Türkiye Dışişleri ve Savunma Bakanları ile Türk İstihbarat Örgütü’nün başı birlikte Rusya’ya giderek Moskova’da Rus karşıtlarıyla görüştüler ve Rusya Devlet Başkanı Putin tarafından kabul edildiler.
Esasen Çavuşoğlu, Akar ve Fidan’ın Putin’le yaptıkları görüşmede, Rus karşıtlarının (Sergey Lavrov ve Sergey Şoygu) yanında Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Aleksandır Lavrentiev’in de bulunması masadaki en önemli konunun Suriye olduğunu ortaya koymaktadır. Üç üst düzey Türk yetkilisinin birlikte Moskova’ya yaptıkları bu ziyaret İdlib konusunun Türkiye için giderek önem ve “aciliyet” kazandığını, Şam rejiminin İdlib’e yönelik askeri bir saldırısı ihtimalinin Ankara’da ciddi tedirginlik yarattığını göstermektedir.
Doğu Guta ve Dera’dan sonra Şam rejiminin (şimdi) İdlib’e karşı askeri bir operasyon başlatacağı yönündeki haberler bir müddetten beri gelmektedir. Ancak, Ankara’yı esas tedirgin eden hususun Rusya’nın Şam rejiminin İdlib’e yönelik askeri bir operasyonuna izin verebileceğini gösteren “işaretlerdeki” artış olduğu izlenmiştir.
Bu yöndeki bir “işaret” Ağustos ayı başında Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavriev’den gelmiştir. Lavriev yaptığı bir açıklamada İdlib’te ılımlı muhalefetin kendisini radikal gruplardan kurtarması ve “temizlemesi” gerektiğini vurgulayarak, İdlib’teki mevcut durumun devam edemeyeceğini ve Rusya’nın “sabrının” artık “taşmakta” olduğunu ifade etmiştir.
İdlib Suriye’de Astana Süreci içinde kurulan ve muhaliflerin elinde kalan son “çatışmasızlık” bölgesidir. Astana Süreci içinde kurulan diğer üç “çatışmasızlık” bölgesi Şam rejimi tarafından (Rusya’nın desteğiyle) ele geçirilmiş, bu “çatışmasızlık” bölgelerindeki silahlı grup üyeleri ve (isteyen) sivil halk İdlib çatışmasızlık bölgesine taşınmıştır.
İdlib’te bugün ılımlı muhalefet yanında (El Kaide bağlantılı) aşırı radikal silahlı grupların ve Suriye’ye daha önce gelmiş silahlı yabancıların bulunduğu, bu gruplar arasında zaman zaman (İdlib’in kontrolü için) çatışmalar çıktığı bilinmektedir. Bu aşırı radikal unsurların büyük çoğunluğu İdlib’e Suriye’nin diğer bölgelerinden (bu bölgeler ele geçirilirken) Şam rejimi ve Rusya tarafından taşınmıştır.
Birleşmiş Milletler yetkililerinin de sıklıkla vurguladıkları şekilde İdlib’te çözüm mutlaka görüşmeler yoluyla bulunmalıdır. İdlib’e Şam rejimi tarafından yapılacak askeri bir saldırı (sivil halkın yoğun olarak yaşadığı) bu bölgede ciddi bir insani krize yol açacak, sivil halkın çatışmalardan çok olumsuz şekilde etkilenmesi kaçınılmaz olacaktır. İdlib’te masa basında bulunacak bir çözüm Rusya’nın Suriye sorununu diplomatik yollarla çözme konusundaki kararlılığının da önemli bir göstergesini teşkil edecektir. İdlib yanında, Suriye’de siyasi çözümü sağlayacak yeni bir anayasa yapılması çalışmaları ile ülkedeki geçiş süreci konularının 7 Eylül’de Tahran’da yapılacağı açıklanan 3’lü (Rusya, Türkiye ve İran) zirvede ele alınacağı anlaşılmaktadır.
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ankara’ya yaptığı ziyaretten hemen sonra gelen 3 üst düzey Türk yetkilisinin Moskova’da yaptıkları temaslarda Türkiye-Rusya ilişkilerinin de masada olduğu açıktır. Türkiye-Rusya ilişkilerinin Rus savaş uçağının düşürüldüğü Kasım 2015 öncesine döndüğü izlenmektedir. İkili ilişkilerin geliştirilmesi konusunda hem Ankara hem de Moskova’da olan istek ve kararlılık, iki ülke arasında olan bağların oldukça kısa bir zamanda eski seviyelerine çıkarılabilmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Devletlerin aralarındaki sorunların çözümünde sürtüşmelere, rekabete, siyasi ve askeri çatışmaya ve hatta savaşa sürüklenmeleri de oldukça sıklıkla görülen bir durumdur. Hatta bazı ülkeler arasında, silahlı çarpışmalar devam etmese de, (ateşkese rağmen) bugün bile savaş “durumu” devam etmektedir. Devletler birbirleriyle iyi ilişkiler kurdukları gibi birbirlerine karşı siyasi ve/veya ekonomik yaptırımlar uygulayabiliyorlar, aralarındaki ilişkileri tamamen kesebiliyorlar; tehdide, yaptırımlara ve şiddet başvurabiliyorlar.
