Bütün ülkeler virüsün ilk görüldüğü ve salgının başladığı Vuhan eyaletindeki vatandaşlarını geri çekmekte, Çin’e yapılan uçak seferleri iptal edilmekte, ülkeler Çinli turistleri artık istememektedir. Alınan bütün tedbirlere rağmen virüsün diğer ülkelere yayılma eğilimi içinde olması virüsle ilgili “panik” havasını arttırmakta, yönetimlerinin virüsün kendi ülkelerine “yayılmaması” için tedbir üzerine tedbir aldıkları dikkat çekmektedir.
Rakamlar gerçekten de kötü bir tablo ile karşı karşıya bulunulduğunu, virüsün yayılmasının ve salgının önlenememesi halinde, uluslararası işbirliğinin ve dünya ekonomisinin olumsuz bir şekilde etkileneceği yönündeki işaretler artmaktadır. Sayılar her gün değişmekle ve artmakla beraber halen Çin’de virüsten hastalananların sayısının 43 binin üzerinde olduğunu, salgın nedeniyle ölenlerin sayısının binin üzerine çıktığını, Çin dışında Korona virüsü nedeniyle hastalananların sayısının 300’ü geçtiğini göstermektedir.
Eğer kontrol altına alınmazsa dünya nüfusunun % 60 kadarının salgından etkilenebileceği gibi çok da gerçekçi olmadıkları akla gelen tahminler bulunmaktadır. Ancak insanlık tarihine baktığımızda bulaşıcı hastalık ve salgınların Dünya nüfusunu çok olumsuz bir şekilde etkilediği de bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.
Sırf 20. yüzyıldaki grip salgınlarına baktığımızda 1950’lı yılların ortalarında başlayan Asya Gribi salgınının 2 milyon, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra başlayan grip salgınının milyonlarca kişiyi etkilediği, 19 ve 20 yüzyıllarda yaşanan veba, kolera ve çiçek salgınlarında yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği görülmektedir.
İnsanlık tarihinin çok yakın geçmişine bakıldığında bile HIV, SARS gibi virüslerden kaynaklanan salgınların sebep olduğu insan kaybı bugün karşılaştığımız Korona virüsü “paniğini” anlamamıza yardımcı olmaktadır. İnsanlık tarihi büyük ihtimalle savaşlardan çok daha fazla sayıda insanı salgın hastalıklara kurban vermiştir.
Korona virüsünün havadan bulaşması, virüsün “kuluçka” süresinin 12-24 gün arasında olduğu yönündeki bilgiler paniği arttırmakta, daha önce de benzer salgınlarla karşılaşan dünya’daki “tedirginlik” yükselmektedir. Türkiye gibi ülkeler Korona Salgınını tedirginlikle izlerken, Japonya gibi Çin’e coğrafi olarak daha yakın ve Çin’le işbirliği daha yoğun ülkeler için Korona Salgını artık kapıda görünmektedir.
Özellikle Japonya için, Tokyo yakınlarındaki bir limanda bulunan “Diamond Princess” adlı lüks yolcu gemisinin karantina altındaki yolcularının artan bir şekilde Korona virüsü kaptıklarının ortaya çıkması, şu ana kadar yapılan testlerde 135 kadar yolcuda virüse rastlanılması, salgının ortaya çıkarttığı “tehdidin” artması anlamına gelmektedir. Dünya ve Japon basınında 56 ülkeden 3.700 yolcusuyla karantina altında tutulan yolcu gemisiyle ilgili çok sayıda haber çıkmaktadır.
Dünya basınında henüz tek tük çıkan haberlerde, henüz ne ölçüde gerçekleşeceği belirsiz olsa da, Korona virüsü salgınının 24 Temmuz-9 Ağustos 2020 tarihlerinde Tokyo’da yapılacak Yaz Olimpiyatlarına yapabileceği etki de konuşulmaya başlamıştır. Doğal olarak yaz ortalarına kadar oldukça uzun (altı ay kadar) bir zaman bulunmakta, o zamana kadar Korona Salgınının ve doğurduğu olumsuz etkilerin geçmesi beklentisi bulunmaktadır. Çoğunluğun beklentisi bahar aylarında havaların ısınmasıyla salgının da etkisini kaybetmesi ve son bulması yönündedir.
