Türkiye yeni yılın ilk haftası içinde Rusya Devlet Başkanı Putin’i ağırladı. Putin İstanbul’a, Karadeniz’in altından Türkiye’ye doğrudan döşenen ikinci Rus doğal gaz hattının ilk bölümünün tamamlanması sebebiyle geldi ve İstanbul’da bu amaçla düzenlenen törene katıldı. Tören için diğer 2 misafir, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ve Bulgaristan Başbakanı Boyko Borissov da, İstanbul’a geldiler.
Türk Akım projesi birbirine paralel olarak Rusya’dan Türkiye’ye Karadeniz’in tabanından gelen 2 boru hattından oluşuyor. 8 Ocak günü yapılan törenle projenin döşenmesi tamamlanan ilk boru hattının açılışı yapıldı. Bu boru hattı Türkiye’ye Rus doğal gazını doğrudan taşıyacak. İlkine paralel döşenen ikinci boru hattının tamamlanması ile Bulgaristan ve Sırbistan’ın da Türk Akım boru hattından doğrudan doğal gaz almaları imkan dahiline girecek.
Türk Akım boru hattının tamamlanmasıyla Rusya ve Türkiye’nin Ukrayna ve Balkanlar üzerinden Türkiye’ye gelen boru hattına ihtiyacı kalmıyor. Yani Rusya bir anlamda Ukrayna’yı devre dışı bırakıyor ve bu ülkeye doğal gaz boru hattının transit geçişi için yaptığı ödemeden kurtulmuş oluyor. Rus doğal gazını Türkiye’ye getiren diğer bir boru hattı da zaten yine Karadeniz’den doğrudan Sinop yakınlarında Türkiye’ye ulaşıyor.
Böylece şimdi Türkiye’ye Karadeniz’in altından gelen 2 Rus doğal gaz boru hattı var. Bu boru hatları hiçbir ülkeden transit geçmiyor ve Rus doğal gazını Karadeniz üzerinden doğrudan Türkiye’ye getiriyor. Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanmasında Rus doğal gazı önemli bir rol oynuyor. Rusya ile Türkiye ekonomik ilişkilerindeki büyüme çok dikkat çekici.
Türkiye-Rusya dış ticareti 2019 yılında 25,5 milyar dolara ulaşmış; iki ülkenin karşılıklı yatırımları 20 milyar seviyesine gelmiş durumda. Türkiye ile Rusya ticaretlerini 100 milyar dolar seviyesine ulaştırmak istiyor. Ancak, bu hedefe ulaşılmasının zaman alacağı görülüyor. Türkiye-Rusya dış ticareti Rusya lehine açık veriyor, ama iki ülke arasındaki diğer alanlardaki ekonomik faaliyetler bu açığı kapatmaya yardımcı oluyor.
Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı 2019 yılında 5,9 milyon seviyesine ulaşarak ciddi bir rekor kırmıştır. Türk müteahhitlik şirketleri Rusya’da 60 milyar dolar üzerinde 2000’e yakın projeyi gerçekleştirmişlerdir. Bu durum Türkiye-Rusya arasındaki ekonomik işbirliği ve ortaklığın hemen her alanda hızlı bir şekilde, iki ülke menfaatleri doğrultusunda, geliştiğini göstermektedir. Türkiye ve Rusya ekonomileri birbirini tamamlayabilmekte, bu da iki ülke arasındaki ekonomik ortaklığa ciddi bir hız kazandırmaktadır.
Rusya Devlet Başkanı Putin’in İstanbul’a Suriye’ye yaptığı günübirlik ziyaretten hemen sonra gelmesi Putin ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yapılacak görüşmelerde Suriye konusunun ağırlıklı olarak masada bulunacağının bir işareti olmuştur. Türkiye ile Rusya, farklı tarafları desteklemelerine rağmen, Suriye bağlamında iyi bir işbirliğini yürütebilmektedir. 8 Ocak’ta İstanbul’da yapılan Erdoğan-Putin görüşmesi de bu çerçevede geçmiş ve iki lider İdlib’te yeni bir ateşkes kararı alarak, İdlib konusunda Türkiye’de artan endişeleri karşılayabilmişlerdir.
