Aralarında Dini Lider Hamaney ve Cumhurbaşkanı Ruhani’nin de bulunduğu İranlı yetkililer Ahvaz’da meydana gelen saldırıdan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ve İsrail’i sorumlu tutan açıklamalar yaptılar. Tahrandan gelen tepkilerde Ahvaz saldırısının “intikamının” alınacağı vurgusu da vardı. Beklenebileceği gibi en sert tepki “ölümcül ve unutulmaz bir intikam” alınacağı ifadelerini de içeren bir açıklama yapan İran Devrim Muhafızları’ndan geldi.
Ahvaz saldırısı DEAŞ ve “Ahvaz Ulusal Direniş Ordusu” tarafından üstlenildi. DEAŞ’in daha önce de İran’da terörist saldırılar düzenlediği biliniyor. Ahvaz Direniş Ordusu’nun adının tekrar ön plana çıkması ise akıllara 1980-1988 yılları arasında 8 yıl devam eden ve iki ülke için de olumsuz ve çok yıkıcı sonuçlar doğuran İran-Irak savaşını getirdi.
İran’ın ülkenin güneybatısında yer alan Kuzistan eyaleti Arapça konuşanların çoğunlukta olduğu bir bölge. Her ne kadar Arap asıllı İranlıların büyük çoğunluğu Şii mezhebine bağlı da olsa Ahvaz ve çevresinde kökleri eskilere kadar giden ayrılıkçı bir hareketten söz ediliyor. Ahvaz Direniş Ordusu da bu ayrılıkçı hareketle bağlantılı.
İran’ın Ahvaz saldırısından ABD ve “bölgesel müttefiklerini” sorumlu tuttuğu gün, Tahran’da Hollanda ve Danimarka Büyükelçileri ile İngiltere Maslahatgüzarının İran Dışişleri Bakanlığına çağrılarak, bu ülkelerin İran aleyhine faaliyet gösteren örgütlere verdiği desteğin gündeme getirildiği yönünde basında verilen haberler de dikkat çekiciydi.
Ahvaz saldırısının İran-Irak savaşının başlamasının yıl dönümünü anmak için düzenlenen askeri bir tören sırasında meydana gelmesi de olayın dikkat çeken diğer bir yanı. İran-Irak savaşının bitiminin üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen bu savaşın iki ülke üzerinde yaptığı ve bölgede bıraktığı etkiler hala devam ediyor.
Irak’ın o dönemki lideri Saddam Hüseyin’in 1980 yılında İran’a karşı 8 yıl süren savaşı başlatırken amaçlarından birinin İran’ın Kuzistan bölgesinde yaşayan Arap nüfusun bağımsızlığını desteklemek olduğu hala hatırlarda. Her ne kadar Saddam Hüseyin 1980-1988 Irak-İran savaşında İran’ı dize getirmede ve Tahran rejimini çökertmede başarılı olamadıysa da, savaşın İran ile (savaş sırasında) Saddam Hüseyin’i destekleyen Körfez Arap ülkeleri arasında ortaya çıkarttığı husumet ve kötü ilişkilerin etkileri bugün de devam ediyor.
Geçmişte İran’ın bölgedeki etkisinin ve nüfusunun dengelenmesinde Sünni ağırlıklı yönetimler tarafından idare edilen Irak’ın çok önemli bir rol oynadığı biliniyor. ABD’nin Saddam Hüseyin ve rejimini yok etmesinden sonra, Irak’taki tüm dengelerin değiştiği ve Irak’ın artık bölgede İran’ı dengeleme “rolünü” oynayamadığı açık. Tam tersine artık Şii çoğunluk tarafından yönetilen Irak üzerinde İran’ın etki ve nüfuzu 2003’ten sonra büyük ölçüde artmış durumda.