Vaşington’dan gelen en “çarpıcı” haber ve görüntüler ise Başkan Trump ile Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi arasındaki “köprülerin” tamamen atıldığına işaret ediyordu. Başkan Trump, ABD Kongresi’nde yaptığı “Birliğin Durumu” konuşması sırasında, Temsilciler Başkanı Pelosi’nin uzattığı eli sıkmadı; bunun üzerine Pelosi de Trump’ın kendisine verdiği konuşmanın metnini yırttı.
Vaşington’dan gelen üçüncü haber ise Demokrat Parti Başkan adayı ön seçiminin yapıldığı Iowa eyaletinden geldi. Iowa ön seçim sonuçlarının teknik nedenler sonucu uzun süre açıklanamaması Demokrat Parti’nin ciddi bir “hazırlıksızlık” içinde olduğunun, Parti içindeki “dağınıklığın” yayıldığının işareti olarak alındı. Partinin Başkan adaylarından birinin hala öne çıkamaması ve Parti içi mücadelenin devam etmesinin Cumhuriyetçi Parti ve Başkan Trump’ın işine yaradığını düşünenlerin sayısı oldukça fazla.
Dünya kamuoyunun dikkatlerinin ABD’de süren azil sürecinde olması çok doğaldır. ABD’nin 243 yıllık tarihinde Başkan Trump’ın dışında sadece 2 ABD Başkanı (1868’de Andrew Johnson ve 1998’de Bill Clinton) görevden uzaklaştırılmak için ABD Kongresi tarafından yargılanmıştır. Azil için yargılanan 3 ABD Başkanından hiçbiri ABD Senatosu tarafından suçlu bulunmamış, 3 Başkan da yargılama sonucu “aklanmıştır”.
Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi, Başkan Trump için Demokrat Parti kontrolündeki Temsilciler Meclisi tarafından başlatılan azil sürecinin, Cumhuriyetçi Parti kontrolündeki Senato’da başarı şansı olmadığı zaten tahmin edilmekteydi. Nitekim Senato, Başkan Trump’ı “görevini kötüye kullanmak” ve “Kongre’nin işleyişini engellemek” suçlamalarıyla yargılandığı iki davada da suçsuz bulmuştur.
İlk davanın oylamasında 100 Senatörden 48’i suçlu, 52’si suçsuz; ikinci davanın oylamasında 47’si suçlu, 53’ü suçsuz oyu kullanmıştır. Bu azil oylamaları Senato’nun Parti (Demokrat/Cumhuriyetçi) çizgilerinde bölündüğünü, Cumhuriyetçi Partinin Başkan Trump’ın arkasında durduğunu göstermektedir. Nitekim Başkan Trump daha sonra yaptığı konuşmada Senato Cumhuriyetçi Parti Çoğunluk Lideri Senatör Mitch McConnell’a teşekkür etmiştir. Cumhuriyetçi Parti ilk oylamada bir fire vermiş, Utah Senatörü Mitt Romney suçlu oyu kullanmış, Başkan Trump’ın eleştiri oklarına hedef olmuştur.
Senato, Başkan Trump’ı aklamadan önce, yaptığı başka bir oylamada 51’e karşı 49 oyla azil davasında yeni şahitler dinlenilmesi ve deliller kabul edilmesini de reddetmiş; böylece Demokrat Partinin azil sürecini uzatma ve Başkan Trump’ı “yıpratma” isteği de gerçekleşmemiştir. Beyaz Saray eski Güvenlik Başdanışmanı John Bolton’un, Senato’da Başkan Trump aleyhine şahitlik yapabileceği yönündeki beklenti de böylece gerçekleşmemiştir.
Doğal olarak, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin, Senato’da sonuç alınmasının çok zor olacağını bilmesine rağmen azil sürecini neden başlattığı sorusu akla gelmektedir. Burada bu sorunun yanıtının Pelosi’nin Başkan Trump’la ilişkilerinde ve 3 Kasım’da yapılacak ABD Başkanlık ve Kongre seçimilerinde yattığı anlaşılmaktadır.
