’la ilişkilerin getirildiği nokta gibi konular Batı basın-yayın organlarında giderek daha fazla sorgulanırken; Riyad’dan gelen, Lübnan Başbakanı Hariri’nin bir süre ev hapsinde tutulması gibi, Dünya’yı “şok” eden davranışlar da daha açık bir şekilde eleştirilmeye başlanmış gözüküyor.
Başkan Trump’ın Cemal Kaşıkçı’nın Başkonsolosluk’ta, Suudi yetkililerin izni olmadan, kendi başlarına hareket eden “katiller” tarafından öldürülmüş olabileceğine işaret eden ifadeleri bu yönde yorumların artmasına neden oldu. Batı basını Suudi Arabistan’ın tutumunu değiştireceği ve Suudilerin “cinayeti” kabul etmeye hazırlandığı, ancak olayın “sorgulamanın yanlış bir şekilde gelişmesi sonucu Kaşıkçının öldürüldüğü” şeklinde sunulacağı iddialarıyla dolu.
Yine Batı basınında konuyla ilgili yer alan yorumlarda Suudi Arabistan’ın 15 günden fazla bir zamandan bu yana Kaşıkçı’nın Başkonsoloslukta olmadığını ve olay günü Başkonsolosluktan ayrıldığını iddia ettikten sonra, şimdi tutumunu nasıl “inandırıcı” bir şekilde değiştirebileceği ve Kaşıkçı’nın cesedine ne olduğunun nasıl açıklanabileceği gibi hususların da tartışıldığı izleniyor.
Ortada olan husus Suudi Arabistan ve Trump Yönetimi üzerindeki baskının giderek arttığı yönünde. Suudi Arabistan’da yapılacak önemli bir yatırım konferansından çekilen Batılı yetkililerin ve firmaların sayısının her geçen gün artması Riyad’ın karşı karşıya olduğu durumun ciddiyetini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Kaşıkçı olayı bir şekilde kapansa bile, ülkeyi fiilen yöneten 33 yaşındaki Veliaht Prens Muhammed Salman’ın durumunun çok ciddi bir şekilde sarsıldığı, bu olaydan sonra uzun bir süre ön planda kalmasının çok zor olacağı, oğlu yerine Kral Salman’ın karar alıcı durumunda görünmesinin kaçınılmaz olacağı yorumları da artıyor.
Kaşıkçı olayının Başkan Trump’ı da zor durumda bıraktığı, Kongre’nin ve Amerikan basınının baskısını hisseden Trump Yönetiminin harekete geçmek zorunda kaldığı izleniyor. ABD’de Suudi Arabistan’ın 9 Eylül 2001 terörist saldırılarındaki rolü konusunun tekrar açıldığı, Suudi Arabistan Yönetiminin Vaşington için bir “değer” değil giderek bir “yükümlülük” haline mi geldiği konusunun gündeme geldiği de görülüyor.
Başkan Trump’ın, Suudi Arabistan Kralı Salman’la telefonla konuştuktan sonra, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’yu Riyad’a göndermesi ABD’nin giderek Kaşıkçı olayı ile ilgilenmek zorunda kaldığını gösteriyor. Pompeo’nun Riyad’dan sonra Türkiye’ye gelmiş olması Kaşıkçı olayının çözümü konusunda Vaşington, Riyad ve Ankara üçgeninde diplomasi trafiğinin arttığı anlamına geliyor.
ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile Türkiye’de yapılan görüşmelerde Cemal Kaşıkçı olayı yanında diğer önemli konuların da olduğu açıktır. Brunson olayının kapanmasından sonra Ankara ile Vaşington arasındaki ilk doğrudan temas olması nedeniyle Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Türkiye ziyareti daha da önem taşımaktadır.