Irak’ın ABD tarafından önemli ölçüde İran etkisi ve nüfuzu altına sokulmasından sonra şimdi Vaşington’un bölgede büyüyen İran ağırlığından “şikayet” etmesi bir çokları tarafından “ironik” olarak nitelendiriliyor. Hatta ABD’nin Irak (ve şimdi Suriye’de izlediği) “yanlış” ve “hatalarla” dolu politikaların esasında sadece Orta Doğu bölgesini “karıştırmak”, Arap ve İslam Dünyası içindeki bölünmeleri tahrik etmek, “fay hatlarını” harekete geçirmek ve dikkatleri Filistin sorunundan uzaklaştırmak isteyen İsrail’in işine yaradığını ve kastı olarak yapıldığını düşünenlerin sayısı da az değil.
Suriye konusu “her yönüyle” Türkiye için önemini devam ettiriyor. İdlib mutabakatıyla Suriye’de çatışmaların hızla büyümesi ve Suriye’de yeni bir insani krizin patlak vermesinin önüne geçilmesine rağmen, Suriye’de rejim sorunu halen devam ediyor. Astana Süreci içinde kurulan Suriye Anayasa Komitesi henüz çalışmalarına bile başlamış değil.
Astana Süreci çerçevesinde Tahran’da toplanan Zirve sonrasında yapılan Ortak Basın Açıklamasında yeni Suriye Anayasasının yazımı için kurulacak bu Komitenin bir an önce çalışmaya başlaması istenmişti. Türkiye ve Rusya Cumhurbaşkanlarının Soçi Zirvesinde de bu yöndeki istek esasen dile getirildi.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın gözetiminde çalışacak olan bu Komite’nin oluşturulması (üyelerinin seçimi) için gayret gösteriliyor. Tahran Zirvesi’nden hemen sonra Türkiye, Rusya ve İran yetkilileri Cenevre’de Staffan de Mistura ile bir araya gelerek konuyu ele aldılar.
İdlib Mutabakatı, Suriye’de yaşanabilecek büyük bir insani krizi önlemesi yanında, Anayasa Komitesi’nin kurulması ve çalışması için gerekli (barış) ortamı sağlaması bakımından da önemli. Dünya’dan İdlib mutabakatına gelen tepkiler de olumlu ve destekler yönde.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres yaptığı açıklamada İdlib mutabakatının bölgede yaşayan 3,5 milyon sivilin hayatını kurtardığını belirterek, mutabakatı memnunlukla karşıladığını vurguladı. Suriye konusunun bu hafta başlayan 73. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında ve bu toplantıya katılmak için New York’a gidecek liderlerin, toplantı marjında, yapacakları ikili ve çok taraflı görüşmelerin gündeminde en ön sıralarda yer alacağı kesin.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu her sene Eylül ve Ekim aylarında “olağan” toplantısını yapıyor. Dünya liderleri bu vesileyle New York’a gidiyorlar. Ülkeleri adına Genel Kurul’da birer konuşma yapıyorlar. Bu konuşmalar BM üyesi ülkelerin uluslararası sorunları nasıl gördüğünü, Dünya kamuoyunun çeşitli sorunlarda nasıl oluştuğunu ortaya koyuyor.
BM Genel Kurul’u yıllık bu olağan toplantısında siyasi, ekonomik ve sosyal (Dünya’yı ilgilendiren) tüm konularda kararlar kabul ediyor. Her ne kadar bu kararlar (üye ülkeler için) bağlayıcı olmasa da, BM üyelerinin bu önemli konularda ne düşündüklerini göstermeleri bakımından moral ağırlık ve etki taşıyorlar.
BM Genel Kurul (olağan) toplantıları Birleşmiş Milletlerin diğer organlarına yapılacak seçimler bakımından da önemli. BM Genel Kurul toplantıları sırasında Güvenlik Konseyi’nde boşalan yerler için geçici üyeler seçiliyor. BM Güvenlik Konseyi üyeliği ülkeler için önemli ve (geçici de olsa) “prestij” sağlıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 5’i (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) daimi üyeler ve sadece 10 üye (BM Genel Kurulu’nda yapılan) seçimlerle 2 yıllık bir görev süresi için geliyorlar.