Devletler yanında günümüzde uluslararası sistemde uluslararası örgütler de önemli birer “aktör” haline gelmiş durumdalar. Bugün Dünya’da devletler tarafından kurulmuş 300 civarında uluslararası örgüt var. Devletler çeşitli temellerde birbirleriyle işbirliğini yürütmek amacıyla aralarında başta siyasi, güvenlik ve ekonomik alanlar olmak üzere, işbirliğini hedef alan örgütler kurmuşlar.
Bu uluslararası örgütler içinde en önemlisi Birleşmiş Milletler(BM). BM, Dünya’da barış ve istikrarın korunması görevini üstlenmiş bir örgüt. BM yasası bu görevi (BM organı) Güvenlik Konseyi’ne bırakmış durumda. BM’lerin 3 temel organı var. BM üyesi tüm ülkeler BM “Genel Kurulu’nda” temsil ediliyorlar. Ama BM’nin en önemli organı (5’i daimi, 10 iki yıllık seçimle gelen) 15 üyeden oluşan “Güvenlik Konseyi”. Üç yıllık bir süre için seçimle gelen 54 üyeden oluşan “Ekonomik ve Sosyal Konsey” ise daha çok siyasi konular dışındaki alanlarla ve işbirliğiyle ilgileniyor.
BM uluslararası ilişkilerin, işbirliğinin hemen her alanını kapsayan bir sistem oluşturuyor. Bugün BM sistemini oluşturan, BM içinde çalışan çok sayıda ihtisas örgütü var. Bu örgütler kültürden (UNESCO) çevreye (UNEP), gıdadan (FAO ve WFP) sağlığa (WHO), turizmden (WTO) sivil havacılığa (ICAO), meteorolojiden (WMO) atom enerjisine (IAEA), ticaretten (WTO) kalkınmaya (UNDP) hemen her alanı kapsıyorlar. BM sistemi içinde çalışan bu uzmanlaşmış kuruluşlara “BM ailesi” de deniyor.
Devletlerin (BM dışında) kurdukları çok sayıda örgüt de bugün uluslararası ilişkilerde önemli roller oynuyorlar. Bunlar arasında Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), Avrupa Birliği (AB) ilk akla gelenler. Bölgesel işbirliği arayan örgütler de var. Afrika Birliği, Amerika Devletleri Örgütü gibi kuruluşlar daha çok bölgesel siyasi işbirliğini teşvik etmek amacıyla kurulmuşlar.
AB’nin elde ettiği başarı devletlerin ekonomik işbirliğini sağlamak amacıyla kurudukları örgüt sayısında artışı tetiklemiş gibi görülüyor. Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİK), Şanghay İşbirliği Örgütü bunlar arasında ön plana çıkıyor. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ve Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü (APEC) de isminden sıklıkla bahsedilen kuruluşlar arasında yer alıyorlar.
Ancak 2016 ABD Başkanlık seçimleri ve Trump’ın yönetime geçmesinden sonra uluslararası sistemde ve ilişkilerde ciddi sarsıntılar yaşandığı izleniyor. Trump’ın uluslararası ilişkilere yaklaşımı farklı, bu da ABD'nin, bırakın Rusya ve Çin’i, geleneksel dostları ve müttefikleri sayılan ülkelerle ilişkilerinde bile ciddi sorunlar ve ayrışımlar ortaya çıkmış durumda. Trump uluslararası ilişkilere farklı bakışını seçim kampanyası sırasında esasen ortaya koymuştu. Ama büyük ihtimalle kimse (Başkan seçildikten sonra) Trump’ın dış politikada bu kadar hırçınlaşacağını ve ABD’ni müttefiklerinden bu ölçüde ayrıştıracağını tahmin etmemişti.
Trump Başkan seçildikten sonra ABD’yi ilk önce APEC’ten, sonra İran Nükleer Anlaşması’ndan ayırmış, NAFTA’yı müzakereye açmış ve NAFTA’dan da ayrılma tehdidini bugüne kadar devam ettirmiştir. Trump’ın Kudüs’le ilgili kararları Vaşington’u kendisinden önceki bütün Başkanlar tarafından uygulanan Orta Doğu politikalarından ayırması anlamına gelmektedir. Trump’ın bu önemli kararları Avrupalı müttefikleri ile hiçbir istişarede bulunmadan alması Berlin, Londra ve Paris gibi önemli Avrupa başkentlerinde ciddi tedirginlik yaratmıştır.
