Paylaş
Cumhurbaşkanı Erdoğan 5 Mart tarihinde Rusya’ya gitti ve Rusya Devlet Başkanı Putin’le yüz yüze bir görüşme daha gerçekleştirdi. Sonuç İdlib’te ateşkesin ilan edilmesi idi. İki Devlet Başkanının tek tek ve heyetler halinde gerçekleştirdikleri görüşmeler 6 saat kadar devam etti. Bu görüşmelerin sonucunda varılan mutabakat “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’ndeki Durumun İstikrarlaştırılmasına ilişkin Muhtıraya ek Protokol” adını taşıyor. Muhtırada daha önce (4 Mayıs 2017 ve 17 Eylül 2018 tarihlerinde) İdlib konusunda Türkiye ve Rusya arasında varılan 2 mutabakatın geçerli olduğuna atıf yapılıyor ve üzerinde anlaşmaya varılan yeni 3 madde açıklanıyor.
Her şeyden önce İdlib’te tehlikeli bir şekilde tırmanan çarpışmalara son veriliyor ve “ateşkes” ilan ediliyor. Üzerinde mutabakata varılan diğer 2 madde ise Lazkiye’yi Halep’e bağlayan M-4 karayolu ile ilgili. M-4 Karayolunun İdlib Çatışmasızlık Bölgesi içinden geçen bölümünün kuzey ve güneyinde altışar kilometre derinliğinde (Trumba’dan Ain El Havr’a kadar olan kesimi boyunca) bir güvenlik koridoru oluşturuluyor. Bu koridorda güvenliğin Türk-Rus ortak askeri devriyelerince sağlanması da kararlaştırılıyor.
Varılan Mutabakata göre “Güvenlik Koridorunun” işleyişine (ortak askeri devriyelere) dair ayrıntılı esas ve usullerin 7 gün içinde Türk ve Rus askeri makamları tarafından tespit edilmesi gerekiyor. Bu çerçevede M-4 karayolu üzerinde Türk-Rus ortak askeri devriyelerin 15 Mart tarihinde başlayacağı da “ek protokolde” belirtiliyor. Anlaşmanın hayata geçirilmesi için Türk ve Rus askeri görüşmeleri de bu hafta içinde başlamış durumda. Bu amaçla bir Rus askeri heyeti Ankara’da bulunuyor.
Ek protokolün imzasından bu yana İdlib’ten gelen haberler, Şam rejimi unsurlarının gerçekleştirdiği bazı “ufak-tefek” ihlallere rağmen, genelde ateşkese uyulduğu yönünde. İdlib’te ateşkese bu kez uyulacağı ve ateşkesin kalıcı hale getirilebileceği “ümit” ediliyor. İdlib’te daha fazla kan dökülmeyeceği, sivil halk üzerindeki Şam rejimi “terörünün” nihayet sona erdirilebileceği beklentisi bu şekilde büyüyor.
Türk yetkililerin verdikleri bilgiler İdlib’te (yoğun çatışmaların meydana geldiği) son bir ay içinde 59 şehit verdiğimizi, İdlib’te askerlerimize saldıran Şam rejimi unsurlarından 3.400 kişinin ise etkisiz hale getirildiğini gösteriyor. Birleşmiş Milletler, İdlib’teki sivil halkın Şam rejim saldırılarından büyük ölçüde etkilendiğini, 2 milyon kadar kişinin çatışma bölgelerinden kaçarak Türkiye sınırındaki “derme-çatma” kamplara yerleşmek zorunda kaldıklarını bildiriyor.