Geçen hafta Şam rejimi güçlerinin İdlib’e karşı, Rusya ve İran’ın desteğiyle, “topyekün” askeri bir saldırı düzenleyeceği, bu saldırının İdlib’de yeni bir insani krize ve Türk sınırına doğru sığınmacı akımına yol açacağı yönündeki tedirginlik artmış, İdlib’de bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu görüşü yaygınlaşmıştı.
Astana Süreci çerçevesinde 7 Eylül tarihinde yapılan Tahran Zirvesi’nde Türkiye’nin İdlib’de ateşkes istemesinin, Rusya ve İran’ın ise ateşkese karşı tutum almalarının, Türkiye ile Rusya arasında İdlib konusunda ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğu ve Rusya’nın İdlib’e yönelik askeri bir saldırıyı destekleyeceği yorumlarının yayılmasında rol oynadığı açıktır.
Tahran Zirvesinden sonra Şam rejimi ve Rusya’nın İdlib bölgesine yönelik hava saldırılarının ve bombardımanlarının artması, Moskova’nın İdlib’de askeri bir çözüm istediği ve Türkiye ile Rusya’nın Suriye’de yürüttüğü işbirliğinin”zora girdiği” yönündeki yorumları da arttırmıştır.
Ancak Pazartesi günü Türkiye ve Rusya Cumhurbaşkanları Soçi’de bir araya gelerek, İdlib’deki sorunun insani bir krize dönüşeceği kesin olan askeri bir çatışmayla değil, Türkiye ve Rusya’nın birlikte alacakları tedbirlerle çözülmesine karar vermeleri doğru yönde atılan önemli bir adımdır.
Soçi’de varılan mutabakat İdlib Çatışmasızlık Bölgesinin çevresinde 15-20 km’lik silahsızlandırılmış bölge kurulmasını, radikal grupların bu bölgelerde (İdlib’in içine doğru) çekilmelerini, oluşturulacak bölgede Türkiye ve Rusya’nın ortak kontrolü sağlamalarını, radikal grupların hangileri olduğunu Türkiye ve Rusya’nın birlikte tespit etmelerini öngörmektedir. Soçi İdlib mutabakatı, ayrıca, Türkiye’nin bölgede oluşturduğu 12 gözlem noktasını güçlendirmesini, radikal grupların elindeki ağır silahların toplanmasını da kapsamaktadır.
Soçi’de varılan mutabakatın açıklanmasından sonra Rusya Savunma Bakanının İdlib’e karşı askeri bir operasyonun artık gündemde olmadığını açıklaması, Rusya’nın varılan mutabakata Şam rejiminin de uyacağını garanti etmesi Türkiye’de olduğu kadar (insani bir krizden ve sığınmacı akımından çekinen) uluslararası camiada da ciddi bir rahatlama yaratmıştır.
Soçi’de varılan mutabakatın İdlib’de büyük insani bir krizi önlediği ve Suriye’de sorunların barışçı yöntemlerle ve (her şeyden önemlisi) diplomasi yoluyla çözümüne şans tanıdığı açıktır. Bu mutabakatla gerek İdlib’de gerekse Suriye’de “sorunların” çözümü için istenen “zaman” kazanılmış olmaktadır. Şimdi bu zamanın iyi kullanılması gerekmektedir.
Soçi mutabakatının diğer (çok önemli) bir yanı da Ankara ile Moskova arasındaki diyalog ve işbirliğinin devam ettiğini, bu diyalog ve işbirliğinin sonuç verdiğini, çözümler ürettiğini açıkça göstermesidir. Soçi mutabakatı Ankara kadar Moskova’nın da ikili ilişkilere önem verdiğini, Rusya’nın da Türkiye ile işbirliğinin Suriye sorunun çözümünde “anahtar” durumunda olduğunu “kavradığını” göstermesi bakımından da önem taşımaktadır.
