Oğuz Çelikkol

İdlib'de mutabakat

12 Mart 2020
Moskova’da yapılan Erdoğan-Putin görüşmesinin anlaşma ile sonuçlanması ve Türkiye ile Rusya arasında 3 maddelik yeni bir İdlib mutabakatının imzalanması hemen hemen bütün Dünya’ya rahat bir “nefes” aldırdı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 5 Mart tarihinde Rusya’ya gitti ve Rusya Devlet Başkanı Putin’le yüz yüze bir görüşme daha gerçekleştirdi. Sonuç İdlib’te ateşkesin ilan edilmesi idi. İki Devlet Başkanının tek tek ve heyetler halinde gerçekleştirdikleri görüşmeler 6 saat kadar devam etti. Bu görüşmelerin sonucunda varılan mutabakat “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’ndeki Durumun İstikrarlaştırılmasına ilişkin Muhtıraya ek Protokol” adını taşıyor. Muhtırada daha önce (4 Mayıs 2017 ve 17 Eylül 2018 tarihlerinde) İdlib konusunda Türkiye ve Rusya arasında varılan 2 mutabakatın geçerli olduğuna atıf yapılıyor ve üzerinde anlaşmaya varılan yeni 3 madde açıklanıyor.

Her şeyden önce İdlib’te tehlikeli bir şekilde tırmanan çarpışmalara son veriliyor ve “ateşkes” ilan ediliyor. Üzerinde mutabakata varılan diğer 2 madde ise Lazkiye’yi Halep’e bağlayan M-4 karayolu ile ilgili. M-4 Karayolunun İdlib Çatışmasızlık Bölgesi içinden geçen bölümünün kuzey ve güneyinde altışar kilometre derinliğinde (Trumba’dan Ain El Havr’a kadar olan kesimi boyunca)  bir güvenlik koridoru oluşturuluyor.  Bu koridorda güvenliğin Türk-Rus ortak askeri devriyelerince sağlanması da kararlaştırılıyor.

Varılan Mutabakata göre “Güvenlik Koridorunun” işleyişine (ortak askeri devriyelere) dair ayrıntılı esas ve usullerin 7 gün içinde Türk ve Rus askeri makamları tarafından tespit edilmesi gerekiyor. Bu çerçevede M-4 karayolu üzerinde Türk-Rus ortak askeri devriyelerin 15 Mart tarihinde başlayacağı da “ek protokolde” belirtiliyor. Anlaşmanın hayata geçirilmesi için Türk ve Rus askeri görüşmeleri de bu hafta içinde başlamış durumda. Bu amaçla bir Rus askeri heyeti Ankara’da bulunuyor.

Ek protokolün imzasından bu yana İdlib’ten gelen haberler, Şam rejimi unsurlarının gerçekleştirdiği bazı “ufak-tefek” ihlallere rağmen, genelde ateşkese uyulduğu yönünde. İdlib’te ateşkese bu kez uyulacağı ve ateşkesin kalıcı hale getirilebileceği “ümit” ediliyor. İdlib’te daha fazla kan dökülmeyeceği, sivil halk üzerindeki Şam rejimi  “terörünün” nihayet sona erdirilebileceği beklentisi bu şekilde büyüyor.

Türk yetkililerin verdikleri bilgiler İdlib’te (yoğun çatışmaların meydana geldiği) son bir ay içinde 59 şehit verdiğimizi, İdlib’te askerlerimize saldıran Şam rejimi unsurlarından 3.400 kişinin ise etkisiz hale getirildiğini gösteriyor. Birleşmiş Milletler, İdlib’teki sivil halkın Şam rejim saldırılarından büyük ölçüde etkilendiğini, 2 milyon kadar kişinin çatışma bölgelerinden kaçarak Türkiye sınırındaki “derme-çatma” kamplara yerleşmek zorunda kaldıklarını bildiriyor.

Bu bakımdan varılan ateşkes önemli ve ateşkesin “kalıcı” hale gelmesi İdlib’te yaşayan sivil halka İdlib’te kalma ve (en azından Suriye soruna siyasi bir çözüm bulununcaya kadar) yaşamlarını burada (kendi ülkelerinde) devam ettirme imkanı tanıyor.  Rusya ile 5 Mart tarihinde varılan mutabakatın Türkiye için en büyük önemi Suriye’den (İdlib’ten) Türkiye’ye yönelik yeni bir sığınmacılar “krizini” önlemesi olarak ortaya çıkıyor.  Şam rejiminin ateşkese uyması (ateşkesin kalıcı hale gelmesi) ve İdlib konusunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini anlaması için Rusya’nın ve diğer küresel güçlerin rejim üzerinde etkilerini kullanmaları zorunlu.