Bu bakımdan varılan ateşkes önemli ve ateşkesin “kalıcı” hale gelmesi İdlib’te yaşayan sivil halka İdlib’te kalma ve (en azından Suriye soruna siyasi bir çözüm bulununcaya kadar) yaşamlarını burada (kendi ülkelerinde) devam ettirme imkanı tanıyor. Rusya ile 5 Mart tarihinde varılan mutabakatın Türkiye için en büyük önemi Suriye’den (İdlib’ten) Türkiye’ye yönelik yeni bir sığınmacılar “krizini” önlemesi olarak ortaya çıkıyor. Şam rejiminin ateşkese uyması (ateşkesin kalıcı hale gelmesi) ve İdlib konusunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini anlaması için Rusya’nın ve diğer küresel güçlerin rejim üzerinde etkilerini kullanmaları zorunlu.
5 Mart Mutabakatının Türkiye’nin Suriye’de (siyasi çözüm çabalarında) elini güçlendirdiğini söylemek mümkün. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de Şam rejiminin değil Suriye halkının daveti üzerine bulunduğumuzu, bu çerçevede Suriye’den Suriye sorununa Suriye halkının tümünün kabul edebileceği bir çözüm bulunması halinde çekileceğimizi ifade eden sözlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Eğer Şam’daki rejim gerçekten Suriye’yi tekrar birleştirmek ve ülkenin toprak bütünlüğü kadar siyasi birliğini de kurmak istiyorsa, ülkede tüm Suriye halkının kabul edeceği siyasi ve ekonomik reformları gerçekleştirmek zorundadır. Suriye sorununu ne askeri şiddet yoluyla ne de eski “alışkanlıklara” devam ederek, demokratik ve çoğulcu olmayan, Suriye halkının gerçek siyasi eğilimlerini ortaya koymayan diktatörlük yöntemleriyle çözmek imkanı bulunmamaktadır
Siyasi çözümün sağlanmasının yolu Suriye’ye Suriye halkını birleştirecek, daha demokratik, çoğulcu ve halkın yönetime gerçekten katılmasını sağlayacak yeni bir Anayasa yapılmasından ve Anayasa Komitesinin “başarısından” geçmektedir. Bu gerçekleşene kadar ne Şam ne de onun Moskova ve Tahran’daki destekçilerinin Suriye sorununun çözümlenebileceğini, Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin tekrar sağlanacağını, uluslararası toplumun Suriye’nin yeniden inşasını destekleyeceğini düşünmeleri “gerçekçi” değildir.
Suriye’de 9 yıldır devam eden savaşın ortaya çıkarttığı insani kriz devam etmektedir. Suriye Savaşı 6 milyon kadar Suriyelinin ülke dışına kaçmasına neden olmuştur. Şam rejiminin bu durumu Suriye nüfusunun “temizlenmesi” olarak gördüğü ve Suriye sorununu hala şiddet yoluyla çözmek istediği ortadadır.
Suriye’den kaçan 6 milyon nüfusun 3,7 milyon kadarı Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye geçen dönem içinde Dünya’da en fazla sığınmacı “misafir eden” ülke durumuna gelmiştir. Türkiye’nin halen ülkelerindeki savaşlardan ve siyasi ve ekonomik şartlardan kaçan 5 milyon kişiye ev sahipliği yaptığı izlenmektedir. Buna karşılık başta Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası toplum Türkiye’ye bu yükü kaldırması için gerekli katkıyı sağlamamaktadır.
Ankara, Avrupa Birliğinin 18 Mart 2016 tarihinde varılan Anlaşmada Türkiye’ye verilen sözleri ısrarlı bir şekilde yerine getirmemesi üzerine Batı sınırlarını AB ülkelerine gitmek isteyen sığınmacılara açmak durumunda kalmıştır. AB’nin, bir yandan Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmezken, diğer yandan Türkiye’yi sığınmacılarla kendi arasında bir duvar olarak görmesi haklı değildir.
