Paylaş
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Başkonsolosluğuna girdikten sonra kaybolması çok ciddi bir durumu ortaya çıkarttı. Cemal Kaşıkçı, Suudi Arabistan rejimini ve Suudi Arabistan’ın Yemen savaşındaki rolünü en güçlü şekilde eleştiren seslerden biriydi.
Uzun seneler Suudi Arabistan’da yaşadıktan ve Suudi yönetiminde önemli görevler aldıktan sonra, ülkesinden ayrılan Kaşıkçı ABD’ye yerleşmişti ve önemli bir Amerikan gazetesinde yazıyordu. ABD basın yayın organlarında sıklıkla görülen Kaşıkçı, ABD’de Suudi Arabistan yönetimine yönelttiği eleştirilerle tanınıyordu.
Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda kaybolması olayının birçok yönü var. Her şeyden önce konu Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ve konsüler ilişkileri ilgilendiriyor. Olayın bir Başkonsoloslukta meydana gelmesi konuyu uluslararası hukuk çerçevesine sokuyor. Konunun aydınlatılabilmesi için Suudi Arabistan’ın Türkiye ile işbirliği yapması gerekiyor.
Ülkeler arasındaki diplomatik ve konsüler ilişkileri düzenleyen iki BM Anlaşması var. Bunlar 1961 yılında imzalanan Diplomatik İlişkiler ve 1963 yılında imzalanan Konsüler İlişkilerle ilgili Viyana Sözleşmeleri. İki Anlaşma da, farklı derecelerde de olsa, Büyükelçiliklere ve Başkonsolosluklara ve buralarda çalışan diplomatlara önemli “dokunulmazlıklar”, “bağışıklıklar” ve “ayrıcalıklar” getiriyor. Kaşıkçı ile ilgili yürütülen soruşturmayı güçleştiren bir husus olayın yabancı bir Başkonsolosluk zemininde meydana gelmesi ve Türkiye’nin 1963 yılında imzalanan Viyana Sözleşmesi kuralları çerçevesinde hareket etmek durumunda olması.
Türkiye Suudi Arabistan’dan Türk güvenlik yetkililerinin İstanbul Başkonsolosluğuna girmesi ve gerekli araştırmayı yapması için izin istemiş durumda. Olayın ciddiyeti karşısında Suudi Arabistan’ın bu izni vermesi ve soruşturmanın her safhasında Türkiye’nin olayı açıklığa kavuşturmak amacıyla sürdürdüğü çalışmalara yardım etmesi gerekiyor. Riyad’ın Başkonsoloslukta araştırma izni verdiği yönünde basında yer alan son haberler olumlu. Riyad’ın Kaşıkçı olayının üzerindeki sır perdesinin kaldırılması konusunda elinden gelen her şeyi yapan Türkiye ile olayla ilgili soruşturma sürecinin her safhasında tam işbirliği yapması şart.
Suudi Arabistan Başkonsolosluk yetkililerinin olayın cereyan ettiği gün Başkonsolosluk binasındaki video kayıt sisteminin neden çalışmadığı kadar aynı gün Suudi Arabistan’dan İstanbul’a gelen iki uçaktaki yetkililerin Başkonsoloslukta ne yaptıklarına açıklık kazandırması da önemli. Olay günü iki uçakla İstanbul’a gelen ve Başkonsoloslukta kısa zaman kaldıktan sonra ülkelerine dönen Suudi yetkililerle ilgili Türkiye’nin başlattığı soruşturmada da Riyad’ın tam olarak işbirliğinde bulunması ve bu uçaklarla İstanbul’a gelen kişilerin kim olduklarının, görevlerinin, İstanbul’da ve Başkonsoloslukta ne yaptıklarının Suudi Arabistan tarafından da açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Bu kişilerle ilgili Türk makamlarında olan ve basında da yer alan bilgiler hiç de iyi bir tabloyu ortaya koymuyor.
Başkonsolosluk etrafındaki video cihazlarının kayıtlarında Cemal Kaşıkçı’nın Başkonsolosluğa girdiğinin, ancak Başkonsolosluktan çıkmadığının açıkça görülmesi Suudi Başkonsolosluk yetkililerinin konunun açıklığa kavuşturulması konusundaki sorumluluğunu arttırıyor.
Kaşıkçı olayının ilk patlak verdiği günlerde Batı basın yayın organlarının konuyu Türkiye ile Suudi Arabistan arasında ikili bir konu olarak göstermeye çalışmaları ve özellikle (var olduğunu ifade ettikleri) Ankara ile Riyad arasındaki “bölgesel” rekabetle ilişkilendirmeye çalışmaları ise konunun diğer önemli ve akıllarda birçok soru işaretini ortaya çıkartan bir yönü.
Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’dan ayrıldıktan sonra yerleştiği ve gazetecilik yaptığı ABD makamlarının konu hakkında bir hafta kadar sessiz kaldıktan sonra yapmaya başladıkları açıklamalar da henüz Vaşington’la Riyad arasında konu hakkında ne gibi temasların sürdüğüne fazla bir açıklık getirmiyor. Halbuki Cemal Kaşıkçı’nın bir seneden fazla Vaşington’daki ikameti yanında ABD ile ilişkilerinin çok öncelere kadar gittiği anlaşılıyor. “Basın hürriyeti”, gazetecilerin “güvenliği” konularında da “hassas” olduklarını her fırsatta ileri süren diğer Batılı ülkelerin konuyla ilgili yaptıkları açıklamalar da henüz bu ülkelerin Suudi Arabistan’la konuyu görüşüp görüşmedikleri konusuna açıklık getirmiyor.
Suudi Arabistan’ın, Cemal Kaşıkçı olayıyla ilgili olarak olaya açıklık kazandırmak için elinden geleni yapan Türkiye ile tam işbirliğinde bulunmaya ve (daha sonra) soruşturmanın sonuçlarını kabul ederek gereğini yerine getirmeye razı edilmesi için Riyad üzerinde uluslararası bir baskı kurulması önemli. Burada da esas sorumluluğun Suudi Arabistan’ın baş destekçisi mevcut ABD yönetimine düştüğünü söylemek gerekiyor.
Bu konuda uluslararası bir soruşturma açılması yönünde bazı çağrılar yapıldığı da dikkat çekiyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde bu yönde “bağımsız” bir soruşturma açılması Riyad üzerindeki olayın açıklığa kavuşturulması için işbirliği yapması konusunda kurulması gerekli uluslararası baskıyı arttırabilir. Bunun geçmişte örneklerinin de olduğunu biliyoruz. Doğal olarak akla 2005 yılındaki Hariri suikastı ve bu suikast sonrasında Birleşmiş Milletlerin kurduğu Özel Araştırma Komisyonu ve bu Komisyonun Hariri Suikastını düzenlediği düşünülen Şam rejimi üzerinde kurduğu baskı geliyor.
Son olarak 2 Rus muhalife İngiltere’de düzenlenen “kimyasal” saldırı olayında Moskova üzerindeki baskının sadece İngiltere tarafından değil, olayı “suikast” olarak niteleyen büyük bir grup (Batılı) ülkeler tarafından birlikte kurulduğunu, bu ülkelerin birlikte çok sayıda Rus diplomatı sınır dışı ettikleri de hatırlarda.
Bir BM Araştırma Komisyonu kurulması için her şeyden önce bir BM Güvenlik Konseyi kararı çıkartılması gerekli. Güvenlik Konseyi’nin konuya karışmasının ise, gerçeği aramak ve Kaşıkçı olayının üzerindeki sır perdesinin kaldırılmasına çalışmak yerine, Konsey’in 5 daimi üyesinin çıkarlarının ve Orta Doğu politikalarının devreye girmesi yolunu açması olasılığını ortaya çıkartabileceğinin düşünülmesi de gerekiyor.
Batı basınının ilk reaksiyonunun Kaşıkçı olayıyla Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini ve (küresel güçlerin ortaya çıkartarak “kaşımakta” çok memnun olduklarına şüphe olmayan) bölgesel rekabet ve çatışmaları birbirlerine karıştırması zaten yeterince “rahatsız” edicidir. Eğer suçlamalar gerçekse Kaşıkçı olayı Suudi Arabistan’ın (ABD’de yerleşik ve daha çok Batı basınında aktif) rejim muhalifi bir gazeteciyi ortadan kaldırmasıdır. Evet olay İstanbul’da meydana gelmiştir. Ama Kaşıkçı’nın özel bir sebeple İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na gitmesi tamamen tesadüfi görünmektedir.
Muhalif bir gazetecinin Batı ülkeleri tarafından her şekilde desteklenen bir rejim tarafından (suçlamalar gerçekse) ortadan kaldırılması olayının Batı’da “dış politika uzmanları” ve “hür” Batı basını tarafından nasıl Türkiye-Suudi Arabistan ikili ilişkileriyle ve bölgesel denge ve rekabetlerle doğrudan irtibatlandırıldığı doğal olarak üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir husustur.
Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan iç politikasını ve Suudi Arabistan’ın (daha çok) Yemen savaşındaki rolünü eleştirmekte, bu eleştirilerini Batı basın yayın organlarında dile getirmektedir. Suudi Arabistan’daki rejimin destekçileri de Batı ülkeleridir. Yemen’deki iç savaş ABD’nin (ve diğer bazı Batılı ülkelerin) desteği ve Suudi Arabistan’a sağladığı silah ve lojistik destekle sürdürülmektedir.
Orta Doğu’nun çok zor şartlardan geçtiği, İslam Dünyasının ve Orta Doğu’nun bölünmüşlüğü bir gerçektir. Uzun yıllar halkının isteklerine rağmen ülkesini (Batıdan aldığı destekle) yöneten Şah yönetiminin İran’da devrilmesinden ve İran’da Şiilik esasına dayanan bir rejim tesisinden sonra Orta Doğu’da bölünme ve çatışmanın her geçen gün biraz daha büyüdüğü de izlenmektedir.
İslam Dünyası içinde geçmişin “hortlatıldığı” ve bir Sünni-Şii bölünmesinin bugün yerleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. İslam Dünyası içindeki Sünni-Şii ayrımının dış politikada istismar edilmesi sonucu tüm Orta Doğu’ya yayılan Suudi Arabistan-İran rekabet ve çatışmasının bölgenin güvenliğini ve istikrarını büyük ölçüde tehdit ettiği ortadadır.
Ancak son bir iki yıldır izlenen gelişmeler artık bölgenin daha da istikrarsızlaşması için Sünni-Şii ayrımı üzerinden bölünmesinin de yetersiz görüldüğüne işaret etmektedir. Suudi Arabistan ve müttefikleri ile Katar arasında patlak veren kriz Sünni Dünyası içinde de sorunların büyütülmeye çalışıldığı izlenimini yaratmış, Sünni Dünyası’nın da kendi içinde çatışmaya (ve var olan sorunlar kullanılarak) bölünmeye sürüklenmeye çalışıldığı endişelerini arttırmıştır.
Sünni Dünyası içindeki sorunlar kullanılarak bölünmelerin “körüklenmesine” çalışıldığı izleniminin giderek daha fazla şekillendiği bu dönemin, Filistin sorununun çözümü konusundaki “asrın çözümünü” sağlayacak bir planın açıklanacağı anlaşılan bir zamana rastlaması durumu daha da ilginç hale getirmektedir. Trump Yönetimi tarafından (tamamen İsrail Başbakanı Netanyahu’nun düşünce ve istekleri doğrultusunda hazırlandığı anlaşılan) yeni Filistin “çözüm” planının yakında tamamlanacağı ve açıklanacağı yönündeki haberler yoğunluk kazanmıştır.
Orta Doğu’daki “büyük” resimde bütün bu gelişmeler meydana gelirken Kaşıkçı olayının (sadece) ikili planda bir Türkiye-Suudi Arabistan sorunu haline dönüştürülmek istenip istenmediğini sorgulamak, konunun bu ve (olabilecek) diğer tüm boyutlarına da bakmak gerektiği açıktır. Birçok Arap ülkesinin büyük iç sorunlar yaşadığı, Arap baharının birçok Arap ülkesinde başarısızlıkla sonuçlandığı, Arap ülkelerinin çoğunun halklarının seçmediği ve onaylamadığı despotik rejimler tarafından yöneltildiği görülmektedir. Bu rejimler küresel güçler tarafından desteklenmekte ve ayakta tutulmaktadır.
Kaşıkçı olayı uluslararası bir sorundur. İstanbul’da meydana gelmesi nedeniyle Türkiye doğal olarak olayın aydınlanması için elinden geleni yapmalıdır ve yapmaktadır. (Sorumlu olması halinde) Suudi Arabistan’ın Türkiye ile olan ilişkilerinin bu olaydan olumsuz şekilde etkilenmesi de kaçınılmazdır. Ancak konu tüm uluslararası camiayı ve esas olarak Suudi Arabistan rejimini destekleyen ülkeleri de ilgilendirmekte, Kaşıkçının daimi oturma izni olan ve gazeteci olarak çalıştığı ABD başta olmak üzere tüm ülkelerin Suudi Arabistan’ı olayı çözme ve (olaya karışmış olması halinde) sonuçlarını üstlenme konusunda ikna etmek sorumluluğu bulunmaktadır.
Paylaş