Ancak İslam Dünyası’nın iyi bir dönemden geçtiğini söylemek çok zor. İslam Dünyası içinde bölünmeler yaşanıyor. İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabet ve mücadelenin birçok İslam ülkesine yayıldığı görülüyor. 6 İslam ülkesinde sivil halk üzerinde çok olumsuz etkileri olan iç savaşlar yaşanıyor. İç savaşların Suriye ve Yemen’de sivil halk üzerinde yarattığı olumsuz etkiler 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Dünya’nın karşılaştığı en büyük insanı krizler olarak nitelendiriliyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) bugün 57 tam, 5 gözlemci üyesi var. Dünya’da 1,6 milyonun üzerinde Müslümanın yaşadığı biliniyor. İİT 1969 yılında Kudüs’le ilgili olarak Fas’ın Rabat şehrinde yapılan ve 24 ülkenin katıldığı bir konferansta kurulmuş ve örgütün ilk Dışişleri Bakanları toplantısı 1970 yılında yapılmıştır. İİT (tam veya gözlemci) üyesi olmayan ülkelerde de bugün önemli sayıda Müslüman yaşamaktadır. Bu ülkeler arasında Hindistan ve Çin başta gelmektedir. Bu iki ülke de İİT’na gözlemci üye olmak için geçmişte başvuru yapmışlar, ancak gözlemci statüleri henüz gerçekleşmemiştir.
İİT’nin merkezi Suudi Arabistan’da Cidde şehrindedir. Bu örgütün bütçesinin önemli bir kısmı Suudi Arabistan tarafından karşılanmaktadır. Bu çerçevede İİT üzerinde Suudi Arabistan’ın etkisi çok büyüktür. Birçok uluslararası ilişkiler yorumcusu İİT’nin başarısız kaldığına işaret etmekte, İİT’nin İslam ülkeleri arasında bugün yaşanan sorunların çözümünde hiçbir rol oynayamadığını vurgulamaktadır.
İİT’nin amaçları arasında üye ülkeler arasındaki dayanışma ile siyasi, ekonomik, kültürel ve bilimsel işbirliğinin arttırılması, uluslararası barış ve güvenliğe katkı yapılması, üye ülkelerde özellikle teknoloji ve bilimsel alanlarda eğitimin teşvik edilmesi bulunmaktadır. Bütün bu alanlarda İslam Dünyası’nın bugün içinde bulunduğu duruma bakıldığında İİT’nin başarılı olduğunu söylemek çok zor görünmektedir.
Katar Emirinin Ankara’da yaptığı temaslardan sonra Katar’ın Türkiye’de 15 milyar dolarlık daha yatırım yapacağının açıklanması, bu ülkenin Türk ekonomisine önemli bir desteği olarak basında geniş bir şekilde yer aldı. Türkiye-Katar ekonomik ilişkileri esasen son dönemlerde büyük ölçüde artmıştır. Katar’ın Türkiye’deki mevcut yatırımlarının 18 milyar doları geçtiği, Katar’ın Türkiye’deki yedinci en büyük yatırımcı ülke haline geldiği bildirilmektedir.
Katar’la Türkiye arasındaki dış ticaret de artış eğilimindedir. Katar’la Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında geçen sene başlayan kriz sırasında Türkiye’nin Katar’ı desteklediği, Katar’ın Türkiye’den büyük ölçüde gıda maddeleri ithalatını başlattığı hatırlardadır.
Türkiye-Katar ilişkileri sadece ekonomik alanda büyümemektedir. İki ülke Suriye gibi bölgesel sorunlara benzer tutumlarla yaklaşmakta, Türkiye Katar’da önemli bir askeri üs bulundurmaktadır. Türk askeri üssünün büyümekte olduğu, yakında deniz unsurlarıyla destekleneceği yönündeki haberler basında sıklıkla yer almaktadır. Bu üssün Katar’ın diğer 3 Körfez Arap ülkesiyle sorunlarının bir krize dönüştüğü dönemde, Katar’da bir “saray darbesi” yapılmasının önlenmesinde önemli bir rol oynadığı da basında bildirilmiştir.
Katar nüfusu (ülkedeki yabancılarla birlikte) 2,5 milyon civarında olan ufak bir Körfez ülkesidir. Ancak Katar Dünya’daki en büyük doğal gaz üreticileri arasında yer almakta, Dünya’nın en zengin doğal gaz rezervleri bu ülkede bulunmaktadır. Doğal gaz üretimi ve ihracatıyla Dünya’nın en zengin ülkeleri arasına giren Katar’ın bugün Dünya’daki yatırımlarının 350 milyar dolara yükseldiği belirtilmektedir. Doğal gaz üretiminden doğan zenginliği Katar’a uluslararası ilişkilerde de, boyutlarının çok ötesinde, bir rol oynama imkanı tanımakta, bölgesel sorunlarda Katar’ın etkisi ve rolü giderek artmaktadır.