Vaşington ve Tahran’dan gelen beyanlar iki tarafın da topyekün bir savaşa gidebilecek gelişmeleri istemediğine işaret etmekte; hem ABD hem İran’ın diğer tarafın “tırmanmayı” durdurmasını ve “misillemelerden” vazgeçmesini arzu ettiği anlaşılmaktadır. Dikkatler zaten İran’ın Tahran Havaalanından kalkan Ukrayna Havayollarına ait bir yolcu uçağını “hata” sonucu füzeyle düşürdüğünü “nihayet” (olaydan üç gün sonra) kabul etmesi ve Tahran’da yeniden başlayan rejim karşıtı sokak gösterileri üzerine odaklanmış gözükmektedir.
Trump Yönetimi’nin, İran’ın Irak’taki 2 üssüne yönelik düzenlediği son füze saldırılarına askeri yöntemlerle karşılık vermeyeceği anlaşılmaktadır. Vaşington, İran’a yönelik yeni ekonomik yaptırımlar açıklamıştır. ABD’nin yine siyasi ve ekonomik baskı yöntemi ile Tahran’ı “yola getirme” ve İran içinde rejim karşıtı muhalefeti güçlendirme stratejisine geri döndüğü ortaya çıkmaktadır.
Son olaylar Irak’taki ABD üslerine roketli saldırılar düzenlenmesi ile başlamıştır. Bu saldırılarda bir Amerikan vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Daha sonra Bağdat’taki ABD Büyükelçiliği önünde (Şii milis gücü) Haşdi Şabi’nin bir kolu olan Ketaib Hizbullah tarafından düzenlenen gösteriler şiddet olaylarına dönüşmüş, bunun üzerine Vaşington Şam’dan Bağdat’a hava yoluyla gelen İran Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri Komutanı Kasım Süleymani’yi düzenlediği bir hava saldırısı ile Bağdat Havaalanı yakınlarında öldürmüştür. Süleymani’nin “intikamının alınması” için Tahran, Irak’taki 2 Amerikan üssüne 16 füze atmıştır.
İran kaynaklarınca 2 ABD üssünde 80 Amerikalı askerin öldürüldüğü yönünde verilen haberler daha sonra Amerikan yetkilileri tarafından doğrulanmamış; Başkan Trump ve ABD Savunma Bakanı İran füze saldırılarının üslerde yaptığı zararın küçük olduğunu ve hiçbir insan kaybı yaşanmadığını açıklamışlardır. ABD üslerinde insan kaybı yaşanmamasının Trump Yönetimi’ne tırmanmayı kontrol altına alma için bir fırsat tanıdığı ve Vaşington’un tekrar İran’a karşı ekonomik yaptırımlar stratejisine geri döndüğü ortaya çıkmaktadır.
ABD-İran ilişkilerinde askeri tırmanmanın durdurulmasına rağmen Vaşington-Tahran arasında yaşanan “krizin” kontrol altına alındığını söylemek imkanı bulunmamaktadır. Her şeyden önce Tahran yaşanan son olaylar sırasında artık kendisini İran Nükleer Anlaşması ile bağlı görmediğini açıklamıştır. Bu ABD’den sonra İran’ın da Nükleer Anlaşmadan çekildiği, İran’ın “gizli” nükleer askeri programına tekrar geri dönebileceği anlamına gelmektedir.
Tahran bugüne kadar hep İran nükleer programının nükleer enerjinin barışçı amaçlarla kullanılmasına yönelik olduğunu, İran’ın nükleer silah üretmek amacı taşımadığını iddia etmiştir. Ama Dünya İran’ın askeri nükleer bir güç olmak istediğinden şüphe etmiş, İran’ın nükleer programının önemli bir bölümünü Dünya’dan saklamaya çalışması bu şüpheleri arttırmıştır. Batılı kaynaklara göre İran nükleer silah üretmekten sadece bir ile iki yıl, hatta aylar kadar uzaktır.
ABD’yi İran Nükleer Anlaşmasından çeken Trump, birçok kereler, İran’ın nükleer silah üretmesine izin vermeyeceğini açıklamış bulunmaktadır. İran’ın şimdi Nükleer Anlaşmadan tamamen çekilmesi, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine, nükleer silah üretmesini sağlayacak şekilde, devam etmesi ABD-İran ilişkilerinde yaşanabilecek yeni bir tırmanmanın işareti olma riskini taşımaktadır.