5 Mart Mutabakatının Türkiye’nin Suriye’de (siyasi çözüm çabalarında) elini güçlendirdiğini söylemek mümkün. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de Şam rejiminin değil Suriye halkının daveti üzerine bulunduğumuzu, bu çerçevede Suriye’den Suriye sorununa Suriye halkının tümünün kabul edebileceği bir çözüm bulunması halinde çekileceğimizi ifade eden sözlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Eğer Şam’daki rejim gerçekten Suriye’yi tekrar birleştirmek ve ülkenin toprak bütünlüğü kadar siyasi birliğini de kurmak istiyorsa, ülkede tüm Suriye halkının kabul edeceği siyasi ve ekonomik reformları gerçekleştirmek zorundadır. Suriye sorununu ne askeri şiddet yoluyla ne de eski “alışkanlıklara” devam ederek, demokratik ve çoğulcu olmayan, Suriye halkının gerçek siyasi eğilimlerini ortaya koymayan diktatörlük yöntemleriyle çözmek imkanı bulunmamaktadır

Yazının Devamını Oku

İki Ülkede Seçim

11 Mart 2020
Geçen hafta Türkiye’nin İdlib, Dünya’nın ise Korona virüsü salgınına odaklandığı bir dönemde İsrail’de 2 Mart tarihinde Parlamento seçimi yapıldı. ABD’de ise eyalet düzeyinde gerçekleştirilen ön seçimlerle Demokrat Parti’nin Başkan adayını seçme süreci büyük ölçüde hızlandı.

ABD’de Demokrat Parti’nin Başkan adayını belirlemek için gerçekleştirdiği önseçim süreci 3 Şubat tarihinde başlamıştı. Parti şimdiye kadar 18 eyalette ön seçimleri tamamladı. Özellikle “Süper Salı” adı verilen ve 14 eyalette ön seçimlerin yapıldığı 3 Mart tarihi önemliydi. Beklendiği gibi 3 Marttan sonra “başarısız” Başkan aday adayları bir bir “yarıştan”  çekildiklerini açıkladılar.

Yarıştan çekilen Demokrat Parti Başkan aday adayları arasında Pete Buttigieg ve Amy Kloburg, Micheal Bloomberg ile Elizabeth Warren de bulunuyor. Böylece mevcut durumda Demokrat Parti’de Başkan adaylığını kazanma “ümidi” olan 2 aday kalmış oluyor. Özellikle milyarder iş adamı (eski New York Belediye Başkanı) Bloomberg’in seçim sürecinden çekilmesinin ABD’de seçimlerin para ile “satın alınmasının” ne kadar zor olduğuna işaret edenler bulunuyor. Bloomberg’ın seçim sürecine “geç” girdiğine işaret ederek, “başarısızlığını” buna bağlayanlar da bulunuyor.

Yarışta kalanlar ise (Obama döneminde) Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan eski senatör Joe Biden ve halen senatörlük görevini sürdüren Bernie Sanders. Senatör Sanders’in adını 2016 seçimlerinde (Hillary Clinton’a karşı) Demokrat Parti Başkan adaylığı yarışında olmasından da hatırlıyoruz.

Başkan aday adaylığı yarışında çekilenlerin yarışta kalanlardan kimi “onaylayacakları”, kime destek verecekleri önemli görülüyor. Buttigieg ve Kloburg şimdiden Joe Biden’ı desteklediklerini açıkladılar. Senatör Elizabeth Warren, iki adaydan hangisini (Biden’ı mı Sanders’ı mı) destekleyeceği ise daha açıklamadı. Warren’in (“ilerici” görüş ve eğilimlerine yakın olduğu bilinen)  Sanders’ı destekleyebileceği, bu desteğin Sanders için “önemli” olabileceği de konuşuluyor.  

Demokrat Parti’nin 50 eyalette gerçekleştireceği ön seçim sürecini Haziran ayına kadar tamamlaması bekleniyor. Demokrat Parti başkan adayının “resmen” ilan edileceği Parti Kongresi ise 13-16 Temmuz tarihlerinde Wisconsin eyaletinde Milwaukee kentinde yapılacak. Ancak Demokrat Partinin başkan adayını öğrenmek için Temmuz ayına kadar beklememize gerek olmayacağı anlaşılıyor.

Mart veya en geç Nisan ayları içinde yapılacak ön seçimlerde Joe Biden veya Bernie Sanders’ten birinin öne çıkması ve Demokrat Parti adayının kim olacağının daha açık bir şekilde görülebileceği ifade ediliyor. Bu iki ay içinde ön seçimini tamamlayacak eyaletler arasında (nüfusu kalabalık) Florida ve New York’un da bulunması bu görüşe kuvvet kazandırıyor.