2018 Kasım ayında yapılan Kongre seçimlerinde Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğun Demokrat Partiye geçmesinden sonra Nancy Pelosi Temsilciler Meclisi Başkanlığına seçilmiştir. Daha ilk andan itibaren Pelosi ile Başkan Trump arasında çekişme başlamış, ABD yönetiminde en üst sıralarda yer alan bu iki şahsiyet arasındaki ilişkiler giderek “çatışmaya” ve “düşmanlığa” dönüşmüştür.
İdlib’in özelliği Suriye muhalefetinin kontrolünde kalan tek alan. Astana Süreci içinde 2017’de ilan edilen 4 çatışmasızlık bölgesinden biri. Diğer (Ürdün sınırındaki Dara, Şam ve Hama yakınlarındaki) 3 çatışmasızlık bölgesi çoktan Şam rejimi tarafından “yutulmuş” vaziyette. Üstelik Şam rejimi diğer 3 çatışmasızlık bölgesini askeri yolla kontrolüne alırken, silahlı milisler dahil, buralardaki rejim muhalifleri İdlib’de taşındığı için İdlib’in şimdiki nüfusu 4 milyonu geçmiş. Bu nüfusun üçte ikisine yakın bir bölümünün kadın ve çocuklardan oluştuğu belirtiliyor.
İdlib’de Astana Süreci çerçevesinde 2017’de ilan edilen ateşkesin devam etmesi birçok açıdan önemli. Her şeyden önce burada yaşayan Şam rejimi muhalifi nüfusun Suriye içinde gidebileceği bir yer artık yok. Şam rejiminin İdlib sorununu askeri yöntemlerle çözmek istemesinin, İdlib’den Türkiye’ye yeni bir sığınmacı krizini tetiklemesinden korkuluyor. Şam rejiminin, Rusya’nın hava desteğiyle, İdlib’de yürüttüğü askeri operasyonlar sebebiyle 600 bin Suriyelinin Türk sınırına yığıldığı ifade ediliyor.
Şam rejimden Türkiye’ye doğru kaçan Suriyeliler halen sınırın Suriye tarafında derme çatma yaşıyor. Bölgedeki kış şartları bu Suriyelilerin yaşamını daha da zorlaştırıyor. Türkiye’nin sığınmacı alma kapasitesi ise zaten dolmuş bir vaziyette. Türkiye’de 3,6 milyon Suriyeli var. Türkiye yeni bir Suriyeli sığınmacılar krizinin sonuçları konusunda Dünya’yı uyarmaya çalışıyor.
Buna rağmen İdlib’de ateşkes bir türlü kalıcı hale getirilemiyor. Şam rejimi ateşkesi, Rusya’nın hava desteğiyle devamlı bozuyor. Rusya, İdlib’de ateşkesin kalıcı olacağı yönünde Ankara’ya ve Dünya’ya sözler veriyor; Türkiye ile Rusya arasında mutabakatlar imzalanıyor, ancak Şam rejimi daha bu mutabakatların “mürekkebi kurumadan” askeri harekatları başlatıyor, sivil halkı da “terörize” ediyor.
Şam rejiminin İdlib ateşkeslerini bozmasının sebebi İdlib’den geçen M-4 ve M-5 karayolları olarak gösteriliyor. M-4 karayolu Lazkiye’yi, M-5 karayolu ise Şam ve Hama’yı Halep’e bağlıyor. Şam rejiminin ekonomik önemi büyük bu iki ana karayolunun İdlib’den geçen bölümlerini ele geçirmeye çalıştığı ifade ediliyor. Birçoklarına göre ise Şam rejimi İdlib sorununu askeri yöntemlerle halletmeye,
Batı Suriye’de kontrolünde olmayan önemli ve büyük bir alanı geri almaya ve buradaki (rejim muhalifi) nüfustan kurtulmaya çalışıyor.
Burada Rusya’nın Türkiye ile anlaşarak kurdurttuğu İdlib Çatışmasızlık Bölgesi’nde Şam rejiminin kendisinin açıkladığı ateşkesleri arka arkaya ihlal etmesine niye izin verdiği, İdlib halkının terörize edilmesine yardımcı olduğu ise önemle sorulan bir sual olarak ortaya çıkıyor. Bazılarına göre Rusya, kendi Devlet Başkanı’nın vardığı mutabakatlara ve açıkladığı ateşkeslere rağmen, esasen İdlib’de askeri bir çözüm peşinde koşuyor. Bazılarına göre ise Rusya’nın, her geçen gün biraz daha güçlendirdiği Şam rejimini kontrol edebilme kapasitesi azalıyor.