ABD ilişkilerindeki sorunların geçmişi, bazılarına göre, 2. Dünya Savaşı’nın bitimine, ABD’nin İran’da İngiltere’nin oynadığı rolü devralmasına kadar gitmektedir. ABD, 1953 yılında CIA tarafından düzenlenen bir darbeyle Başbakan Musaddık’ı devirerek ve İran Şahı’na kayıtsız şartsız bir destek sağlayarak, Şah’ın ülke içinde ve dışardaki aşırılıklarına arka çıkarak 1979 ‘da kopan ABD-İran ilişkilerindeki sorunların temelini oluşturmuştur.
ABD’nin İran’da misilleme için seçtiği hedefler arasında kültürel yapıların da bulunduğunun anlaşılması, İran’dan gelen ABD’nin uluslararası hukuku ihlal etmekte olduğu iddialarını arttırıyor. Başkan Trump ise İran’ın zaten uluslararası hukuku ihlal eden bir ülke olduğunu ve Tahran’ın bu yönde şikayetler ileri sürme “hakkı” olmadığını belirtiyor.
Başkan Trump, sadece İran’ı tehdit etmekle kalmıyor; Irak’taki ABD üslerinin ve askeri varlığının çekilmesi konusunda ısrarlı olması halinde Bağdat’ın da “ağır bir fiyat” ödeyeceğini ifade ediyor. Trump Yönetimi’nin (ABD askerlerinin ülkeden çekilmesini Vaşington’dan resmen istemesi halinde) Bağdat’a karşı İran’a uygulananlara benzer yaygın ekonomik yaptırımlara hazırlandığı anlaşılıyor. Başkan Trump, Irak’taki Amerikan üsleri için harcanan büyük meblağların dahi Irak tarafından Vaşington’a ödenmesi gerektiğinden bahsediyor.
Bundan önceki yazımda Bağdat’taki ABD Büyükelçiliğine yapılan Haşdi Şabi saldırısının Vaşington’da algılanış biçiminin farklı olabileceğine değinmiştim. Diplomatik misyonlar önünde barışçı gösterilerin yapılması olağandır ve Dünya’da birçok örneği bulunmaktadır. Ancak bu gösterilerin “barışçı” olmaktan çıkması ve şiddette dönüşmesi uluslararası hukukun açık bir şekilde ihlali anlamına gelmektedir.
Diplomatik misyonlar ve diplomatlar bulundukları ülkelerin koruması altındadır ve bunlara yöneltilen her türlü şiddet olayı doğrudan görev gördükleri ülkelerin sorumluluğu altındadır. Bağdat’ta ABD Büyükelçiliği önünde şiddete dönüşen gösterilerin kaçınılmaz olarak Vaşington’da akıllara 1979 yılında Tahran ve 2012 yılında Bingazi’de ABD diplomatik misyonlarını içine alan olayları getirdiğini düşünmek gerekmektedir.
İran’da Şah rejiminin devrilmesi ve yerine Şii teokrasisinin kurulmasından sonra ABD-İran ilişkileri hızla bozulmaya başlamış, Humeyni rejimi tarafından desteklenen ve öğrenci oldukları ifade edilen bir grup genç Tahran’daki ABD Büyükelçiliğine zorla girerek, Büyükelçilikteki 52 Amerikan diplomatını rehin almışlar ve Tahran ABD Büyükelçiliği krizi 444 gün sürmüştür. Daha sonra da birçok film ve romana konu olan bu krizin gölgesinin aradan geçen 30 yıla rağmen ABD-İran ilişkileri üzerinden kalktığını söylemek mümkün değildir.
Başkan Trump’ın İran’da 52 hedef seçildiğini ifade etmesi ile ABD Büyükelçiliğinde rehine alınan 52 Amerikalı diplomat arasındaki ilişki açıktır. Bu durum bile Amerikan yönetimleri ve Amerikan halkının 1979 Tahran Büyükelçilik krizini “unutmadığını”, bu olayın Vaşington ile Tahran arasındaki ilişkileri “zehirlemeye” devam ettiğini göstermektedir.
Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin Humeyni tarafından desteklenen bir grupça ele geçirilmesi ve rehine alınan Amerikalı diplomatların “casuslukla” suçlanmaları, diplomatların gözleri kapanmış resimleri kısa sürede ABD içinde bir iç politika sorunu haline de gelmiştir. Özellikle ABD’nin düzenlediği “kurtarma operasyonunun” (Kartal Pençesi Operasyonu) başarısızlıkla sonuçlanması, İran ortalarında bir çöle mecburi iniş yapmak zorunda kalan 2 helikopterin zarar görmesi ve başarısız operasyon sırasında 8 Amerikalı askerin hayatını kaybetmesi Amerikan iç politikasını iyice karıştırmıştır.