Cumhuriyetçi Parti tarafında Başkan adayının Donald Trump olacağı ise kesin. Amerikan sisteminde mevcut Başkan ikinci dönem için seçime gitmek isterse Partisinin adaylığını almasına kesin gözüyle bakılıyor. Böyle bir gelenek yerleşmiş durumda. ABD’de iki parti sistemi işliyor ve Başkanlık seçiminde Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti adayları yarışıyor. Şartları yerine getirmeleri halinde başka adayların da seçime katılmaları tabii ki mümkün ama seçimi kazanmaları imkanı yok gibi.

Şimdiki Başkan Trump’ın 3 Kasım Başkanlık seçiminde partisinin (Cumhuriyetçi Parti) adayı olacağı kesin ama Parti Kongresi yine yapılacak. Cumhuriyetçi Parti Kongresinin 24-27 Ağustos tarihinde Kuzey Karolina eyaletinin Charlotte şehrinde yapılması planlanıyor. O tarihten sonra 3 Kasım Başkanlık seçiminin daha da “kızışması”, Dünya kamuoyunun dikkatlerinin ABD Başkanlık seçimine odaklanması bekleniyor.

Yazının Devamını Oku

Mübarek'ten İdlib'e

5 Mart 2020
Geçen hafta içinde basında yer alan, ancak İdlib’deki durum ve Korona virüsü salgını gibi dikkatlerimizin büyük ölçüde odaklandığı gelişmeler nedeniyle, çok da üzerinde durulmayan bir haber eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in 91 yaşında ölümüydü.

 

Mübarek 1981-2011 yılları arasında ülkesini koyu bir diktatörlük rejimi altında yönetmiş; 2011 yılında Arap Baharının görevden uzaklaştırdığı bir Arap liderdi. Bütün yönetim özellikleriyle 1950’li yılların ortalarından itibaren Arap ülkelerinde ortaya çıkan “lider” tipine uyan Mübarek’in Mısır’daki iktidarı kesintisiz 30 yıl sürmüştü.

Mübarek de asker kökenliydi, ülkesinde istihbarat rejimlerinin ağır baskısı altında bir dikta rejimi kurmuştu, iktidarda olduğu süre içerisinde ülkesinde demokratik hiçbir gelişmeye, serbest çoğulcu seçimlere izin vermedi. Kendisinden önce olduğu gibi Mübarek döneminde de Mısır’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri sadece “göstermelikti” ve ülke dışında Mısır’a ve Mübarek’e “meşruluk” kazandırmak amacıyla yapılıyordu.

Mısır’daki Mübarek rejimi de tek parti yönetimine ve istihbarat örgütlerinin Mısır halkı üzerinde şiddet kullanılarak kurulan kontrolüne dayanmaktaydı. Mübarek yönetimi de zaman içinde (diğer Arap ülkelerindeki gibi) giderek bir aile diktatörlüğü rejimi haline dönüştü. Arap Baharı 2011 yılında Mısır’ı etkilemeye başladığında Mübarek’in görevi oğluna devretmeye hazırlandığı ciddi bir şekilde konuşulmaktaydı.

Mısır, Arap Dünyası içinde ve bölgesinde çok önemli rol oynayan bir ülkedir. Nüfusu, konumu ve tarihi ile bölgede ve özellikle Arap Dünyası içinde geleneksel olarak üstendiği rol daima ön planda olmuştur. Buna rağmen Mısır bağımsızlığını kazandığından itibaren daima sorunlar içinde olan bir ülke görünümünü de kaybetmemiştir.

İngilizler, Orta Doğu’da sömürge yönetimi kurdukları diğer Arap ülkelerinde yaptıkları gibi, Mısır’da da kendilerine çok yakın bir krallık rejimi oluşturmuşlar ve ülke üzerindeki siyasi etkilerini bu rejim yoluyla yürütmeyi denemişlerdir. İngiltere’nin Mısır’da oluşturduğu krallık rejimi 1952 yılında askeri darbeyle devrilmiş ve Mısır Kralı Faruk İngiltere’ye kaçmıştır.

Ancak bakıldığında Kral Faruk’tan sonra ülkede, Arap Baharından sonraki çok kısa bir dönem dışında, hiçbir zaman halkın oylarıyla iktidara gelen bir rejim oluşturulamadığı görülmektedir. Mısır “cumhuriyet” tarihindeki devlet başkanın hemen hepsi askeri darbeyle iktidara gelmiş, asker kökenli diktatörlerdir. Bu durumun tek istisnası 2012-13 yıllarında Cumhurbaşkanlığı yapan Muhammed Mursi’dir.  1953’den bu yana Mısır Devlet Başkanlığı makamına oturan diğer 5 Cumhurbaşkanı asker kökenlidir, uluslararası standartlarda serbest bir seçimle değil, darbe ile işbaşına gelmişlerdir; Mısır’ı yönettikleri dönemde çoğulcu gerçek bir seçim de kazanmamışlardır.