Suudi Arabistan ve Katar arasındaki ilişkilerde de geçen yıl Haziran ayından bu yana uluslararası kamuoyunun önünde çok ciddi bir gerginlik yaşanıyor. Bu durum bir yandan dikkatleri nüfusu Sünni Müslüman ağırlıklı ülkeler arasındaki çatışmalara çektiği gibi, Arap Dünyası içinde giderek büyüyen bölünmeleri ve istikrarsız ortamı da gözler önüne seriyor.
Arap ülkelerini birleştirilmesi beklenen Filistinlilerin geleceği, İsrail’le ilişkiler ve Kudüs gibi konuların bile artık Arap yönetimleri arasında bölünme nedeni haline geldiği, Arap ülkeleri arasında Filistin-İsrail görüşmeleri gibi konularda bile ortaya çıkan görüş ayrılıklarının giderek büyüdüğü izleniyor.
Suudi Arabistan ile Katar arasındaki “gergin” ilişkilerin geçmişi, Katar’ın 1972 yılında İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasına, hatta daha “eskilere” uzanıyor. İki ülke kraliyet aileleri arasında köklerini tarihten alan “hasmane” ilişkiler bulunduğu biliniyor. Şimdiki Katar Emirinin babası Hamad bin Halife Al Thani’nin 1995 yılında iktidara gelmesinden sonra Suudi Arabistan-Katar ilişkilerinin daha da bozulduğuna ve mevcut Emir zamanında bu bozulmanın artarak sürdüğüne de işaret ediliyor.
Arap Baharının tüm Orta Doğu’yu etkilediği bir sırada, 2014 yılında, Suudi Arabistan ve müttefiki ülkelerin, Katar’ı Arap Dünya’sında “terörizmi” desteklemekle suçlayarak, Doha ile diplomatik ilişkileri kestikleri hatırlanıyor.
Bununla birlikte Riyad’ın şimdi devam eden Suudi Arabistan-Katar gerginliğini çok daha ciddi boyutlara taşındığı gözüküyor. 2017 yılı Haziran ayından bu yana 1,5 yılı aşkın bir zamandan beri süren bu çatışma ortamı, Suudi Arabistan ve 11 müttefiki ülkenin Katar’la tüm siyasi ilişkilerini kesmeleri ile başladı. Riyad ve müttefiki ülkelerin, siyasi ilişkileri kesmenin çok ötesine giderek, Katar’a karşı karadan, havadan ve denizden tam bir abluka uygulamaya başlamaları Riyad’ın bu kez Katar’a karşı çok daha sert bir tutum içine girdiği izleniyor.
Suudi Arabistan-Katar ilişkilerinde bu ciddi gelişmelerin ABD Başkanı Trump’ın Riyad’a gerçekleştirdiği resmi ziyaretin hemen arkasından gelmesi, Riyad’ın Katar’a karşı harekete geçmesinin arkasında Vaşington’un bulunup bulunmadığı sorusunu da ortaya çıkarttı. Başkan Trump’ın ilk başlarda Katar’ı suçlayan bazı ifadeleri bu şüpheleri arttırdıysa da, ABD daha sonra gelen “resmi” açıklamalar Vaşington’un Suudi Arabistan-Katar ilişkilerinin bozulmasından ve Riyad’ın (özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’yle birlikte) Katar’a karşı harekete geçmesinden pek de memnun olmadığı izlenimini kuvvetlendirdi.
ABD’nin hem Suudi Arabistan ve hem de Katar’la “yakın” ilişkilerinin bulunduğu biliniyor. Vaşington hem Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerine hem de Katar’a büyük miktarlarda silah satıyor ve bu silah satışlarından önemli meblağlarda para kazanıyor. ABD’nin Katar’da 10 bin Amerikalının konuşlandırıldığı bildirilen büyük bir askeri hava üssü bulunuyor. Al Ubeid üssünün Vaşington’un ABD dışında bulundurduğu en büyük hava gücüne ev sahipliği yaptığı ifade ediliyor.