Dünyanın Şam rejiminin diğer 3 çatışmasızlık bölgesini askeri yöntemlerle ele geçirmesine “sessiz” kalmasının hem Şam rejimini hem de Rusya’yı İdlib’te de askeri bir çözüme teşvik ettiği açık. Ürdün sınırındaki Dara Çatışmasızlık Bölgesi Şam rejimi tarafından ortadan kaldırılırken, bu çatışmasızlık bölgesinin garantörü olduğunu belirten Ürdün ve ABD’nin hemen hemen hiç ses çıkartmadıkları hatırlarda duruyor.
Başkan Trump iktidarda bulunduğu 3 yıl kadar süre içinde, arka arkaya, o kadar Filistin aleyhtarı karara imza attı ki, bu Plan’ın da Filistinliler aleyhine olacağı zaten biliniyordu. Beklendiği gibi oldu, spekülasyonlar doğru çıktı ve Planın tamamen İsrail Başbakanı Netanyahu’nun istediği, onun kabul edebileceği şekilde hazırlandığı ortaya çıktı.
Her şeyden önce Plan’da, Filistin tarafı bütün toprak kayıplarını kabul etse de, Filistin Devleti bugün kurulmuyor. Plan’da Filistinlilere yine devlet kurma vaadi yapılıyor, ama Filistin Devletinin kurulması fiilen 4 sene sonraya bırakılıyor, Filistinlilerin ağır şartları yerine getirmesine bağlanıyor. Bu 4 sene içinde İsrail ve ABD’nin Filistinlileri kontrol edeceği ve kurulacak Filistin Devleti’nin İsrail için bir “güvenlik” tehdidi olmayacağından tamamen emin olunmasının amaçlandığı anlaşılıyor.
Zaten kurulması vaat edilen Filistin Devleti topraklarına da sahip olmayacak. Ordu kurma hakkı yok. Sınırlarını, ekonomisini, su kaynaklarını, elektrik üretimini kontrol edemeyen, hatta vergi toplama hakkı bile olmayan bir Filistin “Devleti” kurulması amaçlanıyor. Yani kurulacak “Devlet” tamamen İsrail’in kontrolünde olacak. İstenilenin bugünkü durumu resmileştirmek olduğu çok açık olarak görülüyor. Yani Filistin’deki mevcut durum “devlet” adı altında, ağır şartlar eklenerek, Filistinlilere kabul ettirilmek isteniyor.
Plan ayrıca Filistinlilerin önemli toprak kayıplarını kabul etmesini öngörüyor. Doğu Kudüs tamamen İsrail’e bırakıldığı gibi, Filistinlilerden şimdi Batı Şeria’daki uluslararası hukuka aykırı olarak kurulan Yahudi yerleşim birimlerinin olduğu tüm bölgelerden ve Batı Şeria’nın Ürdün’le sınırını oluşturan Şeria Nehri Vadisinin batı yakasından da vazgeçmesi isteniyor.
Planla İsrail’e bırakılan bölgelerin Batı Şeria’nın % 30 kadarını oluşturduğu ifade ediliyor. Böylece kurulması öngörülen ve “Filistin Devleti” adı verilen birimin Ürdün ile olan irtibatı da tamamen kesilmiş ve İsrail’le tamamen sarılmış olması sağlanıyor. İsrail buna karşılık Necef Çölünde çok küçük iki alanı Filistinlilere bırakıyor, ama buraları zaten yerleşime uygun değil, bölgedeki bütün su kaynakları da İsrail’in kontrolünde olacağı için bir işe yaramaları da söz konusu bile değil.