1953’ten bu yana Mısır’da devlet başkanlığı görevine gelen 6 kişiden 5’inin (Muhammed Naguib, Cemal Abdül Nasır, Enver Sedat, Hüsnü Mübarek ve Abdülfettah Sisi) yönetimleri birçok yönden benzerlik göstermekte; Batı emperyalizmine karşı tutumu nedeniyle Nasır’ın Mısır halkından gördüğü destek bu durumu değiştirmemektedir.

Yazının Devamını Oku

İdlib'te endişe verici gelişmeler

4 Mart 2020
Geçen hafta, 28 Şubat Cuma günü İstanbul Kültür Üniversitesi, Kültürel Siyasi Eğilimler Birimi (GPOT) tarafından Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye soydaş göçünün kimlik ve kültürel etkisinin çeşitli yönleriyle ele alındığı ve tartışıldığı “Türk Dünyası ve Göç Çalıştayı” yapıldı.

Çalıştay’da aralarında Kazaklar, Kırgızlar, Ahıska Türkleri, Uygurlar, Tatarlar’ın da bulunduğu farklı soydaş topluluklarında göç olgusuna bakıldı.  Moderatörlüğünü yaptığım paneldeki ilginç başlıklardan birisi de “Bulgaristan’dan Türk Göçleriydi”.

Komşumuz Bulgaristan’da Komünist Yönetimin son yıllarında bu ülkede yaşayan Türk toplumuna karşı başlatılan baskı ve etnik temizlik hareketi hala hatırlardadır. Bulgaristan’daki Komünist rejim 1984 yılında ülkedeki Türk toplumuna karşı yoğun bir baskı ve zorla asimilasyon politikası başlatmıştır.

Bulgaristan yönetimi o dönemde Türk toplumuna ibadeti, Türkçe konuşmayı ve Müslüman isimlerini kullanmayı yasaklamış,  Türk okulları kapatılmıştır. Türk toplumunun bu baskılara karşı koyması üzerine Todor Jirkov rejimi şiddete başvurmuştur. Bulgaristan Komünist Partisi rejiminin zorla asimilasyon politikası daha sonra Türk toplumunun göçe zorlanmasıyla etnik temizliğe dönüşmüştür.

Todor Jirkov rejiminin Türk toplumu üzerindeki baskı ve şiddeti 1984-1989 yılları arasında artarak sürmüş, Türkler kalabalık gruplar halinde Türkiye’ye göçe zorlanmıştır. Sırf 1989 yılında 360 bin Türk Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılmıştır.

Türkler üzerindeki baskı ve etnik temizlik politikaları 1989 yılında Bulgaristan’da Komünist rejimin çökmesiyle nihayet bulmuş; 35 yıllık Jirkov diktatörlüğü 1989 Kasım ayında sona ermiştir. Bulgaristan’ın o dönemlerde Türk toplumuna karşı uyguladığı politikalar Avrupa tarihinde karşılaşılan en büyük etnik temizlik hareketlerinden biridir. Böyle bir olayın sadece 30 yıl kadar önce Avrupa’da Dünya’nın gözü önünde yaşanması gerçekten ibret verici bir gelişmedir.

Esasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki çekilişi sırasında Müslümanların etnik kıyıma uğraması yeni bir olgu değildir. Amerikalı bilim adamı Justin McCarty, “Death and Exile-the etnic cleansing of the Ottoman Muslims 1821-1922” (“Ölüm ve Sürgün-Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821-1922”)  adlı kitabında bu durumu ve Balkanlar’daki Müslüman nüfusun yok edilmesi sürecini yaptığı çalışmayla ortaya koymaktadır.

McCarty’nin kitabında ortaya koyduğu çok ilgi çekici bir durum da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki kontrolünü kaybetmesine paralel olarak bu durumdan Müslüman topluluklar kadar Yahudi nüfusun da olumsuz bir şekilde etkilenmesi ve etnik temizliğe uğramasıdır. Osmanlı döneminin bitmesiyle birlikte Balkan ülkelerindeki Yahudi varlığı da eritilme sürecine sokulmuş, bu süreç Balkanların 2. Dünya Savaşı sırasında Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın kontrolüne geçmesiyle büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Günümüzde, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra uluslararası bir suç olarak tanımlanmasına rağmen, etnik temizlik hareketlerinin bittiğini düşünmek çok yanlış olacaktır. Kısa bir süre önce Myanmar askeri yönetiminin ülkedeki Rohinga Müslümanlarına karşı savaş suçları ve soykırımı suçu işlediği bilinmektedir.