Katar 2017 yılında Körfez’deki Arap komşularıyla ilişkilerinde önemli sorunlar yaşamıştır. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Cumhuriyeti, Bahreyn ve Mısır 2017 yılı Haziran ayında Katar’la tüm diplomatik ve ekonomik ilişkilerini kesmişler, Katar’a karşı kara, deniz ve havadan tam bir abluka başlatmışlardır. Bu dört ülke Katar’ı “uluslararası terörizmi” desteklemekle suçlamışlar, Katar’dan “terörist gruplara” verdiği desteği durdurmasını, İran’la diplomatik ilişkilerini kesmesini, Türkiye ile sürdürdüğü askeri işbirliğine son vermesini ve El Cezira televizyonunun yayınlarına son vermesini de kapsayan (ültimatom niteliğinde) taleplerde bulunmuşlardır.
Katar, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin suçlama ve taleplerinin hepsini reddetmiş, uygulanan hava ambargosunu da ülkeyi Körfez ve İran üzerinden Dünya’ya bağlayan hava koridorlarını kullanarak kırmıştır. Suudi Arabistan’ın tüm ticari ilişkileri kesmesi ve kara sınırını kapatması sebebiyle başlayan gıda sıkıntısı da İran ve Türkiye’den yapılan ithalatla atlatılmıştır.
Katar ile Suudi Arabistan ve müttefikleri arasında yaşanan kriz aradan geçen bir buçuk yıla yakın süreden beri sürmekte ve Riyad’ın (müttefikleriyle birlikte) Doha üzerinde uygulamaya çalıştığı baskı hala devam etmektedir. Suudi Arabistan’ın, Orta Doğu bölgesi çok zor bir dönemden geçerken, Katar’la böyle bir krizi niye çıkarttığı üzerinde çok durulan bir husus olmuştur. Suudi Arabistan-Katar krizinin Başkan Trump’ın Riyad’a yaptığı resmi ziyaretten hemen sonra patlaması, krizde “Amerikan parmağının” aranmasına neden olmuş, ilk başta Katar’ı suçlayan Vaşington daha sonra krizi sonlandırmayı ister bir tutum içine girmiştir. ABD’nin Katar’da çok önemli bir askeri hava üssü bulunmaktadır. Kriz halen sürmekte, Vaşington hem Suudi Arabistan ve (Körfez’deki) müttefiklerine hem de Katar’a büyük meblağlarda silah satışı yapmaya devam etmektedir.
Suudi Arabistan (ve müttefikleri) ile Katar arasındaki krizin Körfez İşbirliği Konseyini (KİK) zayıflattığına şüphe yoktur. KİK Körfez Arap ülkeleri arasında siyasi ve ekonomik işbirliğini arttırmak amacıyla, (bir ölçüde) İran’ın Körfez bölgesindeki ağırlığını dengelemek için kurulmuş bir örgüttür. KİK üyesi 6 ülkeden 3’ü (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn) Katar’a karşı tam bir cephe alırken, diğer iki ülke (Kuveyt ve Oman) daha tarafsız bir tutum içine girmişlerdir.
Büyükelçiler Konferanslarının yapılması artık geleneksel oldu ve 10 yıldır devam ediyor. Dışişleri Bakanlığında aktif görevli bulunduğum dönemlerde ben de bu Konferansların ilk yapılanlarına katılmıştım. Birçok acıdan faydalı geçen Konferanslar bir yandan Büyükelçilerimizin Türk dış politikasının oluşumuna doğrudan etki yapan üst düzey devlet yetkililerimizle bir araya gelmesini sağlanıyor, diğer yandan Büyükelçilerin görüşlerini açıklayarak Türk dış politikasının yönünün oluşmasına katkı sağlamaları imkanını ortaya çıkartıyor.
Konferanslar sırasında Büyükelçiler aralarında Cumhurbaşkanı ve (geçmişte Başbakan) ile Meclis Başkanının da bulunduğu en üst düzey devlet yetkilileri tarafından kabul ediliyor ve bu yetkililerle bir araya gelerek, Türkiye’nin karşılaştığı önemli sorunlar konusunda bu yetkililerimizin görüşlerini doğrudan dinlemek imkanı elde ediyorlar.