Pompeo ile yapılan görüşmelerde masada olan en önemli konulardan biri muhakkak ki Suriye’dir. Türkiye Menbiç mutabakatının uygulanmasının gecikmesi konusunda duyduğu sıkıntıyı Pompeo’ya doğrudan aktarmıştır. Menbiç mutabakatının tam olarak uygulanması gibi bu mutabakat ışığında PYD/YPG kontrolü altındaki Doğu Suriye konusunun Ankara ile Vaşington arasında ciddi bir şekilde ele alınması da önem taşımaktadır.
Pompeo’nun Türkiye ziyaretinden hemen sonra ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in Ankara’ya gelecek olması, Suriye konusunun bu ay içinde bütün yönleriyle Ankara-Vaşington görüşmeleri gündeminde olacağına işaret etmektedir. Büyükelçi Jeffrey’in Türkiye’de bulunduğu sırada Türk yetkilileri yanında Suriye muhalefet gruplarıyla da bir araya geleceği, ABD Suriye Özel Temsilcisinin Ankara’dan sonra Katar ve Suudi Arabistan’a da gideceği basın haberleri içinde yer almaktadır.
Cemal Kaşıkçı’nın 15 gün kadar önce İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na girdikten sonra kaybolması ve kendisinden bir daha haber alınamamasıyla patlayan olay hala gizemini koruyor. Konuyla ilgili Türk ve uluslararası basın-yayın organlarında yer alan haberler Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürüldüğüne işaret ediyor. Riyad ise Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Başkonsolosluğu’nda öldürüldüğünü kabul etmiyor ve Kaşıkçı’nın Başkonsolosluk’tan ayrıldığı yönündeki ilk tutumunu sürdürüyor.
Geçen zaman içinde Suudi Arabistan üzerindeki uluslararası baskının giderek büyüdüğü ve Riyad’ın “ağırlaşan” uluslararası bir baskı altına girdiği de izleniyor. Uzun bir süre sessiz kalmaya çalıştıktan sonra Trump Yönetimi’nin “nihayet”, olayın çözülmesi yönünde, Riyad üzerindeki baskıyı arttırdığı, Trump Yönetimi’nin üst düzey yetkililerinin Suudi karşıtlarıyla “konuyu ciddi şekilde” görüşmeye başladıkları anlaşılıyor. Başkan Trump’ın kendisinin de Suudi Kralı ile bir telefon görüşmesi yapacağını açıklaması ABD’nin Kaşıkçı olayıyla giderek artan bir şekilde “ilgilenmek” zorunda kaldığını gösteriyor.
Görünen husus Suudi Arabistan rejimi kadar Trump Yönetimi üzerinde de, özellikle Kongre’den gelen ve Suudi Arabistan aleyhinde giderek büyüyen bir baskının bulunduğu. Bu baskıya rağmen Trump Yönetimi’nin olayın ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini, özellikle ABD’nin Suudi Arabistan’a yaptığı milyarlarca dolarlık silah satışlarını ve Suudi Arabistan’ın ABD’de yapmakta olduğu yatırımların etkilememesini istediği ve bu yönde çalıştığı da izleniyor.
ABD Kongresi’nden gelen sesler ise, bütün ekonomik önemine rağmen Suudi Arabistan rejiminin “korsan bir devlet” olarak hareket etmesine kesinlikle izin verilemeyeceği, bir ülkenin yabancı bir ülkedeki diplomatik veya konsüler bir temsilciliğinde cinayet işlemesine göz yumulması halinde bunun sonuçlarının uluslararası düzen açısından son derece “yıkıcı” olacağı yönünde yükselmeye devam ediyor.
Suudi Arabistan üzerindeki baskının ikili değil, çok taraflı olması yönündeki görüş Türkiye’de yaygın bir kabul görüyor. Tek bir ülkenin siyasi, ekonomik ve jeopolitik sonuçlarına katlanmayı göze alsa bile, Riyad üzerinde ikili planda sonuç getirici bir baskı kuramayacağına işaret ediliyor. Suudi Arabistan Kralının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla araması Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki yapıcı diyalog ve işbirliği arayışlarının sürdüğüne işaret ediyor.