Türkiye’nin sınırlarını sığınmacılara açması Yunanistan’da bir krize neden olmuştur. AB’nin desteğiyle Atina’nın sığınmacıları şiddet yoluyla durdurmaya kalkması uluslararası hukuka aykırı olduğu gibi, insani değerleri de rencide etmekte, AB’nin artık alışık hale geldiğimiz “çifte standartlarını” bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Brüksel’de AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ile yaptığı üçlü toplantıda sığınmacılar konusunun bütün veçheleriyle gündeme geldiği anlaşılmaktadır. Bugüne kadar AB’nin, çeşitli gerekçeler ileri sürerek, Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmemesi ve vaat ettiği finansal desteğin sadece küçük bir bölümünü gerçekleştirmesi ciddi bir sorundur.
Ancak AB Türkiye’ye karşı diğer yükümlülüklerini de yerine getirmekten kaçınmakta, Türkiye-AB ilişkileri bir türlü arzu edilen şekilde “yoluna sokulamamaktadır”. AB’nin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimini kullanarak Türkiye ile Gümrük Birliği Anlaşmasının yenilenmesi ve genişlemesi görüşmelerini, kendi lehine de olacağını bilmesine rağmen, başlatmaması cidden anlaşılması zor bir durumu ve Türkiye karşıtlığını ortaya çıkartmaktadır.
Brüksel’de yapılan Erdoğan-Michel-Leyen görüşmesinde kurulan mekanizmanın kısa zamanda sonuç vermesi ve Türkiye-AB ilişkilerinin artık “yoluna” sokulması beklentisi bulunmaktadır. Bu konuların Salı günü (17 Mart) Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya Başbakanı Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron arasında yapılacak 3’lü (veya İngiltere Başbakanı Johnson’un da katılmasıyla 4’lü olarak gerçekleşecek) Zirve’de ele alınması beklenmektedir.
Türkiye’nin İdlib konusuna ve Suriye sorununa odaklandığı bir dönemde Dünya korona virüsü salgınının ortaya çıkarttığı çok ciddi bir durumla karşı karşıya bulunmaktadır. Salgının ülkeden ülkeye atlaması, Çin ve Güney Kore’den sonra İran ve İtalya’da ortaya çıkarttığı çok ağır durum endişeleri ve “panik” havasını arttırmaktadır.
Bu hafta başında salgının Dünya ekonomisinde yapmaya başladığı ağır “hasar” da görülmeye başlamış, Dünya petrol fiyatları bir günde % 20’nın üzerinde düşerek, varil başına 45 dolarlardan 30-35 dolarlara gerilemiştir. Petrol fiyatlarındaki düşmenin temel sebebinin Dünya ekonomisindeki daralma ve talepteki azalma olduğu ifade edilmektedir.
Talebin düşmesi üzerine Dünya’nın en büyük iki petrol üreticisi ve ihracatçısı olan Suudi Arabistan ile Rusya arasında üretim kotaları yüzünden “anlaşmazlık” çıktığı izlenmektedir. Suudi Arabistan’ın talebin daralması nedeniyle yeni kota kısıtlamaları istemesi Rusya tarafından reddedilmiş, bunun üzerine Riyad üretimini arttırma “tehdidinde” bulunmuştur. Bu, petrol fiyatlarının belirli bir seviyenin üzerinde tutulması amacıyla Suudi Arabistan ve Rusya arasında 3 yıldır sürdürülen “işbirliğinin” bitmesi anlamına gelmektedir.
Konuya yakından bakıldığında Suudi Arabistan ve Rusya Dünya’daki en büyük petrol ihracatçıları olarak ortaya çıkmaktadır. 2018 yılında Suudi Arabistan Dünya petrol ticaretinin %16,1’ını karşılamış, 182,5 milyar dolar gelir sağlamıştır. Rusya, aynı yıl Dünya petrol ihracatının %11,4’ünü gerçekleştirmiş, 129 milyar dolar gelir elde etmiştir. İki ülkenin Dünya petrol ticaretindeki rolü % 27,5’dir.
