Türkiye'yi ilgilendiren dış politika gelişmeleri

Cemal Kaşıkçı olayı geçen hafta da dış politika konusunda Türkiye’de ve Dünya’da bütün dikkatleri toplamaya devam etti. Aradan geçen 15 günden sonra Riyad gazeteci Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürüldüğünü kabul etti.

Haberin Devamı

 

Riyad’ın, 15 gün kadar Kaşıkçı’nın Başkonsolosluktan ayrıldığı iddiasının arkasında durmasından sonra, Suudi gazetecinin Başkonsoloslukta öldürüldüğünü kabul etmesi, 18 kişiyi “gözaltına” alması ve 5 üst düzey yetkiliyi görevlerinden uzaklaştırması Suudi Arabistan üzerinde kurulan uluslararası baskının sonucu gibi görülüyor.

Suudi Arabistan açıklaması birçok konuya açıklık getirmiyor. Her şeyden önce Kaşıkçı’nın cesedine ne olduğu hala bilinmiyor. Ayrıca çok önemli olarak Riyad’ın bu açıklama ile Kaşıkçı’nın ölümünden alt düzey bazı istihbarat görevlilerini sorumlu tutmayı ve sorumluluğu orada “bırakmayı” amaçladığı anlaşılıyor. Suudi Arabistan İstihbarat Örgütü’nde Başkan Yardımcısı seviyesinde bir yetkilinin görevden alınması bu duruma işaret ediyor.

Haberin Devamı

Dünya’dan Suudi Arabistan açıklamasına gelen tepkiler de farklı. Genelde görüşler Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan Kraliyet ailesinin ve özellikle Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ın bilgi ve onayı olmadan işlenemeyeceği ve Suudi Arabistan’ın bütün yapmak istediğinin konuyu “bir şekilde” kapatmak olduğu yönünde. Ancak hiçbir ülke Suudi Arabistan’la ikili ilişkilerini bu olay nedeniyle “fazlaca” bozmaya da istekli görünmüyor.

Suudi Arabistan üzerinde en fazla etkiyi yapabilecek ülke olan ABD’nin Kaşıkçı olayından özellikle sıkıntı duyduğu açık olarak görülüyor. Başkan Trump’ın dış politikada büyük bir başarı olarak gösterdiği Suudi Arabistan’la ticari ve yatırım ilişkilerinin tehlikeye girmesini istemediği, en az Suudiler kadar Kaşıkçı olayının Suudi Kraliyet ailesine kadar uzanmadan, “bir şekilde” kapanmasını istediği yaptığı açıklamalardan ortaya çıkıyor.

Dünya ise ABD olmadan Suudi Arabistan üzerinde etkili ve sonuç getirici bir baskı kurulamayacağının farkında gibi gözüküyor. Türkiye’de olayla ilgili olarak yapılan soruşturma da halen devam ediyor. Türkiye tarafından sürdürülen ve Riyad’ın Kaşıkçı’nın Başkonsoloslukta öldürüldüğünü kabul etmesinde önemli bir rol oynayan bu soruşturmanın tamamlanmasından sonra, Suudi Arabistan üzerindeki uluslararası baskının artması ihtimali de oldukça yüksek. Bu hafta Dünya’nın tüm dikkatinin Türkiye üzerinde olacağı anlaşılıyor.

Haberin Devamı

Kaşıkçı olayı nasıl kapanırsa kapansın bu gerçekten ciddi ve son derece talihsiz cinayet nedeniyle Suudi Arabistan’ın Dünya’da büyük bir itibar kaybına uğradığı açık. Riyad’ın olayla ilgili olarak “tutumunu” değiştirmesi, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı’nın olayı “büyük ve ağır bir hata” olarak nitelendirmesi Suudi Arabistan’a pek de yardımcı olmuyor. Dünya’dan gelen tepkiler Suudi Arabistan’ın son dönemde izlediği dış politikanın giderek mercek altına girdiğini gösteriyor. Genç Prens Salman’ın Suudi yönetiminde hızla yükselişinin Dünya ve özellikle Batı ülkelerinde yarattığı “olumlu” havanın tamamen dağıldığına, Batı ülkelerinde önemli  “ekonomik ve sosyal bir reformcu” olarak takdim edilen Veliaht Prensle ilgili görüşlerin büyük ölçüde değiştiğine işaret ediliyor.

Haberin Devamı

Suudi Arabistan’ın Yemen’deki savaşı, bölgesel sorunlara yaklaşımı ve Katar’la ilişkilerin getirildiği nokta gibi konular Batı basın-yayın organlarında giderek daha fazla sorgulanırken; Riyad’dan gelen, Lübnan Başbakanı Hariri’nin bir süre ev hapsinde tutulması gibi, Dünya’yı “şok” eden davranışlar da daha açık bir şekilde eleştirilmeye başlanmış gözüküyor.