Trump Yönetimi tarafından büyütülen ve Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi bir sorun haline getirilen Rahip Brunson meselesi ise çözülmüş görülüyor. Rahip Brunson’un ülkesine dönmesiyle Ankara ile Vaşington arasında anlamlı ve sorunları çözücü bir diplomasi sürdürülebilmesi önündeki, Trump Yönetimi tarafından büyütülen, bir engel kalkmış oluyor.
Beklenildiği gibi Brunson Vaşington’da en üst düzeyde karşılandı, Beyaz Saray’da Başkan Trump tarafından “misafir” edildi. Trump Yönetimi’nin Rahip Brunson’la ilgili ortaya koyduğu “şov” muhakkak ki 6 Kasımda ABD’de yapılacak “çok önemli” (Kongre’deki dengeleri değiştirebilecek) ara seçimlerle ilgili. Beyaz Saray’daki Brunson şovunun Türkiye’yi rahatsız edici bir şekil almaması ise iki ülke ilişkileri için önemli. Başkan Trump, Brunson’u kabulünü Türkiye ve Türk halkı için olumlu ifadelerde bulunmak ve Türkiye-ABD ilişkilerinin önünün açıldığını vurgulamak için de kullandı.
Rahip Brunson’un serbest bırakılması (Başkan Trump’ın ifade ettiği gibi) Vaşinton-Ankara ilişkilerinde olumlu bir hava yarattı, ancak Türkiye ile ABD arasındaki sorunların ortadan kalktığını söylemek imkanı ise yok. Ankara ile Vaşington arasında çok sayıda ve çok önemli, ilişkileri olumsuz yönde etkileyen veya etkileme potansiyeli taşıyan sorun var ve bunlar çözüm bekliyor. Ankara ile Vaşington arasındaki sorunlar Suriye’den İran’a, Menbiç’teki anlaşmanın uygulanmasından, Vaşington’un PYD/YPG’ye verdiği silahlara, S-400 füzelerinden, ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlara, Vaşington’un FETÖ dahil Türkiye aleyhine faaliyet gösteren örgütlere sağladığı desteğe kadar bir çok konuyu ve alanı kapsıyor.
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Başkonsolosluğuna girdikten sonra kaybolması çok ciddi bir durumu ortaya çıkarttı. Cemal Kaşıkçı, Suudi Arabistan rejimini ve Suudi Arabistan’ın Yemen savaşındaki rolünü en güçlü şekilde eleştiren seslerden biriydi.
Uzun seneler Suudi Arabistan’da yaşadıktan ve Suudi yönetiminde önemli görevler aldıktan sonra, ülkesinden ayrılan Kaşıkçı ABD’ye yerleşmişti ve önemli bir Amerikan gazetesinde yazıyordu. ABD basın yayın organlarında sıklıkla görülen Kaşıkçı, ABD’de Suudi Arabistan yönetimine yönelttiği eleştirilerle tanınıyordu.
Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda kaybolması olayının birçok yönü var. Her şeyden önce konu Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ve konsüler ilişkileri ilgilendiriyor. Olayın bir Başkonsoloslukta meydana gelmesi konuyu uluslararası hukuk çerçevesine sokuyor. Konunun aydınlatılabilmesi için Suudi Arabistan’ın Türkiye ile işbirliği yapması gerekiyor.
Ülkeler arasındaki diplomatik ve konsüler ilişkileri düzenleyen iki BM Anlaşması var. Bunlar 1961 yılında imzalanan Diplomatik İlişkiler ve 1963 yılında imzalanan Konsüler İlişkilerle ilgili Viyana Sözleşmeleri. İki Anlaşma da, farklı derecelerde de olsa, Büyükelçiliklere ve Başkonsolosluklara ve buralarda çalışan diplomatlara önemli “dokunulmazlıklar”, “bağışıklıklar” ve “ayrıcalıklar” getiriyor. Kaşıkçı ile ilgili yürütülen soruşturmayı güçleştiren bir husus olayın yabancı bir Başkonsolosluk zemininde meydana gelmesi ve Türkiye’nin 1963 yılında imzalanan Viyana Sözleşmesi kuralları çerçevesinde hareket etmek durumunda olması.