Yazının Devamını Oku

Dört önemli gelişme

27 Şubat 2020
Uluslararası Sağlık Örgütü yeni tip korona virüsüne “Covid-19” adını taktı. Adı ne olursa olsun korona virüsü salgını giderek yayılıyor ve uluslararası işbirliğini tehdit eden bir hal almaya başlamış vaziyette.

Artık konu sadece Çin’i ilgilendirmiyor. Korona salgınının Çin’den Güney Kore, İran, Irak ve İtalya’ya yayıldığı haberleri durumun vahametini giderek arttırıyor. Yani Türkiye’den bakıldığında salgın artık “uzakta” değil, “kapıya gelmiş” görünüyor. Orta Doğu ülkelerinden tek tek gelen haberler virüsünün Kuveyt, Ürdün ve İsrail’de ülke dışından gelenlerde “görüldüğü” yönünde.

Korona virüsünden İran’da etkilenenlerin ve hayatını kaybedenlerin sayısının hızla yükselmesi, Türkiye dahil, bölge ülkelerini alınan tedbirleri arttırmaya zorluyor, İran’ın komşularından tecrit edilmesi süreci hızlanıyor. Bir ölçüde İtalya için de benzer bir durum söz konusu.

Türkiye, İran’la olan 3 sınır kapısını geçici olarak kapattığını bu hafta başında açıkladı. Ağrı-Gürbulak, Van-Kapıköy ve Hakkari-Esentepe sınır kapılarından Türk vatandaşı olmayanların Türkiye’ye girişine izin verilmiyor. Buna Ağrı’dan Nahçıvan’a açılan Dilucu sınır kapısı da eklenince kapanan gümrük kapısı sayısı 4 oluyor. Türkiye’den İran’a yapılan tren seferleri de durdurulmuş ve Van-Kapıköy tren yolu kapısı da geçici olarak kapatılmış durumda.

Türkiye ile İran arasındaki hava trafiği de, Türk Hava Yolları’nın Tahran dışındaki şehirlere yaptığı seferleri durdurmasıyla, aksıyor. Türk Hava Yolları Tahran’a yaptığı sefer sayısını önemli ölçüde azalttığını açıkladı. Türkiye hava yoluyla gelen İranlı yolcuları da kabul etmiyor. İran’dan gelen Türk vatandaşlarının da, 14 günlük karantina dahil, Türkiye’ye girişine kurallar getirildiği izleniyor.

İran’ın diğer komşuları (Irak, Pakistan, Afganistan ve Ermenistan) da benzer tedbirleri uyguluyor. Bu ülkeler İran’la olan sınır kapılarını kapatmış durumdalar. Korona virüsü salgınıyla ilgili haberler 30’u aşkın ülkeden geliyor. Bunlar arasında İtalya da bulunuyor. Avrupa Birliği kurallarına ve Schengen Anlaşması ve kurallarına rağmen AB içindeki komşuları bile İtalya’ya karşı “korumacı” tedbirler alıyor.

Avusturya’nın İtalya’dan gelen bir treni ülkesine sokmaması ve İtalya ile sınırını kapatması bu durumu açıkça gösteriyor. Korona virüsü salgınının ortaya çıkarttığı gerçek ciddi durum ve yayılan panik havası el ele büyüyor. Turizm başta olmak üzere ülkeler arasındaki ekonomik ve kültürel işbirliğinin yayılan salgından olumsuz bir şekilde etkilenmemesi artık imkansız gibi görülüyor. İş insanları seyahat etmekten çekiniyor, salgının turizm ve ulaştırma sektörüne verdiği zarar şimdiden ortaya çıkmış gibi görünüyor.

Çin, Güney Kore ve İtalya’nın salgından etkilenen ülkeler arasında bulunması korona virüsü salgınının Dünya ekonomisi üzerinde yapacağı olumsuz etkiler üzerindeki endişeleri büyütüyor. Bu üç ülke de Dünya’daki en büyük ekonomiler arasında bulunuyor. Korona virüsü salgınının Dünya ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisinin salgının ve yayılmasının ne zaman önlenebileceğine bağlı olduğuna işaret ediliyor.

Şubat ayı başında yazdığım yazıda (13 Şubat- Korona Salgını ve Uluslararası Tepkiler) salgının yaz aylarında Tokyo’da yapılacak Olimpiyatları bile olumsuz şekilde etkileyebileceğine değinmiştim. Mevcut görüntü bu ihtimali arttırmaktadır. Virüsten etkilenen ülkelerde önemli ulusal ve uluslararası etkinlikler arka arkaya iptal edilmektedir.

Yazının Devamını Oku

Partenon Heykelleri

25 Şubat 2020
Birleşik Krallık nihayet 31 Ocak 2020 tarihi itibariyle Avrupa Birliği’nden çıktı.