Batı Şeria’daki Filistin toprakları büyük ölçüde bölündüğü ve yerleşim birimleri arasındaki irtibat ve ulaşım bile İsrail’in kontrolüne bırakıldığı gibi, kurulması vaat edilen Filistin “Devleti” toprakları da Batı Şeria, Gazze ve Necef Çölünde verileceği belirtilen 4 küçük alana bölünmektedir. Coğrafi bağlantıları koparılmış bu 4 toprak parçası arasında irtibat ve ulaşım (Batı Şeria ile Gazze arasında yapılacağından bahsedilen tünel dahil olmak üzere) tamamen İsrail kontrolünde olup, böylece Filistin “Devleti” üzerindeki İsrail “hakimiyeti” tamamlanmaktadır.
Plan’da kurulacak Filistin Devleti’nin başkentinin Doğu Kudüs olarak isimlendirilmesi de Dünya kamuoyunun nasıl “aldatılmak” istendiğini yansıtmaktadır. Plan (Haram-ı Şerif, eski Kudüs dahil olmak üzere) gerçek tüm Doğu Kudüs’ü İsrail’e bırakırken, Kudüs şehri dışında kalan Ebu Dis kasabasının Filistin Devletinin başkenti olmasını öngörmekte, böylece Filistinliler tarafından daha önce reddedilen bir öneriyi, tekrar gündeme getirmektedir.
Planda dikkat çeken çok tehlikeli bir madde de Haram-ı Şerif’in tüm dinlerden ibadet etmek isteyenlere açılacağı yönünde yer alan maddedir. Bir yandan Kudüs’teki tüm kutsal mekanlarda şu andaki yönetim düzeninin korunmasının öngörüldüğü belirtilirken, diğer yandan Yahudilere Haram-ı Şerif içinde ibadet etmenin yolu açılmak istenmekte; böylece Haram-ı Şerifle ilgili şimdiye kadar uygulanan ibadet kurallarının da değiştirileceği işareti verilmektedir.
Nisan ve daha sonra yapılan Eylül 2019 Seçimlerinde oluşan İsrail Parlamentosu’ndan ülkeyi yönetecek bir hükümet çıkmaması üzerine, Knesset yeni bir seçim kararı almak zorunda kaldı. Şimdi İsrail, 2 Mart’ta bir hükümet kurulmasına izin verecek yeni bir Parlamento kurulması için bir kez daha İsrail seçmenine gidecek.
Kamuoyu yoklamaları bu kez de İsrail seçmeninin Likud ve Mavi-Beyaz partileri arasında hemen hemen eşit bir şekilde bölündüğünü; bu seçimde oluşacak Knesset’ten de bir hükümet çıkmamasının yüksek bir ihtimal olduğunu gösteriyor. Son kamuoyu yoklamasına göre Mavi-Beyaz Partisi oyların % 34, Likud ise % 31’ini alıyor. Kamuoyu yoklamalarına göre Knesett’e yine 8 veya 9 Partinin girmesi mümkün. Bu çerçevede oluşacak Knesset’in sandalye aritmetiği yine bir hükümetin kurulmasına izin vermeyecek gibi görünüyor.
İsrail Parlamentosu Knesset 120 milletvekilinden oluşuyor. Bu durumda kurulacak hükümetin Knesset’te, güvenoyu alabilmesi için, 61 sandalyeye sahip olması gerekiyor. İsrail seçimlerde % 3,25’lik bir seçim barajı uyguluyor. Buna rağmen İsrail iç siyasetinin bölünmüşlüğü nedeniyle çok sayıdaki parti Knesset’e girebiliyor. Şimdiki Knesset’te (17 Eylül Seçimlerinde barajı aşarak, Parlamento’ya giren) 9 Parti bulunuyor.
İsrail’deki seçim ve hükümet kurulamama krizinin temelinde Mavi-Beyaz Partisi ile Likud arasındaki çekişme yatıyor. Ancak daha dikkatli bakıldığında esasen mevcut Knesset’te sağcı-aşırı milliyetçi ve Ortodoks Yahudi partileri çoğunlukta. Sağçı Likud Partisinin bu partilerle milletvekili sayısı hükümet kurmak için gerekli 61 sayısının epey üzerine çıkıyor.