1963 Viyana Konsolosluk Sözleşmesinin de çok açık bir şekilde ihlal edildiği anlamına gelen Kaşıkçı cinayetinin bir ölçüde de olsa Dünya kamuoyunu “tatmin edici” şekilde kapanmaması halinde Suudi Arabistan yönetiminin Dünya ve Batı kamuoyundaki prestij kaybının uzun bir süre daha süreceğini, Veliaht Prens Salman’ın Suudi Arabistan dış politikasını oluşturma ve uygulamada ciddi sorunlarla karşılaşacağını düşünenlerin sayısı oldukça yüksek.

Haberin Devamı

Geçen hafta Türk kamuoyu “şok” edici Kaşıkçı olayıyla meşgulken dış politikada çok önemli gelişmeler de meydana geldi. Ekim ayının dış politika açısından önemli geçeceğine işaret eden bu gelişmelerin başında 4’lü Suriye Liderler Zirvesi’nin 27 Ekim tarihinde İstanbul’da yapılacağının açıklanması geliyor. Bu 4’lü Zirveye Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Cumhurbaşkanı Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Almanya Başbakanı Merkel katılacak.

Suriye sorununun siyasi çözümü konusunda hızlı adımların bir an önce atılması Türkiye için olduğu kadar tüm bölge istikrarı açısından da önemli. Anayasa Komitesi henüz çalışmalarına başlamış değil. Suriye’nin hızlı bir şekilde yeni ve özgürlükçü bir Anayasa’ya kavuşturulması, bu Anayasa çerçevesinde Suriye’de uluslararası standartlara uygun ve gözetim altında seçimlerin yapılması gerekiyor.

Haberin Devamı

Bu arada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi Stefan de Mistura da Kasım ayı sonunda görevini bırakacağını açıkladı. BM Genel Sekreteri’nin gecikme olmadan Suriye sorununun siyasi çözümüne katkı yapabilecek birini bu göreve seçmesi bekleniyor. Astana süreci çerçevesinde oluşturulan Suriye Anayasa Komitesi’nin Cenevre’de BM gözetiminde toplanması için çalışılıyor.

İstanbul 4’lü Zirvesi Suriye konusunun tüm yönlerini ele almak için toplanıyor. Türkiye ile Rusya arasında bu konuda esasen var olan üst düzey diyalog ve işbirliğine şimdi 2 önemli Avrupa ülkesinin katılacak olmasının Suriye’deki siyasi çözüm sürecine önemli bir ivme sağlaması bekleniyor.

Fransa’nın bir süreden beri eski sömürgesi Suriye’de etkili bir rol oynamak istediği ve ABD’nin desteklediği PYD/YPG’nin Doğu Suriye’de kontrol altında tuttuğu bölgede az sayıda da olsa asker bulundurduğu biliniyor. Almanya’nın ise özellikle Suriye’den Avrupa’ya yönelik sığınmacı akımıyla yakından ilgilediği ve 2015 sığınmacı krizinin tekrar yaşanmamasını istediği, bu nedenle Suriye konusuna ilgisinin arttığı anlaşılıyor. Almanya ve Fransa’nın Suriye iç savaşının siyasi bir çözümle biran önce sonuçlandırılması konusunda menfaatleri var.

Geçen haftaki diğer önemli bir dış politika gelişmesi de Kıbrıs’ta iki toplum liderinin 26 Ekim tarihinde Lefkoşe’de bir araya geleceklerinin açıklanması oldu. Akıncı ile Anastasiadis’in BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Jane Holl Lute’nin yeşil bölgedeki konutunda bir araya gelerek görüşecekleri anlaşılıyor. Kıbrıs Rus Kesimi’nde bu yıl Şubat ayında yapılan seçimi kazanarak 2. dönem için seçilen Rum lider Anastasiadis’in bir süreden beri Kıbrıs’taki toplumlararası görüşmeleri başlatmak istediği esasen biliniyor.

Ancak Anastasiadis’in Kıbrıs’ta gerçek bir barış ve çözüme hazır olup olmadığı konusunda ciddi soru işaretleri var. Kıbrıs’ta (halen durmuş olan) toplumlararası görüşmeler (sonuca ulaşılamadan) çok uzun bir süreden beri devam ediyor. Kıbrıs sorununun bütün tarihi ve toplumlararası görüşme süreci Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıslı Türklerle adanın yönetimini eşit bir şekilde paylaşmaya razı (ve hazır) olmadığını, bugün dahil hiçbir dönemde Türk toplumunun eşit statüsünü (gerçekte) kabul etmediğini gösteriyor. Kıbrıs Rumları ada Türklerinin tam eşitliğini kabul etmeden ve adanın yönetimini bu temelde Kıbrıs Türkleriyle eşit şekilde paylaşmaya razı olmadan Kıbrıs sorununu çözme imkanı ise yok.