AB artık 28 değil, 27 üye ülkeden oluşuyor. Büyük bir ülkenin AB’den ayrılmasının sonuçlarını ve Brexit’in uluslararası ilişkilerdeki dengelere yaptığı etkiyi önümüzdeki dönemde daha iyi göreceğiz.

Birleşik Krallığın AB’den ayrılması (Brexit) hiç de kolay olmadı ve “çalkantılı” Brexit süreci 3 sene 7 ay sürdü. Birleşik Krallıkta Brexit referandumu 23 Haziran 2016’da yapıldı, Brexit ise 31 Ocak 2020’da gerçekleşti. Bu dönemde Birleşik Krallık 3 Başbakan değiştirdi ve 2 erken seçim yapmak zorunda kaldı.

Sonuçta Birleşik Krallık halkı son sözü söyledi. 12 Aralık 2019 da yapılan seçimi Brexit yanlısı Başbakan Boris Johnson’un Muhafazakar Partisi kazandı ve Birleşik Krallık Parlamentosu Brexit Anlaşmasını onayladı ve Birleşik Krallık AB’den çıktı. Ancak Birleşik Krallık-AB ilişkilerinin nasıl bir şekil alacağı henüz belli değil. Brexit gerçekleşti ama Birleşik Krallık hala AB kurallarını uyguluyor. Bu durum bir sene daha sürecek.

Birleşik Krallığın AB’den ayrılmasını sağlayan Brexit Anlaşması, ilişkilerin yürütülmesi için bir senelik bir geçiş dönemini öngörüyor. Bu geçiş döneminde Birleşik Krallık-AB ticareti de AB kurallarına göre yürütülecek. Geçiş dönemi içinde Birleşik Krallık ile AB’nin ilişkilerinin tüm veçhelerini kapsayan bir anlaşma yapmaları ve ticaret dahil tüm ilişkilerini bu anlaşma üzerine oturtmaları planlanıyor.

Bu sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Doğal olarak Birleşik Krallığın anlaşma müzakereleri için ek zaman istemesi ve AB’nin bu durumu onaylaması mümkün. Ancak Başbakan Boris Johnson şimdiden anlaşmaya varılması için ek zaman istemeyeceği sinyallerini veriyor. Bu durumda Birleşik Krallığın AB’den ayrılması “sert”, yani anlaşmasız Brexit’e dönüşecek. Birleşik Krallık-AB ilişkileri özel bir anlaşma ile değil, uluslararası kurallara göre yürütülecek.

Bunun ticari ilişkilerdeki anlamı Birleşik Krallık ile AB arasında artık AB kuralları uygulanmayacağına göre ikili ticari ilişkilerin Dünya Ticaret Örgütü kurallarına göre yürütüleceği. Bir senelik geçiş döneminden sonra anlaşmasız (sert) bir Brexit’in iki taraf için de “kötü” sonuçlar yaratacağına işaret edenlerin sayısı oldukça fazla. Ama bir sene içinde Birleşik Krallık-AB ilişkilerinin tüm boyutlarını kapsayacak bir anlaşmanın yapılmasının da çok “zor bir iş” olduğuna inanılıyor.

Geçen hafta Brüksel’den gelen bir haber Birleşik Krallık-AB anlaşması müzakerelerinin ne kadar zor geçeceğinin anlamlı bir işareti oldu. Basında verilen haberlere göre bu müzakereler sırasında Yunanistan yasa dışı, kaçak olarak ülkeden çıkarılan kültürel eserler konusunu gündeme getirdi ve Birleşik Krallık-AB anlaşmasına bu konuda bir madde girmesini istedi.

Yunanistan’ın bu istediği Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İspanya tarafından da desteklendi. Yunanistan’ın bu isteğinin ne “anlama” geldiğini gayet iyi bilen Birleşik Krallığın ise anlaşmada böyle bir madde yer almasına sıcak bakmadığı ve Yunanistan’ın iadesini istediği tarihi eserleri iade etmeye yanaşmayacağı yine basında verilen haberlerden anlaşılıyor.

Yazının Devamını Oku

İdlib neden önemli?

20 Şubat 2020
Türk dış politikasının odak noktasını bir süreden beri İdlib oluşturuyor. İdlib 9 seneye yakın bir süredir devam eden Suriye Savaşı’nda her şeyin önüne geçmiş gibi görünüyor. Bunun haklı sebepleri var.

 

İlk olarak İdlib’te insanı bir kriz yaşanıyor. İdlib’te yaşayan insanların üçte ikisinden fazlasını kadın ve çocuklar oluşturuyor. Şam rejiminin İblib’te sürdürdüğü askeri harekat, hava operasyonları sivil halkı çok olumsuz bir şekilde etkiliyor, rejimin kendi halkına karşı savaş suçları işlemeye devam ettiğini Dünya’ya gösteriyor. Şam rejimini havadan ve karadan destekleyen Rusya ve İran da kaçınılmaz bir şekilde bu savaş suçlarının parçası olmaya devam ediyor.