Uzun süren işgal sırasında İranlıların Büyükelçilikte kağıt kıyma makinesinden geçirilen gizli evrakları onardıkları ve bu yazışmaları Amerikalı diplomatlara karşı casusluk suçlamasıyla yapılacak yargılama sürecinde kullanacakları yönündeki haberler Vaşington-Tahran ilişkilerini daha da germiştir.
ABD’nin İran’a misillemesi gecikmeden hemen geldi; Bağdat Havaalanında düzenlediği roketli saldırıda İran Devrim Muhafızları komutanlarından, ismini daha önce sıklıkla duyduğumuz, Kasım Süleymani’yi ve Haşdi Şabi’nin (Halk Seferberlik Güçleri) önde gelen bazı yetkililerini öldürdü. ABD Savunma Bakanlığı, Kasım Süleymani’nin öldürülmesi yönündeki talimatın doğrudan Başkan Trump’tan geldiğini açıkladı.
Kasım Süleymani, İran ile Irak’taki Tahran’a bağlı Haşdi Şabi grupları arasında bağlantıyı kuran kişi olarak bilinmekteydi. Süleymani’nin İran dışındaki Devrim Muhafızları güçlerini yönettiği, bu kişinin Irak ile Lübnan ve Suriye’deki İran yanlısı milis güçleriyle Tahran arasındaki ilişkilerde kilit rol oynadığı bilinmekteydi.
ABD 2019 yılı içinde (İran devlet yapısı içinde bulunan) İran Devrim Muhafızlarını terörist örgüt olarak ilan ederek Dünya’yı şaşırtmış, İran da buna karşılık Orta Doğu’daki ABD kuvvetlerini terörist olarak kabul ettiğini açıklamıştı. Bu gelişmeden sonra Orta Doğu’da İran ile ABD arasındaki çatışmanın artacağı yönündeki işaretler arka arkaya gelmişti.
Irak ve Suriye’de ABD-İran çatışmasının hızlandığı yönünde olaylar 2019 yılı son aylarında arka arkaya gelmeye başladı. Haşdi Şabi’nin Bağdat’ta ABD Büyükelçiliğine düzenlediği saldırı, arkasından ABD’nin Bağdat Havaalanında Şii Dünyasında ve İran’da çok önemli bir isim olan Kasım Süleymani’yi Haşdi Şabi konvoyuna düzenlediği roketli saldırıda öldürmesi dikkatleri bundan sonra Irak, Suriye ve Lübnan’da neler yaşanacağına çevirmiş bulunuyor.
Kasım Süleymani İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’daki Şii gruplarla ilişkilerini düzenleyen, tüm Orta Doğu’daki İran politikalarının ve Orta Doğu’daki Şii-Sünni mezhepsel bölünmesinin arkasındaki kişi olarak tanınmaktadır. Bu nedenle öldürülmesi çok büyük bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Şimdi gözler Tahran’ın Vaşington’a nasıl cevap vereceği üzerine toplanmıştır. 2020 Orta Doğu’ya çok hızlı ve tehlikeli bir şekilde girmiş görünmektedir. İşaretler Türkiye’nin güneyindeki Arap ülkelerinde hızlı gelişmelerin olmasının beklenmesi gerektiğini göstermektedir.
Diğer yandan İran Dini Lideri Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Süleymani’nin öldürülmesi olayı, dikkatlerin İran’ın bölge ülkelerinde uzun zamandır yürüttüğü mezhep temelinde bölünmelere dayanan politikalarının da tekrar mercek altına girmesine neden olmuş gibi görünmektedir. İran’ın Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve Bahreyn gibi Arap ülkelerinde mezhepsel sorunları körüklediği, bu ülkelerde mezhep esasına dayanılarak oluşturulan milis güçlerine siyasi ve askeri destek sağladığı, yine mezhep esasına dayanan partilerle ilişki kurduğu suçlamaları gündemde ön sıralara çıkmaktadır.