Suudi Arabistan ve müttefikleri Katar’la siyasi bir krizi başlatırken Katar’a yönelik 13 maddelik bir “talepler” listesini de açıklamışlardır. Katar ise, Suudi Arabistan ve müttefikleri tarafından “ültimatom” niteliğinde ortaya konan bu talepleri kabul etmeyeceğini açıklamıştır. Daha sonra Riyad, Katar’ın yerine getirmesini istediği bu “talepleri” azaltsa da, Katar Suudi Arabistan’a “boyun eğmeyeceğini”, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin “taleplerinin” haklı ve gerçekçi olmadığını ifade etmektedir.
Balkanlar’da Sırbistan ile Kosova arasında toprak değişimi görüşmeleri yapıldığı ve iki ülke Başbakanlarının Brüksel’de bir araya geldikleri haberleri basında yer aldı. Görüşmeyi daha ilginç yapan husus Sırbistan Başbakanı Aleksandar Vucic ile Kosova Başbakanı İsa Mustafa’nın Avrupa Birliği gözetiminde bir araya gelmeleriydi. Vucic-Mustafa görüşmesine AB Dış İlişkiler Yüksek Komiseri Federica Mogherini de katıldı.
Sırbistan ile Kosova arasındaki ilişkilerin “yoluna sokulabilmesi” için Kosova’nın ülkenin kuzeyindeki Sırpların çoğunlukta olduğu bir bölgeyi (Mitrovica şehri ve kuzeyi) Sırbistan’a bırakacağı, buna karşılık Sırbistan’ın ülkenin güneyindeki (Kosova’nın doğusundaki) Arnavutların nüfusun çoğunluğunu teşkil ettiği bir bölgeyi (Presevo Vadisini) Kosova’ya vereceği yönündeki haberler basında yer aldı.
Sırbistan-Kosova Başbakanlarının görüşmesinden iki ülke arasında toprak değişimi yapılması yönünde henüz kesin bir karar çıkmamasına rağmen, Vucic-Mustafa görüşmesinin olumlu geçtiği ve Sırbistan-Kosova ilişkilerinin “normale” döndürülebilmesi için “mesafe alındığı” anlaşılıyor.
Belgrad-Priştine ilişkileri, Kosova’nın 2008 yılında tek taraflı bağımsızlık ilanına giden, iç savaştan bu yana kötü. Kosova’nın bağımsızlığı artık uluslararası bir “gerçek” olmakla beraber, Sırbistan Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak tanımış, Büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişki kurmuş değil. Sırbistan, Rusya’nın yardımıyla, Kosova’nın Birleşmiş Milletler üyeliğini de engelliyor.
Kosova, 1990-2008 yılları arasında eski Yugoslavya’nın parçalanması ve Yugoslavya Savaşlarının en son parçası. Kosova 1999 yılında patlayan iç savaşa dış güçlerinde katılması ve NATO’nun doğrudan askeri müdahalesi sonucu eski Yugoslavya’da bağımsızlık kazanan son ülke. Bugün eski Yugoslavya’nın yerinde 7 ülke (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna, Makedonya, Karadağ ve Kosova) bulunuyor.
Yugoslavya’nın dağılması Soğuk Savaş’ın hemen bitiminde meydana gelen ve uluslararası ilişkileri büyük ölçüde etkileyen 2 gelişmeden biridir. Sovyetler Birliğinin çökmesi ve dağılması bütün uluslararası ilişkileri etkilemiş, bugünkü uluslararası sistemin şekillenmesinde en etkin ve önemli rolü oynamıştır. Yugoslavya’nın sona ermesi ve parçalanmasının da bugünkü uluslararası sistemin oluşumunda ve özellikle Avrupa ve Akdeniz’de uluslararası dengelerin şekillenmesinde oynadığı rol çok büyüktür.