Başbakan Benjamin Netanyahu’nun Likud Partisi’nin mevcut Kneset’te 32 sandalyesi var. Buna 2 Ortodoks Yahudi partisinin ( Şas ve Birleşik Torah Yahudiliği) 16 (9+7) ve sağcı Yamina’nın 7 milletvekili eklendiğinde 55 yapıyor. Aşırı Yahudi milliyetçisi İsrail Evimiz Partisinin ise 8 milletvekili bulunuyor. Teoride bu sağcı-dinci ve milliyetçi partilerin sandalye sayısı 63 ve bu sayı rahatlıkla güvenoyu alacak bir hükümet kurmaya yetiyor.
Ancak İsrail Evimiz Partisi Başkanı Avigdor Lieberman’ın, geçmişte birçok kez aynı hükümette yer aldılarsa da, Başbakan Netanyahu ile ilişkilerinin “iyi” olduğunu
söylemek çok zor. Ama Knesset’teki sağ blokun hükümet kuramamasının, Lieberman’ın yeni bir Netanyahu hükümetine girmemesinin sebebi (aşırı milliyetçi) İsrail Evimiz Partisi’nin dinci-Ortodoks Yahudi Şas ve Birleşik Tora Yahudiliği Partileri ile askerlik kanunu konusunda bir süreden beri içine düştüğü uyuşmazlık.
İsrail Evimiz Partisi, Ultra-Ortodoks Yahudilerin dini okullarında (Yeşiva) eğitim gören öğrencilere askerlikten muafiyet tanınmasına kesinlikle karşı çıkıyor. Askerliğin erkek ve kızlar için zorunlu olduğu İsrail’de, yasalar 1950’lerden beri din eğitimi gören Ultra-Ortodoks din okulu öğrencilerine muafiyet tanıyor. İsrail Evimiz Partisi bu muafiyeti kaldıran bir askerlik kanunu çıkartmak isterken, Şas ve Birleşik Tora Yahudiliği Partileri yeni askerlik kanununa karşı çıkıyor ve din okullarında okuyan öğrenciler için tanınan askerlik muafiyetini kesinlikle korumak istiyor.
ABD Kongresi iki kanattan oluşuyor: 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi ve 100 sandalyeli Senato. Temsilciler Meclisi’nde Demokrat Parti çoğunlukta iken, Senato, Başkan Trump’ın partisi Cumhuriyetçilerin yönetiminde. Temsilciler Meclisi’nde Demokrat Parti 232, Cumhuriyetçi Parti 197 milletvekiline sahip; 1 bağımsız milletvekili var, 5 yer halen boş. Senato’da ise Cumhuriyetçi Parti’nin 53, Demokrat Parti’nin 47 Senatörü bulunuyor.
Temsilciler Meclisi geçen sene sonuna doğru Başkan Trump’ın 2 sebeple azil edilmesine karar vermiş, bu karar üzerine Senato’da azil duruşmaları başlamıştı. ABD anayasasına göre, Senato azil mahkemesi görevini görüyor ve Başkanın görevinden azledilmesi ancak Senato’da alınacak karara bağlı. Temsilciler Meclisi’nin Başkan Trump’a yönelttiği suçlamalar ise “görevini kötüye kullanma” ve “Kongre’nin işleyişini engellemek”.
Konuyla ilgili gelişmelerin başlangıcını 2016 yılında Başkan Trump’ın Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’u yenerek, ABD Başkanı seçilmesine kadar götürenler var. Demokrat Parti ve Vaşington’daki siyasi “yapının” Trump’ı hiçbir zaman kabul etmedikleri ve başından beri bir “azil” konuşmasının Vaşington’da yayıldığı biliniyor.
Ancak esas dönüm noktası 2018 Kasım Kongre seçimleri. Bu seçimde Senato’nun 35 sandalyesi ve Temsilciler Meclisi’nin tüm sandalyeleri seçime girmiş ve Temsilciler Meclisi’nde çoğunluk Demokrat Partiye geçmişti. İşte Temsilciler Meclisi’nde yönetimin el değiştirmesi ve Nancy Pelosi’nin Temsilciler Meclisi Başkanlığına tekrar seçilmesinden sonra Vaşington’da işler giderek kızışmaya, Trump-Pelosi ilişkileri de hızla kötüleşmeye başlamıştı.