Tahran, Irak ve Bahreyn gibi ülkelerde çoğunluk yönetimlerini destekler gibi görünürken, Suriye’de farklı bir tutum içerisine girebilmekte, seçimle iş başına gelmemiş totaliter bir rejimi, sadece mezhepsel nedenlerle desteklemekte bir sakınca görmemektedir. Bu durum da kaçınılmaz olarak İran’ın bölgede mezhepsel bölünmeleri kullanarak ve istismar ederek İran’dan Akdeniz’e bir Şii Hilali yaratmak istediği suçlamalarına ağırlık kazandırmaktadır.
Bu çerçevede Tahran’ın Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e ulaşmak istediği, Arap ülkelerinin içişlerine karışarak bu ülkelerdeki istikrarsızlığı körüklediği düşünülmekte; İran’ın “yayılmacı ve saldırgan” dış politikasının Orta Doğu ve İslam Dünyası içindeki bölünmenin temelinde bulunduğu vurgulanmaktadır. İran’ın Arap Dünyasının içinden geçtiği bu çok zor durumda, bölgedeki kontrol ve etkisini arttırmak amacıyla karışmacı ve bölücü, Arap Dünyasındaki istikrarsızlığı arttırıcı politikalar uyguladığı suçlamaları Tahran’a karşı ABD’nin desteklediği güçlü bir Cephe yaratılmasına neden olmuştur.
Rusya ve ABD varlığı artık Suriye’de sürekli bir hale gelmiş gözüküyor. Hatta Rusya’nın ve ABD’nin güneyde komşumuz haline geldiğinden bile bahsetmek mümkün. Ankara, bu durumda Suriye politikasının oluşturulmasında hem Moskova hem de Vaşington’u dikkate almak zorunluluğunu hissediyor; bu iki başkent ile görüşmeler önem kazanıyor.
Türkiye’nin artık Suriye’de iki amacı var. Ankara bir yandan Suriye ile olan sınırının güvenliğini sağlamaya ve sınırın güneyinde, Suriye toprak bütünlüğünü de bozacak, Türkiye için terör tehdidini arttıracak gelişmeleri önlemeye gayret gösteriyor. Türk yetkililer bu durumu sınırın hemen güneyinde bir “terör koridoru” oluşmasının ve bir “PKK devleti” kurulmasının önlenmesi olarak açıklıyorlar.
İşte 2019’da Ankara’nın, Vaşington’a rağmen, giriştiği Barış Pınarı Harekatının amacı bu. Türkiye, 2015 yılında başlayan Suriye’deki ABD-PYD/YPG (PKK) işbirliğinden büyük rahatsızlık duyuyor. Ankara’dan bakıldığında ABD’nin PKK’nın Suriye uzantısıyla Suriye’de giriştiği ve 4 seneden beri devam eden işbirliğinin nereye varacağı ciddi soru işaretleri ortaya çıkartıyor; ABD’nin Suriye’de ne yapmaya çalıştığı konusunda Ankara’da olan kuşkuları arttırıyor.
Başkan Trump’ın birkaç kere Suriye’den çekilme talimatı vermesine rağmen ABD’nin Suriye’de kalması ise durumu daha da ilginç bir hale getiriyor. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nda bulunan bir grubun sonunda Başkan Trump’ı Suriye’de kalmaya razı ettikleri ve bunun sağlanması için Suriye’de bulunan petrol kuyularının Şam rejiminin eline geçmemesi lazım geldiği gerekçesini kullandıkları ortaya çıkıyor.
ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’ndaki bu grubun Suriye’de kalma konusundaki ısrarının arkasında daha çok DEAŞ, İran ve Rusya tehlikelerinin bulunduğu, İsrail’in bölgedeki menfaatlerinin de dikkate alındığı anlaşılıyor. Barış Pınarı Harekatının Vaşington’da yarattığı Türkiye aleyhtarı havaya rağmen, bu harekatın yapılmasının Vaşington’da Türkiye’nin Suriye’deki kırmızı çizgilerinin ne olduğunun kavranmasına yardımcı olduğu ümit ediliyor.
Ankara, diğer yandan da Suriye konusunun tümüne bakmak zorunda kalıyor. Suriye sorununun siyasi çözümü Türkiye için büyük önem taşıyor. Burada da Rusya ile hareket ediliyor. Türkiye’de yaşayan Suriyeli sığınmacılar konusunun bir bütün halinde halledilmesi de her şeyden önce Suriye’de kalıcı bir çözümü gerektiriyor. Ama Anayasa Komitesi çalışmalarının hızlı ve olumlu bir yönde gittiği yönünde henüz Cenevre’den gelen bir haber yok.