Sovyetler Birliğinin parçalanmasının aksine Yugoslavya’nın bölünmesi çok sancılı olmuş, eski Yugoslavya’dan 7 yeni devlet çıkışı sırasında patlak veren savaşlarda 100 binin üzerinde insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca insan evlerini terk ederek yeni kurulan devletler arasında sınır ve ülke değiştirmek zorunda kalmıştır. Özellikle Bosna Savaşı sırasında soykırımı ve savaş suçları işlendiği bugün uluslararası mahkeme kararlarıyla tespit edilmiş durumdadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Soğuk Savaş döneminde uluslararası ilişkilerdeki etkisi de önemlidir. Yugoslavya Devlet Başkanı Tito küçük bir alanda çok etnikli ve dinli bir nüfusa sahip olan ülkede birleştirici bir rol oynamıştır. Karizmatik bir lider olan Tito Yugoslavya’yı bir arada tuttuğu gibi, (Nehru, Nasır, Sukarno ve Nkrumah gibi zamanının liderleriyle birlikte) Bağlantısızlık Hareketini oluşturarak, Vaşington (ABD) ve Moskova (Sovyetler Birliği) odaklı iki kutuplu uluslararası bir sistemde, Yugoslavya’yı ön plana çıkartabilmiştir.
Bu çabalardan ilki Suriye’yle ilgiliydi. İran, Rusya ve Türkiye Devlet Başkanları Tahran’da bir araya geldi ve Suriye’yi her yönüyle konuştular.
Tahran Zirvesi Astana Süreci çerçevesinde yapılan bir toplantıydı. Üç ülke liderinin Soçi ve Ankara’da yaptıkları toplantılardan sonra gerçekleştirdikleri üçüncü Zirve olan Tahran toplantısı İdlib’de gerginliğin hızla arttığı bir zamana rastladı ve Tahran Zirvesine İdlib gerginliği damgasını vurdu.
Tahran’da yapılan Zirve toplantısının tamamının basına açık olarak gerçekleştirilmesi Türkiye ile Zirve’ye katılan diğer iki ülke (Rusya ve İran) arasında İdlib konusunda var olan farklı yaklaşımı da açık bir şekilde gösterdi. Türkiye Cumhurbaşkanı Zirve sonunda yayınlanacak “Sonuç Bildirisine “ İdlib’te ateşkesin sağlanması konusunda bir madde girmesi konusunda ısrar ederken Rusya Devlet Başkanı, Şam rejimin ve muhalif grupların Zirvede temsil edilmediğini ileri sürerek, İbdid’te ateşkes ilan edilmesine karşı çıktı.
Tahran Zirvesi’nin İdlib’teki durumun ne yönde gideceğine açıklık getirdiğini söylemek zor. İdlib’te önümüzdeki dönemde ne gibi gelişmeler olacağı Tahran Zirve’sine rağmen henüz açık değil. Zirveden sonra İdlib’e “sınırlı” hava operasyonları hız kazanmış görülüyor. Rejimin, Rusya ve İran’ın desteğiyle, İdlib’e karşı topyekün bir saldırı başlatma tehlikesi de hala büyük. Türkiye böyle bir saldırının İdlib’te büyük bir insani krize yol açmasından ve Türkiye sınırına “kitlesel” bir göç hareketi başlatmasından endişe ediyor.
Türkiye’nin İdlib’le ilgili endişeleri Batı ülkelerinin hemen tamamı tarafından da paylaşılıyor. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinden gelen açıklamalar Şam rejimini İdlib’te, bölgeyi ele geçirmek amacıyla, askeri bir saldırıya geçmeme, Rusya ve İran’ı da Şam rejimini desteklememe konusunda uyarıyor. Batı ülkelerinin de, Ankara gibi, Şam rejiminin İdlib’e, aşırı ve ılımlı muhalefet unsurlarını birbirinden ayırmadan ve sivil halkın büyük ölçüde etkileneceği bir saldırı düzenlemesinin yaratacağı çok olumsuz sonuçlardan endişe ettiği ortada.