Irak’ta 2005’ten bu yana uygulanan siyasi teamül Irak Cumhurbaşkanının Parlamentodaki Kürt, Başbakanın Şii ve Meclis Başkanının ise Sünni milletvekilleri arasından seçilmesini öngörüyor. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra getirilen 2005 Anayasası ile uygulanmasına başlanan bu durum Lübnan’daki etnik, din ve mezhep esasına dayanan siyasi sisteme benziyor. Lübnan’a Fransa tarafından getirilen bu siyasi sisteme yöneltilen eleştirilere karşılık, aynı model bugün de Irak’ta uygulanılıyor.
Irak’ta Parlamento seçimleri 12 Mayıs tarihinde yapılmıştı. İlk önce seçim sonuçlarına yapılan itirazlar, daha sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanının kim olacağı konusunda süren tartışmalar Irak’ta siyasi sürecinin tamamlanmasını uzun süre geciktirdi. Irak Meclisinin etnik ve mezhep esasında bölünmüş yapısı kadar; Irak Şii, Sünni ve Kürt toplumlarının kendi içindeki bölünmüşlüğü de bu gecikmede önemli bir rol oynadı.
2005 Anayasasının Irak’a getirdiği model Parlamenter sistem. Bu model içinde Cumhurbaşkanının yetkileri daha çok sembolik ve protokol ağırlıklı. Irak Anayasası ülkeyi yönetme yetkisini ise büyük ölçüde Başbakana bırakmış. Irak’ta Başbakan Irak nüfusunun en büyük bölümünü oluşturan Şii toplumu içinden seçiliyor.
Irak Parlamentosu içinde Şii, Sünni ve Kürt kesimleri temsil eden partiler de büyük bir bölünmüşlük gösteriyor. 2018 Seçimleriyle 329 sandalyeli Irak Parlamentosuna giren parti sayısı 35. Bunlardan büyük çoğunluğu Parlamentoda 1 veya 2 milletvekiliyle temsi ediliyorlar. Parlamentoda 10 üzerinde milletvekili bulunan partilerin sayısı ise 9. Irak Parlamentosundaki Partiler de daha çok ittifak ve koalisyon görüntüsünde. Irak Parlamentosundaki bu bölünmüşlük (kaçınılmaz olarak) siyasi hayata da yansıyor ve Parlamentoda karar alınması partiler arasında görüşmelerin ve sıkı pazarlıkların yapılmasını gerektiriyor.
Parlamento seçimlerinin üzerinden 5 ay kadar zaman geçmesine rağmen siyasi sürecin bu ölçüde yavaş işlemesinin önemli sebeplerinden biri Parlamentodaki Şii ağırlıklı partilerin bir Başbakan adayı üzerinde anlaşamamaları olmuştur. Şimdiki Başbakan Haydar al-Abadi’nin “Zafer İttifakı” son seçimlerde, beklentilerin aksine, kazandığı 42 milletvekili ile ancak 3. büyük parti olarak çıkabilmiştir. Seçimlerde 54 milletvekili çıkararak Irak Parlamentosunda 1. parti durumuna gelen “Sairun İttifakı” lideri Mukta al-Sadr’ın, Abadi’nin yeniden Başbakan olmasına karşı çıkması Irak’ta siyasi süreci yavaşlatmış, yeni bir Başbakan adayının bulunmasını zorunlu kılmış, sonuçta Adil Abdul-Mahdi yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.