İdlib’te bugün 4 milyon civarında bir nüfus yaşıyor. İdlib vilayetinin normal nüfusu 1,5 ila 2 milyon arasında. Nüfusun bu ölçüde şişmesinin sebebi Şam rejimi ve destekçilerinden kaçanların bu bölgeye sığınmış olması. İdlib esasen Astana Süreci içinde ilan edilen 4 çatışmasızlık bölgesinden sadece birisi. Ancak, Şam rejimi diğer 3 bölgeyi askeri yöntemlerle yutarken ve bundan önce de, Rusya ile İran desteğiyle ülkede kontrolünü genişletirken, rejim muhalifi halk ile rejimle savaşan milisler İdlib’e kaçmışlardı.

“Kaçma” lafı belki çok doğru da değil. Esasen İdlib’e sonradan gelen nüfusun büyük bölümünün rejim ve Rusya’nın bilgisi ve onayıyla İdlib’e gitmelerine izin verildiği biliniyor. Yani gerek Şam rejimi, gerekse Rusya İdlib’te yaşayan nüfusun Suriye’ye siyasi bakışını (rejim muhalifi olduklarını), bu nüfus içinde silahlı milislerin de bulunduğunu İdlib 2017 yılında Çatışmasızlık Bölgesi ilan edilirken gayet iyi biliyorlardı.

Şimdi Şam rejiminin İdlib sorununu (diğer çatışmasızlık bölgelerine yaptığı gibi) şiddet yoluyla ve askeri yöntemlerle çözmek istediği görülüyor. Yani rejim İdlib’i de zorla kontrolü altına almak istiyor. Ancak burada yaşayan halkın büyük bir bölümü, Suriye sorunu çözülmeden, Şam’ın kontrolü altına girmek istemiyor. Şam rejiminin askeri hareketliliği burada yaşayan nüfusu Türkiye sınırına doğru hareketlendiriyor; Türkiye’yi yeni bir Suriyeli sığınmacılar krizi ile karşılaşmaya zorluyor.

Rejimin son olarak Şam-Hama-Halep (M-5) Karayolu’nu ele geçirmeye çalışmasının 1 milyona yakın insanı bir kez daha evlerinden ettiği, sınıra yığılan insan sayısının 2 milyona yaklaştığı ifade ediliyor. Bu insanlar ağır kış şartlarında Türkiye sınırına yakın bölgelerdeki derme çatma kamplarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Şam rejiminin, Rusya’nın hava desteğiyle İdlib’te sebep olduğu tahribatın boyutları büyük. Ama Şam rejimi kendi halkına karşı insanlık ve savaş suçları işlemeye çok da aldırmıyor.

Şam rejiminin isteğinin İdlib’i de rejim karşıtı olarak gördüğü ve herkesi “terörist” olarak ilan ettiği nüfustan temizlemek istediği açık. Bu rejimin işine de geliyor, böylece Suriye rejim karşıtı nüfustan “temizlenmiş” oluyor. Zaten 6 milyon Suriyeli ülkelerini terk etmiş, komşu ülkelere ve Avrupa’ya kaçmış durumda. Bütün işaretler Şam rejiminin ülke dışına kaçan bu 6 milyona şimdi de İdlib’te yaşayan 4 milyonun büyük bölümünü eklemeye hazır olduğunu gösteriyor.

Bu durum da akla Suriye Savaşı’nın başında Mahir Esad’ın söylediği basında yer alan, Suriye’nin nüfusunun (babası) Hafız Esad döneminde 8 milyon olduğunu, gerekirse Suriye’nin bu nüfusa geri dönebileceğini vurgulayan sözlerini getiriyor. Bu tabii tam olarak bir etnik temizlik harekatı. Suriye nüfusu rejim tarafından rejim muhaliflerinden temizleniyor. Tahran’ın Şam rejiminin bu etnik temizlik suçunu işlemesine aktif bir şekilde yardım ettiği ve destek sağladığı da açık.

Yazının Devamını Oku

Filistin ve İsviçre peyniri

18 Şubat 2020
Açıklandığından bu yana Filistinliler ABD’in Çözüm Planı’na uluslararası bir tepki oluşturmaya çalışıyorlar. Filistin Yönetimi ilk önce Arap Ligi ve daha sonra İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Afrika Birliği örgütlerinden arka arkaya Trump Filistin Çözüm Planı’nı reddeden ve 1967 Savaşı öncesi sınırlarda “gerçek” bir Filistin Devletinin kurulmasını destekleyen kararlar çıkartmada başarılı oldular.