Konferans sırasında Dışişleri Bakanlığı’nda düzenlenen toplantılarda Türkiye’nin önündeki tüm önemli sorunlar masaya yatırılarak ele alınıyor, Büyükelçilerin başta Dışişleri Bakanı olmak üzere Dışişleri Bakanlığının üst düzey yetkililerinin de katıldığı bu toplantılarda sorunlar ve çözümler konusunda görüşlerini açıklamaları imkanı yaratılıyor.
Konferanslar sırasında Büyükelçilerin Türkiye’nin (Ankara ve İstanbul dışında) bir şehrine gitmesi, burada yerel ve sivil toplum yetkilileriyle bir araya gelmeleri, dış politikayı ve ülkemizi ilgilendiren konularda görüş alış verişinde bulunmaları da sağlanıyor. Bangkok’ta Büyükelçi olduğum bir dönemde iştirak ettiğim bir Büyükelçiler Konferansında Erzurum ve Sarıkamış’a gitmiş, Sarıkamış’ta Üniversitelerarası Kış Sporları organizasyonu için yapılan spor tesislerini ziyaret etmiş ve Birinci Dünya Savaşı sırasında vatanlarını korurken hayatlarını kaybeden sayısı 100 bine yaklaşan şehidimizin aziz hatıraları için düzenlenen anma törenlerine katılmıştım.
Büyükelçiler Konferanslarına yabancı ülke devlet adamlarının ve özellikle diğer ülkelerin Dışişleri Bakanlarının davet edilmesi de bir gelenek haline gelmiştir. Davet edilen bu yabancı devlet adamlarının Büyükelçiler Konferansı sırasında Büyükelçilerle bir araya gelmeleri ve bir konuşma yapmaları beklenmektedir. Geçmişte aralarında Pakistan, Makedonya, Sırbistan, Malta, Gürcistan, Tunus, Norveç, Şili, Kenya, İngiltere, Ukrayna, İsviçre, Brezilya, İsveç, Arjantin, Hollanda, Nijerya’nın da bulunduğu birçok ülkenin Dışişleri Bakanı Büyükelçiler Konferansına katılmış ve konferansta birer konuşma yapmışlardır.
Büyükelçi Konferanslarına Dışişleri Bakanları dışında önemli uluslararası kuruluşların yöneticilerinin de davet edildiği bilinmektedir. Geçmişte aralarında Uluslararası Göç Örgütü, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Avrupa Konseyi Genel Sekreterleri ile UNESCO Genel Direktörünün de bulunduğu birçok yetkilinin Büyükelçiler Konferansına katıldığı ve birer konuşma yaptıkları hatırlanmaktadır.
Büyükelçiler Konferanslarının sonunda bir “Sonuç Bildirisi” yayınlanması da geleneksel hale gelmiştir. Bu sonuç bildirileri hem Konferans’ta alınan kararları hem de Türk dış politikası konusunda ortaya çıkan görüşleri yansıtması bakımından önem taşımaktadır.
Dışişleri Bakanlığının yurtdışında ve merkez teşkilatında görevli tüm Büyükelçilerinin katılımıyla bu yıl yapılan Büyükelçiler Konferansı’nın temasının “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Girişimci ve İnsani Dış Politika” olarak belirlendiği açıklanmıştır. Bu yıl da Konferansa katılan Büyükelçiler Cumhurbaşkanı ve TBMM Başkanı tarafından kabul edilmişler ve Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı ve Dışişleri Bakanı Büyükelçilere hitaben birer konuşma yapmışlardır. Büyükelçilerin Ankara’daki toplantılardan sonra Konya’ya giderek yerel yetkilerle görüşecekleri açıklanmıştır.
Bugün İdlib “Çatışmasızlık Bölgesinde” 3 milyon civarında nüfus yaşadığı tahmin edilmektedir. Suriye İç Savaşı başlamadan önce, 2010 yılında, İdlib şehrinin nüfusunun 165 bin, İdlib eyaletinin nüfusunun ise 1,4 milyon civarında olduğu bilmektedir. İç savaş sırasında bölgenin nüfusu, ülkenin diğer bölgelerinden buraya kaçanlarla, 2 katına kadar çıkmıştır. İdlib’te bugün 1 milyona yakın çocuğun bulunduğu düşünülmektedir.
Birleşmiş Milletler yetkilileri de Şam rejiminin İblib’e yönelik bir askeri operasyonunun bölgede ciddi bir insani sorun yaratacağı, nüfus yoğunluğu nedeniyle sivil halk arasında kayıpların büyük olacağı ve Türkiye yönünde yeni bir göç dalgası yaratması tehlikesinin büyük olduğu uyarılarını yapmaktadır.