Daha önce Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı, Maliye ve Petrol Bakanlığı gibi görevlerde bulunan Abdul-Mahdi Irak siyasi hayatında tanınan ve uluslararası alanda da bilinen bir şahsiyettir. Abdul-Mahdi’nin İran’a yakın olduğu bilinen “Irak İslami Yüksek Konseyi” ile geçmiş ilişkileri bilinmektedir. Bununla birlikte (Haydar al-Abadi’nin Başbakanlığının devam etmesini tercih ettiği bilinen) ABD’nin de, Abdul-Mahdi’nin yeni Irak hükümetini kurmakla görevlendirilmesine karşı çıkmadığı izlenmektedir. Abdul-Mahdi’nin önünde yeni hükümeti oluşturmak için 30 günlük bir süre bulunmaktadır. Abdul-Mahdi’nin bu süre içinde Şii, Sünni ve Kürt bakanlardan Parlamentoda çoğunluğu sağlayabilecek bir Bakanlar kurulu oluşturması gerekmektedir.
Parlamento tarafından Irak Cumhurbaşkanlığına seçilen Bahram Salih de Irak iç siyasetinde önemli görevlerde bulunmuş, uluslararası alanda ismi bilinen bir siyasetçidir. Daha önce Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi Başbakanlığı ve Irak merkezi hükümetinde Başbakan Yardımcılığı gibi görevlerde bulunmuştur. Bahram Salih, Irak’ta iki büyük Kürt Partisinden biri olan Irak “Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYP) üyesidir. KYP içinde birçok görevde bulunmuştur.
Son Parlamento seçimleri ve sonra meydana gelen siyasi gelişmeler Irak üzerindeki ABD-İran çekişmesini ve nüfuz mücadelesini bir kez daha ortaya koymuştur. Gerek Vaşington’un gerek Tahran’ın Irak’daki siyasi gelişmelerin kendi istedikleri “yönde” gitmesi konusunda gayret gösterdiklerine şüphe bulunmamaktadır. Bağdat üzerindeki siyasi nüfuzlarının yanında; ABD Irak’ta 5 binin üzerinde asker bulundurmakta, İran ise Şii milis gücü Haşdi Şabi içinde bulunan bazı grupları doğrudan yönlendirmekte ve desteklemektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başkan Trump Birleşmiş Milletler Genel Kurul salonu bekleme bölgesinde karşılaştılar, el sıkışarak “ayaküstü” konuştular. Ancak, New York’ta iki ülke Devlet Başkanları arasında kapsamlı bir görüşme gerçekleşmedi. Böyle bir görüşme için önemli bir fırsat Ekim ayı sonunda Arjantin’de ortaya çıkacak. 30 Ekim-1 Kasım tarihlerinde G-20 Zirvesi, örgütün bu yılki dönem başkanı Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te yapılacak. G-20 üyesi 19 ülkenin liderleri ile Avrupa Birliği yetkililerinin bu Zirve sebebiyle Buenos Aires’te olmaları ve G-20 Zirvesi marjında önemli ikili ve çok taraflı görüşmeler gerçekleştirmeleri bekleniyor.
30 Ekim tarihine kadar Türkiye-ABD arasındaki sorunlarda ilerleme sağlanması, Türkiye ve ABD Devlet Başkanlarının Buenos Aires’te bir görüşme yapmalarını ve bu görüşmenin “yapıcı” ve “sonuç” getirici olmasını sağlayabilir. Münbiç’te, daha önce varılan mutabakat çevresinde, Türkiye-ABD ortak askeri devriyelerinin bu ay içinde başlaması iki ülke arasında olumlu bir havanın yaratılmasına yardımcı olabilecektir. Münbiç mutabakatının tümüyle hayata geçirilmesinin Suriye bağlamında Ankara-Vaşington işbirliğinin yeniden başlaması için zorunlu olduğu açıktır.