Batı ülkeleri Şam rejimini ayrıca İdlib’te kimyasal silahlar kullanmama konusunda da uyarıyor. Şam rejiminin kimyasal silah kullanma konusundaki sicili kötü. ABD ve Fransa’dan gelen açıklamalar Şam rejiminin İdlib’te kimyasal silah kullanması halinde bu iki ülkenin hemen harekete geçeceğine ve rejimi “cezalandırıcı” misillemede bulunacağına işaret ediyor. Rusya’dan gelen açıklamalar ise aşırı grupların elinde de kimyasal silahların bulunduğunu vurguluyor ve Moskova’nın Batılı ülkelerin Şam rejimine karşı müdahalede bulunabilmek için İdlib’te kimyasal silahların kullanılmasını sağlayacakları endişesini taşıdığını gösteriyor.
Rusya’nın Şam rejiminin önümüzdeki kısa dönem içinde İdlib’e karşı topyekün askeri bir saldırıda bulunmasına izin vermeyeceği, ancak Şam rejiminin ve Rusya’nın İdlib bölgesinde yerleşmiş radikal terörist gruplara karşı hava ve karadan “sınırlı” askeri operasyonlarının devam edeceği tahmininde bulunanlar çoğunlukta gibi gözüküyor. Genel kanı ise orta ve uzun dönemde Rusya’nın İdlib bölgesinin de Şam rejiminin kontrolüne geçmesini sağlama yönünde hareket edeceği, Moskova’nın İdlib’in Şam rejimi kontrolü dışında kalmasına uzun bir süre “müsamaha ve tahammül edemeyeceği” yönünde.
Tahran Zirvesinde konuşulan ve Tahran “Sonuç Bildirisi’ne” giren diğer önemli konunun da Suriye Anayasasının yapım süreci olduğu görülüyor. Tahran Zirvesi sonucu İran, Rusya ve Türkiye tarafından yapılan ortak açıklamanın 5. maddesinde üç ülkenin “Suriye ihtilafına askeri çözüm getirilemeyeceğine ve ihtilafın yalnızca müzakere edilmiş bir siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğine dair” inanç vurgulanmakta ve 6. maddede Soçi Zirvesinde kurulmasına karar verilen Anayasa Komitesinin çalışmalarına “biran önce” başlaması konusundaki destek ortaya konulmaktadır.
Başkan Trump iktidara geldiğinden beri Orta Doğu’da tüm dengeleri değiştirici kararlar alıyor. Bu kararların Trump Yönetimi’nin Orta Doğu’ya bakışını giderek İsrail Başbakanı Netanyahu’nun görüşleri paraleline çektiği yönündeki görüşler de ağırlık kazanıyor.
Trump Yönetimi’nin Orta Doğu ile ilgili aldığı son karar UNRWA’yı ilgilendiriyor. UNWRA Orta Doğu’da (Gaza ve Batı Şeria ile Lübnan, Ürdün ve Suriye’de) yaşayan Filistinli mültecilere yardım için kurulmuş, Filistinli mültecilere eğitim, sağlık ve sosyal servisler alanında yardımcı olan bir BM kuruluşu. UNWRA Filistinli mültecilerin yaşamında ve Filistin mülteci kamplarında günlük yaşamın sürdürülmesinde önemli bir rol oynuyor.
Trump Yönetimi bu hafta başında ABD’nin UNRWA’ya yaptığı yıllık 350 milyon dolar civarındaki katkıyı tamamen durdurduğunu açıkladı. ABD katkısı bu kuruluşun yıllık bütçesinin %30 kadarını oluşturuyor. Vaşington bu kararını açıklarken UNRWA’nın “düzeltilemeyecek kadar sorunlu” bir kuruluş olduğunu ve İsrail ile Filistinliler arasındaki “barış arayışına” da yardımcı olmadığını ileri sürdü.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun uzun bir süreden beri UNRWA’ ya karşı olduğu, bu kuruluşun Filistin mülteciler sorununu “kalıcı” hale getirdiğini ve Filistinli mültecilerin İsrail’e geri döneceği gibi “yanlış” bir fikri hakim kılarak, Filistinlilerin İsrail karşısındaki tutumunun “sertleşmesine” neden olduğunu düşündüğü biliniyor. Trump Yönetimi UNRWA’ya katkısını keserek bir kez daha Başbakan Netanyahu’nun yanında yer almış ve (onun sert ve uzlaşmaz tutumunu) desteklemiş oldu.