Zaten Anayasa Komitesi’nin 2020’de de Suriye’de siyasi reformları gerçekleştirebileceğini ümit edenlerin sayısı çok az. Suriye savaşında elini çok güçlendiren Şam rejiminin siyasi reformlar konusunda bu aşamada adım atmaya yanaşmayacağı, Suriye’yi birleştirecek bir Anayasa’yı ortaya çıkartmanın çok zor olacağı düşünülüyor. Burada Şam rejimini ülkede siyasi reformları yapma zamanının geldiğine ikna edecek anahtarın Moskova’nın elinde olduğunu söylemek gerekiyor.
Türkiye açısından Suriye Savaşını bitirme çabaları çerçevesinde, sınırının hemen yanındaki, İdlib sorunu önem taşıyor. Şam rejiminin 4 milyona yakın sivilin yaşadığı İdlib’te yeni bir göç krizine yol açacak davranışlarda bulunmaması gerekiyor. İdlib’in 2020’de sorun olmaya devam etmesi ve buradaki aşırı grupların nasıl silahsızlandırılacağı ve İdlib’te istikrarın nasıl sağlanacağı konusunun Türkiye’yi meşgul etmeye devam etmesi beklentisi var.
Suudi Arabistan yönetiminin Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle ilgili olarak yürüttüğü dava sonuçlandı ve verilen cezalar açıklandı. Basında yer alan bilgilere göre mahkeme yargılanan 11 kişiden 5 kişiye idam cezası verdi, 3 kişi de 24 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. 3 kişinin ise suçsuz bulunduğu ve beraat ettiği anlaşılıyor.
Riyad’ın bu şekilde Kaşıkçı cinayetini kapatmak ve 2020’ye artık Kaşıkçı “olayını” geride bırakarak girmek istediği anlaşılıyor. Riyad’ın Kaşıkçı cinayetinin Suudi Arabistan için doğurduğu olumsuz “sonuçları” gördüğü ve kendisi için önemli bir yıl olacak 2020’ye bu olumsuzlukları geride bırakarak girmesi gerektiği değerlendirmesini yaptığı izleniyor.
Amaç bu ise Riyad’ın çok başarılı olduğunu söylemek imkanı olmadığı ortaya çıkıyor. Her şeyden önce cinayete ismi karışan önemli isimlerden hiçbirinin ceza almamasının mahkeme sonuçlarına zaten büyük bir gölge düşürdüğüne işaret ediliyor. Bu isimler arasında Kaşıkçı cinayetini yöneten kişi olarak bilinen ve Veliaht Prens Muhammed Salman’a yakınlığıyla tanınan (Kraliyet Danışmanı) Suud el-Kahtani de bulunuyor.
Cinayetle yakın ilgisi olduğu iddia edilen Suudi Arabistan istihbarat örgütünün üst düzey yetkilisi (Başkan Yardımcısı) Ahmed Aşiri’nin “kanıt yetersizliğinden” ceza almamasının, cinayetin işlendiği sırada İstanbul Başkonsolosu olan Muhammed el Uteybi’nin de mahkeme sürecinin dışında bırakılmasının dikkat çektiği belirtiliyor. Başkonsolos Uteybi’nin cinayetten sonra, Kaşıkçı’nın Başkonsolosluğa gelmediğini “ispat etmek” için, yabancı basına Başkonsolosluğu “dolapları açarak gezdirmesini”, gösteren videolar hala hatırlarda.
Suudi Arabistan’ın mahkeme sonuçlarını açıklamasına, başta Türkiye olmak üzere, gelen tepkiler de olumlu değil. Türkiye’nin mahkeme sonucunun “beklentileri karşılamaktan uzak olduğu” görüşünde olduğu; Ankara’nın mahkeme süreci sonucunda Kaşıkçı’nın “bedenine ne olduğunun, cinayetin azmettiricilerinin ve varsa yerel işbirlikçilerinin tespitinin” yapılamamasından rahatsız olduğu anlaşılıyor. Ankara, bu durumu adaletin tecellisi ve hesap verilebilirlik ilkesinin uygulanması bakımından eksiklik olarak değerlendiriyor.