Suriye’de ABD’nin PYD/YPG ile devam eden işbirliğinin Ankara’yı özellikle rahatsız ettiği açıktır. Menbiç mutabakatının PYD/YPG’nin kontrolü altında bulunan Suriye topraklarının tamamına (Fırat Nehrinin doğusuna) teşmili Ankara-Vaşington arasındaki “güven” ortamının yeniden oluşturulması çalışmalarına önemli bir katkı yapabilecektir. Bu yönde başlatılan ve Menbiç Mutabakatına varılmasını sağlayan Türkiye-ABD görüşmelerin yeniden başlaması önemli bir gelişme olacaktır.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerdeki “sorunlar” ve “belirsizlik” devam etmekte, bu “zor dönemin” atlatılması için iki tarafın da “gayret” göstermesine ve “diplomasiye” şans tanımasına gerek duyulmaktadır. Ankara’nın Trump Yönetimi ile ilişkilerinde yaşadığı zorlukların sürmesine karşılık, Türkiye’nin diğer önemli bir Batı ülkesiyle ilişkilerinin “doğru yöne” çevrilmesi konusunda geçen hafta ciddi adımlar atılmaya devam edilmiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta içinde Almanya’ya gerçekleştirdiği resmi ziyaretin ve Başbakan Merkel ile yaptığı görüşmelerin “iyi” geçmesi, hem Türkiye-Almanya, hem de Türkiye-AB ilişkilerinde “olumlu” gelişmeler beklentisini arttırmıştır. Cumhurbaşkanının ziyaretinden sonra Türkiye-Almanya ilişkilerinde “yeni bir sayfa” açılması imkanının ortaya çıktığı, “gerçekçi” olunması halinde Türkiye-AB ilişkilerinde de ilerleme sağlanabileceği işaret edilen hususlardır.
Almanya’nın Türkiye için önemi çok açıktır. Almanya Türkiye’nin en büyük ekonomik ortağıdır. İki ülke arasındaki ticaret hacminin 35 milyar dolara çıktığı, Türkiye’deki Alman doğrudan yatırımlarının büyüdüğü, Türkiye’yi ziyaret eden Alman turist sayısının eski seviyesine gelmekte olduğu izlenmektedir. Almanya’da yaşayan Türkiye asıllı nüfusun sorunlarının halledilmesi Berlin’in aktif katkısını gerektirmektedir. Türkiye’nin AB ile ilişkilerdeki “olumlu” gelişmelerin yolunun da Berlin’den geçtiğine şüphe yoktur.
Almanya’nın Ermeni yasa tasarısını geçirmesiyle başlayan ve arka arkaya gelen gelişmelerle kötüleşen Ankara-Berlin ilişkilerinde, “bozulmanın” durdurulması ve ilişkilerin tekrar “doğru yöne” çevrilmesi Türkiye’nin olduğu kadar Almanya’nın da lehinedir.
Her şeyden önce Almanya’nın, Trump Vaşington’da iktidara geldikten sonra hızlanan, Trans-Atlantik ilişkilerindeki gerginlik ve çatlamalardan büyük ölçüde tedirgin olduğunu, Berlin’de Avrupa’nın savunulmasının ABD olmadan nasıl sağlanabileceği hususunun ciddi bir şekilde düşünüldüğünü gösteren işaretler artmaktadır. Bu durumun Almanya için zaten ciddi ekonomik bir ortak olan Türkiye’nin “siyasi” ve “jeopolitik” önemini daha da büyüttüğü açıktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Genel Kurul’un yıllık olağan toplantısının açılışının ilk gününde yaptığı konuşmada, beklenildiği gibi, Birleşmiş Milletlerin Dünya sorunlarının çözümünde başarısız olması üzerinde ağırlıkla durdu. BM reformu isteğini tekrar gündeme getirerek, Güvenlik Konseyi’nin Dünya sorunlarını çözmedeki başarısızlığının Suriye ve Yemen gibi ülkelerde yaşanan insani krizlerinin nedeni olduğunu vurguladı.