2018 Kongre seçiminden sonra yazdığım yazılarda Vaşington’da işlerin daha da kötüleşeceği tahmininde bulunmuştum. Nitekim gelişmeler de bu şekilde oldu ve Başkan Trump için azil süreci Temsilciler Meclisi’nde geçen yıl Eylül ayında başlatıldı. Azil sürecinin başlatılması için temel alınan husus ise Başkan Trump’ın 25 Temmuz günü Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenski ile yaptığı telefon konuşmasıydı.
Kongre’deki Demokrat Parti üyeleri Başkan Trump’a, Zelenski ile yaptığı bu telefon konuşmasında, “kendi çıkarlarını ABD’nin çıkarlarından üstün tuttuğu” suçlamasında bulundular. Demokratlara göre Başkan Trump, Zelenski’den Demokrat Partiden Başkanlık adaylığını açıklayan (eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı) Joe Biden ve ailesini araştırmasını ve (Biden’in oğlunun Ukrayna’daki iş bağları konusunda) bilgi toplamasını istemiş, bunun için de Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı “şantaj” aracı olarak kullanmıştı.
Başkan Trump’ın suçlamaları reddetmesi ve Beyaz Saray’ın Trump-Zelenski telefon konuşmasının kayıtlarını açıklaması Demokrat Parti yönetiminin “kararlılığını” bozmadı ve Temsilciler Meclisi’nde Trump aleyhine azil soruşturmasının 24 Eylül’de başlatılmasını engellemedi. Başkan Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “önde gelenleri” azil soruşturmasının başlatılmasını “cadı avı” olarak nitelendirdi.
Temsilciler Meclisi’nde çoğunlukta olan Demokrat Partili milletvekillerinin azil yargılamasının Senato’da başlatılması konusunda Temsilciler Meclisi’nde 18 Aralık 2019 tarihinde aldıkları karar sonucu Senato’da Başkan Trump’ın yargılanmasına 16 Ocak günü başlanılmıştır. Ancak Senato’daki yargılamanın Başkan Trump’ın görevden alınması şeklinde gelişmeyeceği çok açık bir şekilde görülmektedir.
Libya’da çarpışan taraflar var. Bu çarpışan taraflar dış güçlerce açıkça destekleniyor. Baktığımızda dış güçlerin geçen yıl içinde General Haftar’ın Libya’da bir askeri “zafer” kazanmasını ve tüm Libya’yı kontrol altına almasını destekler bir tutum içine girdikleri görülüyor. Bu “dış güçler” içinde Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Fransa başta geliyor.
General Haftar’ın Libya’yı ele geçirmesi bu ülkede demokratikleşme yönünde 2011’den bu yana beslenen bütün ümitlerin sonu anlamına geliyor. Eğer tüm Libya’yı ele geçirirse General Haftar’ın Kaddafi tipi totaliter bir rejim oluşturacağı, Libya’da yeni bir Kaddafi yönetiminin kurulacağı açık. Aynen Mısır’daki totaliter Sisi rejimi gibi dıştan destekli askeri bir yönetimin, şimdi General Haftar’la Libya’da kurulması amaçlanıyor.
Fransa gibi Batılı ülkeler Libya’da yeni totaliter bir rejim kurulmasından endişeli değiller. Libya’da da, aynen Mısır’da yaptıkları gibi, totaliter askeri bir diktatörlük rejimini desteklemeye hazır görünüyorlar. Zaten akıllarında olan Arap ülkelerinde “demokrasi, çoğulculuk, halkın yönetime katılması, serbest seçimler” değil. Libya’da da kendilerine “bağlı” ve “bağımlı” bir diktatörün “istikrar” sağlamasını ve bu ülkedeki kendi çıkarlarının devam etmesini istiyorlar.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’daki yönetimler zaten Arap Baharının ortaya çıkarttığı “fikirlerden” bir an önce kurtulmak, Arap Dünyası’ndaki statükonun devam etmesi taraftarı. Arap Baharı ile ortaya çıkan, Arap halklarının yönetime katılma ve demokrasi gibi taleplerini kendi ülkeleri için bir “tehdit” olarak algılıyorlar. Bu iki ülke baştan beri, Mısır’da Sisi yönetimi gibi, şimdi de Libya’da, Haftar askeri yönetimini ve diktatörlüğünü destekliyorlar.