Astana Süreci içinde geçen yıl ortalarında kurulan 4 “Çatışmasızlık Bölgesinden” 3’ü bugün Şam rejiminin kontrolü altına girmiş durumdadır. Şam rejimi Hama (Rastana ve Telbise) ve Şam (Doğu Guta) şehirlerinin yakınında bulunan iki küçük “Çatışmasızlık Bölgesini” ilk aşamada ele geçirmiş ve kısa bir süre önce de Ürdün sınırında Dera şehri ve çevresinde yer alan Çatışmasızlık Bölgesini rejim muhalifi güçlerinin elinden almış ve kontrolü altına sokmuştur.
Suriye İç Savaşı’nın başlamasından beri muhalif güçlerin elinde bulunan bu bölgelerin (İdlib dışında) Şam rejimi tarafından alınması rejimin ülke çapında kontrolünü büyük ölçüde genişletmiş ve Şam rejiminin daha da güçlenmesine neden olmuştur. Doğu Guta ve (daha sonra) Dera Çatışmasızlık Bölgeleri’nde yürütülen askeri operasyonlar uluslararası kamuoyunun ilgisini tekrar Suriye iç savaşı üzerine çevrilmesine sebep olduysa da, Şam rejimi askeri operasyonlarını uluslararası önemli bir tepki ve karışma olmadan kolaylıkla yürütebilmiş, bu bölgeleri de kontrolü altına sokabilmiştir.
Dera Çatışmasızlık Bölgesi’nin Suriye’nin Ürdün ve İsrail (İsrail işgali altındaki Kuneytra bölgesi) sınırında olması, başlangıçta Şam rejiminin burada yürüttüğü askeri operasyonun daha “sorunlu” geçebileceği düşüncesini ortaya çıkarttıysa da, ne bu “Çatışmasızlık Bölgesinin” kurulmasında rol oynayan Ürdün ile ABD’den ve ne de İsrail’den “ciddi” bir tepki gelmemiştir. Şam rejimi askeri operasyonu tamamlayarak, Dera bölgesini de muhaliflerden almış ve kontrolü altına sokmuştur.
Bu dönemde İsrail Başbakanı Netanyahu’nun birçok kez Rusya Devlet Başkanı Putin’le görüşmek için Moskova’ya gittiği izlenmiş, İsrail yetkilileri Şam rejimi ve Esad ailesiyle bir sorunları bulunmadığını sıklıkla açıklamaya başlamışlardır. İsrail Suriye’deki sorunlarının İran’ın bu ülkedeki askeri varlığı olduğunu; İran, Hizbullah ve El Kaide bağlantılı örgütleri kendi güvenliği için tehdit olarak gördüğünü; Esad ailesinin Suriye’yi yönetmesiyle ilgili bir sorunlarının ise bulunmadığını açıklamaktadır. Trump Yönetimi’nin de Suriye’de benzer bir tutum içinde olduğu izlenmektedir.
İsrail, büyük ihtimalle, Esad ailesi yönetiminde kalacak, tam olarak birleşemeyecek ve Arap Dünyası ile bütünleşemeyecek, ülkenin yeniden inşası için dış kaynak bulamayacak bir Suriye’nin kendisi için daha tercih edilebilir olduğunu hesaplamaktadır. İsrail’in Suriye’deki İran etkisi ve askeri varlığının azaltılması, hatta tamamen ortadan kaldırılması için de (Suriye’de en etkili dış güç durumundaki) Rusya ile görüşme ve anlaşma yoluna gitti ortaya çıkmaktadır.
Dera şehri ve kırsal bölgesinin kontrolünü altına geçmesinden sonra Şam rejimi dikkatini İdlib “ Çatışmasızlık Bölgesine” çevirmiştir. Diğer çatışmasızlık bölgelerinin Şam rejimi kontrolüne geçmesi sırasında buralardaki muhalif savaşçılar ve sivil halktan isteyenler İdlib bölgesine taşınmıştır. Halep ve çevresinin rejim kontrolüne geçmesi sırasında da çok sayıda savaşçı ve sivilin İdlib bölgesine kaçtığı bilinmektedir. Bugün İdlib Batı Suriye’de muhalefetin elinde bulunan tek büyük ve önemli toprak parçası olarak kalmıştır.
Trump Yönetimi’nin İran’a yeniden getirdiği yaptırımların, İran ekonomisine esas darbeyi vurması beklenen ikinci bölümü üç ay sonra yürürlüğe girecek. İkinci dalga ABD yaptırımları İran petrol sanayisini, İran’ın petrol ihraç etme kapasitesini ve İran gemicilik sektörünü hedef alıyor. İkinci bölüm yaptırımların petrole dayanan İran ekonomisini çökertmeyi hedeflediği anlaşılıyor.