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısının Dünya’daki siyasi ve ekonomik dengeyi artık yansıtmadığını, Konsey’in sınırlı (15 üyeli) yapısının yetersiz kaldığını ve genişletilmesi gerektiğini, Konsey’de 5 daimi üyeye (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) verilen veto hakkının ise BM’in uluslararası sorunları çözmede başarısız kalmasının temel sebebi olduğunu savunduğu biliniyor. Bu görüş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıklıkla dile getirdiği “Dünya 5’ten büyüktür” ifadesinde zaten açık bir şekilde ortaya konuluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Genel Kurul konuşmasında Ankara’nın başta Suriye olmak üzere önemli uluslararası sorunları nasıl gördüğünü de ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında BM sistemi içinde bir “Gençlik Örgütü” kurulmasını ve bu örgütün merkezinin de İstanbul’da yapılanmasını önermesi de dikkat çekiciydi. Türkiye’nin New York’ta ortaya koyduğu bu önerinin gerçekleşmesi için önümüzdeki dönemde iyi takip edilmesi ve bu yönde gerekli kararların BM organlarından çıkarılmasının sağlanması gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan New York’ta bulunduğu sırada BM Genel Kurul toplantısı marjında diğer ülke devlet ve hükümet başkanlarıyla ikili görüşmeler de gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüştüğü ülke liderleri arasında Fransa Cumhurbaşkanı Macron, İran Cumhurbaşkanı Ruhani, İngiltere Başbakanı May, Belçika Başbakanı Michel, Japonya Başbakanı Abe, Yunanistan Başbakanı Çipras da bulunuyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aynı gün New York’ta bulunan ABD Başkanı Trump’la görüşüp görüşmeyeceği basın-yayın organlarının yoğunlukla üzerinde durduğu bir husustu. İki tarafın da böyle bir görüşme için randevu istemeyeceklerini açıklamalarına rağmen, basın-yayın organlarının bu görüşmenin (bir şekilde) yapılıp yapılmayacağı konusundaki ilgisi devam etti. Beklendiği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başkan Trump BM Genel Kurul Salonu dışında karşılaştılar ve el sıkışarak (ayaküstü) kısaca sohbet ettiler. İki Devlet Başkanı arasında aynı gece BM Genel Sekreteri’nin verdiği akşam yemeğinde ise (basın-yayın organlarının beklentilerini aksine) bir karşılaşma ve konuşma olmadı.
BM Genel Kurul olağan toplantısının açılış haftasında beklendiği üzere Dünya kamuoyunun dikkatleri (zaman zaman beklenmeyen diplomatik olmayan davranışlar yapan) Başkan Trump üzerinde toplandı. Trump’ın Genel Kurul toplantısına geç gelmesi ve konuşma sırasını kaçırması basın-yayın organlarının dikkatinden kaçmadı. Başkan Trump’ın Genel Kurul’da ABD adına yaptığı konuşmada kendisini ve yönetimini övmesi de dikkat çekti ve Trump’ın kendi hükümetinin ABD’nin gördüğü “en başarılı” yönetim olduğunu söylemesi Genel Kurul salonunda reaksiyona ve gülüşmelere neden oldu.
Başkan Trump’ın Genel Kurul’da yaptığı konuşma yeni bir unsur içermiyordu. Trump konuşmasında (beklendiği şekilde) İran’a önemli bir yer ayırdı, İran rejimini eleştirdi ve ABD’yi İran Nükleer Anlaşmasından çekme kararını savundu, ABD’nin Orta Doğu politikasının Filistinlilerin de “lehine” olduğu görüşünü ortaya koydu, (Orta Doğu danışmanı ve damadı) Jared Kushner’in İsrail-Filistin sorununu çözecek bir plan üzerinde çalıştığını ifade etti, (daha önce küçük roket adam olarak isimlendirdiği) Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’ü övdü ve ikinci bir ABD-Kuzey Kore zirvesinin olabileceğini bildirdi.
Başkan Trump, esas dikkati çeken ve sonuçları önümüzdeki dönemde görülebilecek, konuşmasını ise BM Güvenlik Konseyi’nde yaptı. Başkan Trump ABD’nin dönem başkanı olması nedeniyle, Güvenlik Konseyi toplantısını yönetti ve burada konuştu. Başkan Trump bu konuşmasında da İran’a yönelttiği eleştirileri sürdürmekle beraber, esas “sürprizini” Çin’i Kasım ayında yapılacak ABD ara seçimlerine müdahale etmekle suçlayarak gerçekleştirdi.