Avrupa Birliğinin Kaşıkçı Mahkemesi sonuçları konusunda yaptığı açıklama da Riyad’ı öyle pek rahatlatıcı bir yönde değil. Birleşmiş Milletlerin (BM Özel
Raportörü Agnes Callamard’ın) de Suudi Arabistan’da gizli yürütülen mahkeme sonuçlarını eleştiren tutuma katıldığı izleniyor. Esasen bakıldığında Kaşıkçı cinayetinin dikkatleri hem Suudi Arabistan’daki iç duruma hem de Riyad’ın Yemen politikasına toplanmasına sebep olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda 2019 yılının Riyad için hiç de “rahat” geçmediğini söylemek gerekiyor.
Kaşıkçı olayının olumsuz etkilerinin izleri Veliaht Prens Muhammed Salman’ın 2019 yılında ülke dışına gerçekleştirdiği ziyaretlerde bile görülüyor. Prens Salman’ın bir kaç bölge (Hindistan ve Çin) ve Arap ülkesi dışında 2019’da ziyaret ettiği Batı kampı içindeki tek ülkenin Japonya olması, bu ziyaretin de ikili değil, G-20 Osaka Zirvesi çerçevesinde yapılması dikkat çekiyor.
Önümüzdeki dönemlerde gerek Türkiye gerek Dünya için denizlerden kaynaklanan sorunların ve birçok ülke için kıyıdaşı olduğu denizlerdeki egemenlik ve yetki alanlarının sınırlarının tespitiyle ilgili çatışmaların büyüyeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu durum Türkiye’nin çevresindeki 3 deniz için de geçerlidir.
Her ne kadar Karadeniz’de Türkiye için deniz yetki alanları konusunda bir sorun bulunmasa da, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etmesi, Rusya ile Ukrayna ve Gürcistan arasındaki karadaki meseleleri denize de taşımakta, Karadeniz’in istikrarı ciddi bir şekilde tehlikeye girmektedir. Türkiye’nin Karadeniz’deki istikrarsızlığa bigane kalması elbette düşünülemez.
Doğu Akdeniz, Türkiye için önemi son dönemlerde büyük ölçüde artan, deniz egemenlik ve yetki alanları konusunda ciddi sorunların yaşandığı bir alan haline gelmiştir. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanını ilan ederek ve Libya ile deniz yetki alanlarını sınırlandıran bir Mutabakat Zaptı imzalayarak doğru yönde hareket etmiş, haklarını korumak bakımından ciddi bir adım atmıştır.
Esasen Türkiye için Doğu Akdeniz’deki sorun büyük ölçüde Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki maksimalist bazı uygulama isteklerini bu kez Akdeniz’e yansıtmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Yunanistan küçük büyük tüm adalara kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge hakkı tanımak istemekte, böylece küçücük (12 km2) Meis Adasını kullanarak, Akdeniz’e 1792 km kıyısı olan kara ülkesi Türkiye’yi kendi karasuları içine sıkıştırmaya ve Türkiye’nin haklarına el koymaya çalışmaktadır.
Bu Yunanistan’ın esasen Ege Denizi’nde çok uzun bir zamandan beri yapmaya çalıştığı bir hususu bugün Doğu Akdeniz’e yansıtması ve uygulamaya çalışmasından başka bir şey değildir. Ege Denizi ile Doğu Akdeniz arasındaki en önemli farklardan birisi Ege Denizi’ne sadece Türkiye ve Yunanistan’ın kıyıdaş ülke olması; Doğu Akdeniz’deki soruna ise kıyıdaş tüm ülkelerin (Libya, Mısır, İsrail, Lübnan ve Suriye ) karışmış olmasıdır.
Doğu Akdeniz’de de kıyıdaş ülkeler arasında yaşanan sorunlar Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının sınırlarını tespit etme meselelerini çözmede olumsuz etkiler yapmaktadır. Kıbrıs Adasındaki durum buna en iyi örneklerden biridir. Kıbrıs Rum Yönetimi ne Kıbrıs Türklerinin ayrı bir devlet kurma ve kendisini yönetme hakkını (iki devletli çözüm) kabul etmekte, ne de Kıbrıs Türklerinin tam siyasi eşitliği üzerinden Kıbrıs’ı birleştirmeye ve federal bir Kıbrıs Devletinin (tek devletli çözüm) kurulmasına yanaşmaktadır.
Bu durum kaçınılmaz olarak Kıbrıs Adası’ndaki sorunların Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları konusuna yansımasına sebep olmakta; Türkiye’yi Ada’da olduğu gibi denizde de Kıbrıs Türklerinin haklarını korumak zorunda bırakmaktadır.