Birçok kişi Anastasiadis’in sadece yine adada görüşme süreci devam ediyor görüntüsü yaratmak ve Kıbrıs’ta çözüm için alternatif yollar arama düşüncesinin önünü kesmek istediğini, bu arada Doğu Akdeniz’deki sularda doğal gaz arama konusundaki tek taraflı Kıbrıs Rum girişimlerini devam ettirmeyi arzu ettiğini düşünüyor. Anastasiadis’in (başarısızlıkla kapanan) son görüşmeler sırasında, Kıbrıs sorununun tüm tarihini unutarak, sanki Kıbrıs sorunu sadece garantiler ve adadaki Türk askerleriymiş gibi davranması da, Türk tarafında Kıbrıs Rum liderinin niyetleri konusundaki olumsuz birçok soru işaretini güçlendirmiş gibi gözüküyor.

Kıbrıs Rum kesimi üzerinde ağır uluslararası bir baskı ortaya çıkmadan, görüşmeler için bir zaman sınırlaması getirilmeden ve Kıbrıs Rumlarının ada yönetimini tam olarak eşit şartlarda Kıbrıs Türkleriyle bölüşmeyi kabul ettikleri anlaşılmadan toplumlararası görüşmelerin “yeniden” başlatılmasının hata olacağı birçok kişi tarafından kabul edilen bir husus.

Kıbrıs sorununun bütün tarihi, 1960 Kıbrıs Devleti’nin yıkılmasında Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının oynadığı rol ve her şeyden önemlisi Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Devletini yıkarken ve Kıbrıslı Türklere etnik temizlik uygularken (Batı ülkeleri başta olmak üzere) Dünya’nın takındığı “umursamaz” tutum dikkate alındığında, Kıbrıs Rum kesiminin Türkiye’nin çözümü garanti etmesini baştan kabul etmesi sağlanmadan toplumlararası görüşmelerin başlatılmasının Kıbrıs Türkleri için büyük bir hata olacağına işaret edenlerin sayısı çoğunlukta.

Geçen hafta patlak veren diğer önemli bir gelişme de yine komşumuz Yunanistan’la ilişkilerimizle ilgili. Doğu Akdeniz’de Türkiye kıta sahanlığında sismik araştırma yapan Barbaros Hayrettin Paşa adlı gemiye bir Yunan savaş gemisi tacizde bulunmak istedi. Türk savaş gemilerinin olaya müdahale etmesiyle Yunan fırkateyni bölgeden uzaklaşmaya zorlandı, Barbaros Hayrettin Türkiye kıta sahasındaki çalışmalarını tamamlamak üzere görevine devam etti.

Olay Antalya Körfezi’nin güneyinde Türk kıta sahanlığı bölgesinde meydana geldi. Yunan savaş gemisinin davranışı ve daha sonra Yunanistan Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklama Yunanistan’ın Girit adasından Kıbrıs’a kadar Doğu Akdeniz’in bu bölgesinde “hak” iddia etmeye devam ettiğini gösteriyor. Yunanistan bu iddiasını Kaş’ın hemen güneyindeki küçük Meis adasına bağlıyor. Atina bu küçük adayı gerekçe göstererek Doğu Akdeniz’in bu çok geniş bölgesinde hak iddiasında bulunuyor. Atina’nın Girit’ten Kıbrıs’a kadar kıta sahanlığı iddiaları ve Türkiye’yi Antalya Körfezine sıkıştırma planları ise doğal olarak Ankara tarafından kabul edilmiyor. Ankara bu bölgeyi Türk kıta sahanlığı olarak zaten ilan etmiş bulunuyor.

Ankara, geçmişte Yunanistan’ın Ege Denizi’nde birçok küçük adayı kullanarak Türkiye’yi kendi karasularına hapsetme hesaplarını kabul etmemiş ve boşa çıkartmıştı. Şimdi aynı durum Akdeniz’de yaşanıyor. Atina’nın bir an önce Ankara’nın Yunanistan’ın Meis adasını kullanarak Türkiye’yi Antalya Körfezine sıkıştırma hesaplarını da kabul etmediğini, Türkiye’nin Ege Denizi’nde olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de uluslararası hukuktan doğan vazgeçilmez hak ve yetkileri bulunduğunu kavraması ve tansiyonu yükseltici davranışlardan kesinlikle kaçınması Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde sürdürülmesi için büyük önem taşımaktadır.

Yazarın Tüm Yazıları