Birleşmiş Milletlerin kurduğu bir komisyon Myanmar’da Rohingalara karşı soykırım suçunun işlenmek istendiği yönünde yeterli kanıt bulunduğuna ve konunun uluslararası bir mahkemeye götürülmesi gerektiğine karar verdi.
Birleşmiş Milletler (BM) Bağımsız Uluslararası Myanmar Araştırma Komisyonu hazırladığı raporda Myanmar’ın ülkenin Rakhayn (Arakan) eyaletinde soykırımı, Şan ve Kaçin eyaletlerinde de insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları işlediği yönünde bulgulara ulaştığını bildirerek, Myanmar ordusunun en üst düzey 6 yetkilisinin bu suçlardan yargılanması gerektiği sonucuna vardı.
BM Komisyonu raporunda, aralarında Myanmar Genel Kurmay Başkanı Ming Aung Hlaing’in de bulunduğu, 6 (Myanmar’lı) generalin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde veya sırf bu amaçla (özel olarak) kurulacak (geçici) bir uluslararası mahkemede yargılanması öneriyor.
BM Komisyonu raporunda, Devlet Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Aung San Suu Kyi de soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarının işlenmesinin durdurulması ve engellenmesi yönünde Myanmar’daki hükümetin fiili (de facto) başı pozisyonu ve moral otoritesini kullanmamakla suçlanıyor.
Geçen sene Mart ayında BM İnsan Hakları Komisyonu tarafında kurulan BM Bağımsız Uluslararası Myanmar Araştırma Komisyonu’nun bulguları ve önerileri önemlidir. Bu rapor sayesinde şimdi BM’lerin Rohingalar’a yönelik soykırım ve insanlığa karşı işlen savaş suçları konusunda harekete geçmesinin sağlanması için ciddi bir fırsat ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan BM üyesi ülkelerin Komisyon raporunda adı geçen 6 üst düzey Myanmar askeri yetkilisi konusunda tek yanlı yaptırım kararları almaları için de moral zemin hazırlanmış olmaktadır.
Sosyal paylaşım sitesi Facebook, Komisyon’un bulgularına dayanarak, Myanmar kuruluş ve yetkililerine ait 18 Facebook hesabını, 52 Facebook sayfasını ve 1 instagram hesabını kapattığını duyurmuştur. Facebook’un uluslararası toplumun Myanmar’da azınlıklara karşı işlenen suçlar karşısında artık sessiz ve (daha önemlisi) hareketsiz kalmaması gerektiğini vurgulaması da dikkat çekicidir.
Bu rapordan sonra Norveç Nobel Enstitüsü üzerindeki, Aung San Suu Kyi’ye 1991 yılında verilen Nobel Barış Ödülünü geri alması konusundaki, baskıların da artmasını beklemek gerekmektedir. Nobel Barış Ödülü’nü dağıtan bu Enstitü bugüne kadar, yönetilen bütün eleştirilere karşın, Aung San Suu Kyi’ye verilen ödülü geri alma konusunda harekete geçmemiştir.
BM Komisyon raporunun ilgili Myanmar makamlarının soykırımı ile insanlığa karşı savaş suçları işleyip işlemediklerinin yetkili bir uluslararası mahkeme tarafından ele alması gerektiği sonucuna varması önemlidir. Rapor Rohinga Müslümanlarının yaşadığı trajedinin uluslararası toplumun gündeminin üst sıralarında tutulması ve BM’nin (işlendiği belirtilen suçlar konusunda) fiilen harekete geçmesi konusunda gerekli zemini hatırlamıştır. Ancak bu rapor tek başına yeterli değildir.