Geçen hafta başında da konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne getirildi. Amaç Güvenlik Konseyi’nden de Trump Planı’nın Filistin Sorununu çözmede esas alınamayacağı ve uluslararası toplumun (eskisi gibi) “gerçek” 2 devletli bir çözümü desteklediğini vurgulayan bir karar çıkartmaktı. ABD (ve muhtemelen Birleşik Krallığın) kararı veto edecekleri zaten tahmin edilmekte, böylece Trump Yönetiminin Konsey’de “yalnız” bırakılması da planlanmaktaydı.

Bu durumda atılacak adım, büyük ihtimalle, BM Genel Kurulu’nun olağanüstü toplantıya çağrılması ve aynı nitelikte bir kararın Genel Kurul’da kabul edilmesinin sağlanarak Trump Yönetimi’nin “yalnızlığının” Dünya’ya bir kez daha gösterilmesi olacaktı. Ancak, Birleşmiş Milletlerde işler tam planlandığı gibi gitmedi. Trump Yönetimi’nin üye ülkeler üzerindeki ağır baskısı ve mevcut üye yapısı Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkarılmasını ve ABD’nin bu kararın geçmesini ancak veto yoluyla engellemesini önledi.

Filistin Yönetimi Başkanı Abbas’ın Güvenlik Konseyi toplantısında yaptığı konuşma uluslararası alanda geniş ilgi topladı. Abbas, Trump Yönetimi Planının gerçek 2 devletli bir çözümü önlediğini, Filistin halkının meşru hak ve taleplerini görmezlikten geldiğini vurguladı; Plan’da kurulması öngörülen bölünmüş, bütünlüğünü tamamen kaybetmiş Filistin Devletini “İsviçre peynirine” benzetti.

Güvenlik Konseyi’nin hemen hemen tüm üyeleri yaptıkları konuşmalarda Abbas’ı destekleyen bir tutum aldılar ve Trump Planı’nda kurulması öngörülen parçalara bölünmüş, başkenti Doğu Kudüs olmayan, ekonomisini, su kaynaklarını, sınırlarını, hava ve deniz sahasını bile kontrol hakkı verilmeyen bir Filistin Devletinin kurulmasının BM ve uluslararası toplumun “beklentilerini” karşılamayacağını ifade ettiler.

ABD ile işbirliği içine girebileceği düşünülen Birleşik Krallık temsilcisi bile ülkesinin gerçek bir Filistin Devleti’ni ve bu devletin 1967 savaşı öncesi sınırları esas olarak alarak kurulmasını desteklediğini açıkladı. Ancak konu bir karar tasarısının kabulüne gelince durum değişti ve ABD’nin baskısı kendisini gösterdi. BM Güvenlik Konseyi’ne Trump Planını reddeden bir karar tasarısı sunan Endonezya ve Tunus, bu karar tasarılarını, geçmesi için gerekli olan 9 oyu toplayamayacağının anlaşılması üzerine, geri çekmek zorunda kaldılar.

Doğal olarak Güvenlik Konseyi’ne daha ılımlı hale getirilmiş bir karar tasarısı sunulması hala mümkün. Ancak bunun olmayacağı, Filistin Yönetiminin şimdilik Trump Planı’nın BM’de reddedilmesi fikrinden vazgeçtiği, bu çerçevede BM Genel Kurul’unun olağanüstü toplantıya çağrılmasının da şimdilik “ertelendiği” anlaşılıyor.

Bu durumun bir yandan BM Güvenlik Konseyi reformunun ne kadar gerekli olduğunu ve mevcut yapısı ile Güvenlik Konseyi’nin uluslararası toplumu temsil edemediğini gösterdiğini düşünenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak konunun bir de ABD’nin etkisini ve diğer ülkeleri (ABD’ye karşı) daha dikkatli “davranmaya” iten gücünü ortaya koyduğunu görmek gerekiyor. Trump döneminde bu “etkinin” ABD’nin Avrupalı müttefiklerine karşı da kullanıldığı, Almanya ile Fransa gibi ülkelerin bile Trump Yönetimi ile çok da fazla “ters” düşmemeye çalıştıkları izleniyor.

Bilindiği gibi BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi (ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa) var. Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 10’u ise Genel Kurul tarafından 2 sene için coğrafi temsil esası üzerinden seçiliyor. Bu 10 ülke 2020 yılı için Belçika, Almanya, Estonya, Nijer, Güney Afrika, Tunus, Vietnam, Endonezya, Dominik Cumhuriyeti ile Saint Vincent ve Grenadinler. Güvenlik Konseyinin bu mevcut yapısı ABD baskısına açık durumunu da çok belirgin bir şekilde gösteriyor.

Yazının Devamını Oku