Başkan Trump’ın İran karşıtı politikaları 2016 ABD seçimleri sırasında şekillenmeye başlamıştır. Trump seçim kampanyası sırasında Başkan Obama döneminde imzalanan İran Nükleer Anlaşmasını ön plana çıkartmış, Anlaşmanın ABD’nin çıkarlarına hizmet etmediğini, Başkan seçilmesi durumunda ABD’yi Anlaşmadan çekeceğini açıklamıştır. Trump Yönetimi, Avrupalı ülkelerden gelen bütün uyarı ve eleştirilere rağmen, Trump’ın Başkan seçilmesinden 1,5 sene sonra İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmiş ve İran’a (birinci bölümü salı günü uygulanmaya giren) iki aşamalı ikili ekonomik yaptırımları getirmiştir.
İran Nükleer Anlaşması, ABD’nin çekilmesine rağmen, diğer imzacı ülkeler (İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve İran) kendilerini Anlaşmayla bağlı gördükleri için hukuki olarak hala yürürlüktedir. Avrupa Birliği de Anlaşmanın yürürlükte kalmasını savunmaktadır. İran Nükleer Anlaşması imzalandıktan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran’a uygulanan ekonomik yaptırımları kaldırdığı için bugün İran’a uygulanan ve tüm BM üyeleri için bağlayıcı bir BM yaptırımlar rejimi artık yoktur. İran’ın Nükleer Anlaşmayı uymaya devam etmesi ve Nükleer programına askeri bir yön verecek şüpheli davranışlara (tekrar) girmemesi durumunda Trump Yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’nden (bütün BM üyeleri için bağlayıcı olacak) yeni bir İran yaptırımlar rejimi geçirtmesi de (mevcut şartlarda) imkansız görünmektedir.
Vaşington’un İran’a karşı uygulanmaya başladığı yaptırım rejimi uluslararası hukuka göre ABD’nin ikili plandaki yaptırımlarıdır. Ancak Vaşington Dünya’da Amerikan dolarıyla yapılan tüm ticareti ve dolarla yapılan bütün ödemeleri kontrol etmektedir. Bu çercevede yaptırımların İran bankacılık sistemini ve İran’ın ABD dolarıyla yaptığı bütün dış ticareti etkilemesi (her halükarda) kaçınılmaz gözükmektedir. Trump Yönetimi ABD’nin getirdiği yaptırımlara uyması konusunda Avrupa ülkelerini ve İran’la ticaret yapan Avrupalı firmaları da zorlamaktadır. Başkan Trump’ın İran’la ticaret yapacak Avrupalı firmaları da yaptırım uygulamalarıyla tehdit ettiği izlenmektedir.
ABD yaptırımlarının İran ve İran ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerinin ne ölçüde olacağı (Avrupa ülkelerinin ve Avrupalı firmaların tutumu kadar) İran’ın dış ticaretinde önemli bir rol oynayan Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin nasıl davranacaklarına bağlı olacaktır. İran petrolünün büyük bir bölümü Çin ve Hindistan tarafından satın alınmaktadır. Bu üç ülkenin de İran’la ticaretlerini sınırlayacakları yönünde bir işaret henüz görülmemektedir.
İran’ın, kendisi petrolünü satamadığı takdirde diğer Körfez ülkelerinin petrol satmasına izin vermeyeceği ve Dünya petrol ticaretinin %20 kadarının geçtiği Hürmüz Boğazı’nı kapatacağı yönündeki tehditlerini uygulamaya koymak yönünde hareket etmesi ise daha ciddi gelişmelere neden olabilecektir. Trump Yönetimi’nin İran konusunda (giderek artan ölçülerde) İsrail ve Körfez Arap ülkelerine (Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri) kulak verdiği görülmektedir. İsrail ve Suudi Arabistan’ın İran’a karşı askeri güç kullanılmasına taraftar oldukları bilinmekte, bu durum Tahran’ın yapacağı yanlış bir değerlendirme ve hareketin bölgede daha ciddi gelişmelere yol açacağı yönündeki endişeleri arttırmaktadır.
Trump Yönetimi’nin İran’daki hedefinin Tahran’ın Nükleer programının askeri bir şekil almasının, yani İran’ın nükleer silah üretmesinin önlenmesinin; hatta İran’ın bölgesel “maceralarının” (Suriye, Yemen, Irak, Bahreyn ve Lübnan) veya Vaşington’un gördüğü şekilde İran’ın bölgesel Arap ülkelerinin iç sorunlarına müdahalesinin engellenmesinin çok ötesine gittiğine inanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Tablo Vaşington’un İran’da rejim değişikliğinin “peşinde koştuğunu” ve bunun için İran üzerindeki siyasi, ekonomik baskının arttırıldığını, bunlar işlemediği takdirde Trump Yönetiminin askeri tedbirleri de düşünebileceğini göstermektedir.