Doğu Akdeniz’de sorunların bu derece büyümesinin sebebi elbette ki bölgede deniz tabanında çok zengin doğal gaz yataklarının bulunduğu yönünde yayılan haberlerdir. İsrail ve Mısır kendi deniz yetki alanları içinde zengin doğal gaz yatakları bulduklarını açıklamışlardır. Kıbrıs Adasının güneyinde de zengin doğal gaz yatakları bulunduğuna inanılmaktadır. Verilen bilgiler Doğu Akdeniz’in doğal gaz rezervleri bakımından çok zengin olduğu yönündedir.
Geçen hafta 20 Aralık günü İstanbul Kültür Üniversitesi Küresel Eğilimler Merkezi (GPOT) tarafından düzenlenen “Doğu Akdeniz’de Enerji, Güvenlik ve Uluslararası Hukuk” başlıklı toplantıda Türkiye açısından konunun çeşitli yanları masaya yatırılarak incelendi.
Toplantıda Dışişleri Bakanlığı’nda Yunanistan ve Kıbrıs ile ilişkilere de bakan Denizcilik, Havacılık, Hudut İşleri Genel Müdürü Çağatay Erciyes, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler konusunda Türkiye’nin tutumu konusunda bilgi verdi. Büyükelçi Erciyes’in sunumu Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının uluslararası hukuk çerçevesinde oluşturulduğunu bütün açıklığıyla gösterdi.
Toplantıya katılan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde eskiden Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan Lefkoşa Milletvekili Özdil Nami’nin “Kıbrıs Sorunu” başlıklı sunumu, Kıbrıs Rum tarafının masada görüşmeler yoluyla çözüme niçin yanaşmadığının anlaşılması bakımından çok yararlı oldu. Kıbrıs Rum tarafının çözümden değil Ada’da kendi lehlerine geliştiğini düşündükleri statükodan yana tutumlarının Kıbrıs sorununun çözümünde en büyük engeli oluşturduğu, Türkiye’nin bu engeli nasıl aşması gerektiğini ortaya çıkartması gerekmektedir.
Toplantıda bulunan ve bir oturumun moderatörlüğünü yapan Dışişleri eski Bakanlarımızdan Murat Karayalçın’ın verdiği bazı bilgiler Kıbrıs sorununda bugün karşılaşılan çözümsüzlüğün Yunanistan ile Kıbrıs Rum tarafından kaynaklanan nedenlerinin anlaşılması konusuna ışık tuttu.
Toplantıya katılan ve oturumlarda konuşan hocalarımız Prof. Dr. Cüneyt Yüksel, Prof.Dr. Selami Kuran, Prof.Dr. Ceyhun Çiçekçi, Prof.Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, Doç.Dr. Zuhal Mert ve DEİK’ten Muhammed Ammash, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini, deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasındaki hukuki çerçeveyi ve Türkiye’nin Libya ile imzaladığı mutabakat muhtırasını daha iyi anlamamızı sağladılar. Konuşmacılar Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de karşılaştığı sorunların boyutlarını ortaya koydular.
Toplantı Prof. Dr. Mensur Akgün ve Prof. Dr. Cüneyt Yüksel’in konuşmalarıyla açıldı; toplantıdaki “Türkiye Ne Yapmalı?” oturumu emekli Büyükelçi Erdoğan İşcan tarafından yönetildi.
Denizlerden kaynaklanan sorunlar tabii ki Doğu Akdeniz’e özgün değildir. Güney Çin Denizi’nde Çin Halk Cumhuriyeti, Vietnam, Filipinler, Malezya ve Brunei hem bu denizdeki adacıklar (Spratly ve Paracel Adaları) üzerinde, hem de deniz sınırlarının tespiti konusunda, ABD’nin de karışmasıyla küresel boyutlar kazanan, ciddi bir anlaşmazlık içindedir.
Karadeniz de bile deniz yetki alanlarının çizilmesi konusunda önümüzdeki dönemlerde potansiyel çatışma alanları ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Karadeniz deniz yetki alanları konusundaki sorunlar Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmiyor ve Ukrayna ile Rusya ve Gürcistan arasında yaşanıyor ise de Karadeniz’in istikrarı konusu Türkiye’nin doğrudan ilgi alanı içindedir.