Korona virüsü salgını nedeniyle ekonomisi hızla yavaşlayan Çin ise Dünya’daki en büyük petrol ithalatçısıdır. Çin petrol ithalatı Dünya petrol ticaretinde %19,7 ile ilk sırada yer almaktadır. Yine salgından en fazla etkilenen ülkeler arasında yer alan İtalya petrol ithalatında Dünya’da 8. sırada bulunmaktadır. Korona salgınının yayılması ve şiddetini arttırması halinde Dünya ekonomisindeki yavaşlamanın büyümesi kaçınılmaz görünmektedir.
Suudi Arabistan bu hafta, petrol fiyatlarındaki tarihi düşme yanında, ülkedeki siyasi gelişmelerle de dikkatleri üzerine çekmiştir. Suudi kraliyet ailesi içinde ciddi bir güç mücadelesi meydana geldiği ortaya çıkmaktadır. 9 Mart günü aralarında eski veliaht prens (kralın yeğeni) ile kralın kardeşlerinden birinin de bulunduğu üst düzey, önemli kraliyet ailesi mensuplarının gözaltına alınmaları, ev hapsine sokulmalarının Suudi Arabistan için ne anlama geldiği konuşulmaktadır.
Genel kanı Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ın iktidarını güçlendirdiği ve kraliyet ailesi içindeki “muhalefeti” ortadan kaldırmaya çalıştığı yönündedir. Şimdiki Kral Salman 84 yaşındadır. Son “çalkantılar” Suudi Arabistan’da Kralın hayatını kaybettiği söylentilerinin yayılmasına neden olmuş, Riyad Kralın ölmediğini gösteren resimler yayınlamak yoluna gitmiştir. Suudi kraliyet ailesi içindeki “büyüyen” mücadele Kral’ın oğlu Muhammed Bin Salman’ın 21 Haziran 2017 yılında veliaht prens ilan edilmesinden bu yana devam etmektedir.
Muhammed Bin Salman aralarında insan hakları kuruluşlarının da bulunduğu birçok çevre tarafından eleştirilmekte, dış politikada aldığı kararların da Suudi Arabistan’ı zor duruma soktuğuna işaret edilmektedir. Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğunda öldürülmesinden bu yana Prens Salman hiçbir Batı ülkesine ikili “resmi” ziyarette bulunmamıştır.
Daha önceki bir yazımda da değindiğim gibi bu yılki G-20 Zirvesi Riyad’da yapılacaktır. Zirve tarihi olarak 21-22 Kasım olarak açıklamıştır. G-20 Zirvelerine 19 üye ülke ve AB dışında, bazı uluslararası kuruluşların temsilcileri ve misafir ülke liderleri katılmaktadır. Bu yılki Zirveye Suudi Arabistan’ın, Muhammed Bin Salman’ın yerel müttefikleri, Mısır ve (Körfez İşbirliği Konseyini temsilen) Birleşik Arap Emirlikleri’ni de davet ettiği bilinmektedir.
Riyad’dan yayılan söylentiler, Prens Salman’ın, Kasım ayından önce babasının yerine tahta oturmak ve G-20 Zirvesine ev sahipliği yapmak istediği yönündedir. Bundan önceki iki (Japonya ve Arjantin) G-20 Zirvesine de yaşlanan Kral Salman yerine veliaht prens (Suudi Arabistan’ı temsilen) katılmıştır. Muhammed Bin Salman’ın tahta geçmesi yolunda, Kraliyet ailesi içinde de gelse, her türlü “muhalefeti” ve “engeli” kaldırmak istediği, bu hafta başında Riyad’da meydana gelen gelişmeleri de bu çerçevede okumak gerektiği vurgulanmaktadır.
Sebebi ve amacı ne olursa olsun, Prens Salman’ın ülkesindeki siyasi kontrolünü her geçen gün biraz daha arttırdığı, bunu yaparken yönetimini giderek daha da baskıcı ve totaliter hale getirdiği izlenmektedir.
Paylaş