ABD’nin İran’a müdahaleleri siyasi tarih incelendiğinde sıklıkla görülmektedir. ABD’nin 1953 yılında Musaddık hükümetini deviren darbedeki rolü, Vaşington’un Şah Rıza Pehlevi’ye (ve aşırılıklarına) verdiği iç ve dış destek, buna rağmen 1979’da İran’da rejim değişikliğinin ve Şah’ın düşerek Hümeyni’nin dini rejiminin İran’da hakim olmasının Vaşington tarafından engellenememesi, Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin basılması ve uzun bir süre devam eden diplomat rehineler krizi (Vaşington-Tahran ilişkilerinin tüm “türbülanslı” ve “çalkantılı” geçmişi) bugünkü İran-ABD ilişkilerinin arka planında yer almaktadır.
Pakistan Türkiye’nin kara ve denizden bir komşusu değil. Ancak Pakistan’daki gelişmeler ve bu ülkenin istikrarı Türkiye için önem taşıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Türk dış politika tarihine bakıldığında Pakistan’ın önemi ortaya çıkıyor.
Türkiye ile Pakistan arasındaki çoğu zaman “kardeşlik” olarak nitelendirilen yakın ilişkilerin kökleri Alt Kıta Müslümanlarının Türk İstiklal Savaşı’na verdiği desteğe kadar uzanıyor. O dönemde İngiliz yönetiminde olan Alt Kıta daha sonra Hindistan ve Pakistan olarak bölünüyor ve Türkiye ile Pakistan arasındaki “dostluk” ilişkileri 1947 yılından sonra devlet düzeyinde sürdürülüyor.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Pakistan’ın Batı “kampı” içinde yer alması iki ülkenin yakın “dostluk” ilişkileri kurmasını kolaylaştırmıştır. Pakistan’ın ismi daha sonra CENTO olarak değiştirilen Bağdat Paktı’na katılması Türkiye ile Pakistan’ı aynı güvenlik ittifakı içinde “müttefik” durumuna getirmiştir. İran’da Şah rejiminin devrilmesi ve rejim değişikliğinden sonra CENTO ittifakının sona ermesine rağmen Türkiye ve Pakistan arasındaki dostluk ilişkileri devam etmiştir.
Ülkeler arasındaki ilişkiler genel olarak siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkilerin yoğunluğuna göre değerlendirilmektedir. Ülkeler arasındaki “dostluklar” da karşılıklı çıkarların üst üste gelmesiyle ortaya çıkmaktadır. Türkiye ile Pakistan arasındaki ilişkilerin ise daha çok iki ülke halkları arasındaki “hissi” yakınlığa ve “ortak değerlere” dayandığını, Türkiye-Pakistan ilişkilerinin “duygusal” yanının ağır bastığını söylemek mümkündür.
Bununla beraber Türkiye ve Pakistan geçmişte uluslararası alanda birbirlerinin karşılaştıkları sorunlarda gerekli desteği sağlamak yönünde çalışmışlardır. Türkiye için Kıbrıs sorununda, Batı tarafından uluslararası alanda yalnız bırakıldığı bir dönemde, Pakistan’ın sağladığı destek önem taşımış, Türkiye de Pakistan’a Keşmir sorununda destek vermeye gayret göstermiştir.
İki ülke de bugün, büyüyen ekonomilerinin verdiği destekle “duygusal” yakın ilişkilerine ekonomik işbirliği alanında da “maddi içerik” kazandırmaya gayret göstermekte, savunma sanayii iki ülkenin işbirliğinde bulunabileceği önemli bir alan olarak ortaya çıkmaktadır.
Her ne kadar Ankara G-20 içinde birlikte yer aldığı Hindistan’la ekonomik ilişkilerini geliştirmek istese ve Hindistan’ın uluslararası sistemde büyüyen ve ortaya çıkan önemli rolünü dikkate almak durumunda olsa da, Türkiye için Pakistan’la ilişkiler (bugün de) önem taşımakta, Ankara’nın (dost ve kardeş saydığı) Pakistan’ın istikrarı ve bu ülkede olanlarla ilgilenmesi gerekmektedir.
Dünya’daki nükleer silaha sahip 9 ülkeden biri olan Pakistan uluslararası alanda önemli bir rol oynamakta, Pakistan’ın özellikle Güney Asya’daki siyasi dengeler içindeki rolü önemini arttırmaktadır. Komşusu Afganistan’ın içinde bulunduğu çok zor şartların olumsuz etkileri, Afganistan kaynaklı terörizm tehdidi, Pakistan içinde ortaya çıkan ülke nüfusunun mezhep ve etnik bölünmesinden kaynaklanan bütün sorunlar Pakistan’ın önünde ciddi ve çözülmesi gerekli meseleler olarak durmaktadır.