Libya’da Haftar askeri yönetimini kurmak yönünde 2019 yılında ciddi adımlar atılıyor. Haftar geçen yılın Nisan ayından bu yana başkent Trablus’u ele geçirmeye çalışıyor. Güneyden ilerleyen Haftar güçleri Trablus’un dış banliyölerine kadar gelmiş durumda. Haftar Güçleri doğudan batıya doğru da ilerliyor. Kısa bir süre önce Sirte’nin Haftar güçlerinin eline geçmesi Trablus üzerindeki baskının büyüdüğü anlamına geliyor.
Ancak her geçen gün bir adım daha General Haftar lehine gelişen bu tablo geçen sene Kasım ayında değişmeye başlıyor. İlk önce Türkiye ile Trablus’taki “Ulusal
Uzlaşı Hükümeti” arasında 2 mutabakat imzalandığı haberi geliyor. Bu mutabakatlardan birisinin Türkiye ile Libya arasındaki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda olması Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetiminde “büyük” tepkiyle karşılanıyor. Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın General Haftar ile görüşmek üzere Bingazi’ye gittiği açıklanıyor.
Kasım ayından sonraki gelişmeler Türkiye’nin Trablus Hükümeti yanında yer almasını daha da hızlandırıyor ve Türkiye Trablus Hükümetinin düşmesine ve Libya’nın, Mısır’daki Sisi yönetimine benzer bir şekilde, General Haftar yönetiminin kontrolüne girmesine göz yummayacağını açıklıyor. 2 Ocak günü Türkiye Büyük Millet Meclis’in Hükümete Libya’ya asker gönderme yetkisi vermesi Ankara’nın bu konuda ne kadar ciddi olduğunu ortaya koyuyor.
İran, Irak’taki 2 ABD üssüne yaptığı saldırının Kasım Süleymani’nin Irak’ta geçen yılın son günü ABD tarafından Bağdat Havaalanı yakınlarında bir roket saldırısı sonucu öldürülmesine bir karşılık olduğunu açıkladı. 8 Ocak günü Kasım Süleymani doğduğu şehir olan Kerman’da gömülmüş, İran üzerinde Süleymani’nin “intikamının” alınması yönündeki baskı artmıştı.
8 Ocak gecesi İran’ın Irak’taki Amerikan üslerine füze saldırısından hemen sonra meydana gelen bir olay dikkat çekti. Ukrayna Havayollarına ait 737 tipi bir uçak Tahran Havaalanından kalktıktan çok kısa bir süre sonra düştü ve uçaktaki 176 kişiden kurtulan olmadı. Sivil bir yolcu uçağının o gece yaşanan İran füze saldırısı sırasında düşmesi “ilginç” bir tesadüftü, ancak İran makamlarından gelen açıklamalar Ukrayna uçağının “teknik bir arıza” sebebiyle düştüğüne işaret etmekteydi.
Bununla birlikte ertesi günden (9 Ocak) itibaren Ukrayna Havayolları uçağının düşmesi ile 8 Ocak gecesi İran ve ABD arasında yaşanan çatışma arasında bir bağ bulunduğu; uçağın o gece düşmesinin bir “tesadüf” eseri olmadığı yönünde haberler yayılmaya, uçağın düşüş sebebiyle ilgili “şüpheler” artmaya başladı. Tahran ilk olarak bu haberleri “yalanladı”, uçağın İran tarafından füzeyle düşürüldüğü şeklinde yayılan suçlamaları reddetti.
Ancak, Tahran’dan, uçağın “kara kutusunun” çarpma sırasında büyük ölçüde hasara uğradığı ve İran’ın kara kutuyu incelenmek üzere ülke dışına göndermeyeceği yönünde gelen haberler, 737’in kalkıştan sadece 7 dakika sonra niye düştüğü yönündeki “şüphelere” ağırlık kazandırmaya başlamıştı. ABD kaynakları Ukrayna uçağının İran füzesiyle düşürüldüğüne işaret etmekteydi.
İlk 3 gün boyunca Ukrayna Havayolları uçağını Tahran’dan kalkmasından kısa bir süre sonra düşürdüğünü kabul etmeyen İran; 11 Ocak günü bir açıklama yapmak ve uçağın Tahran yakınlarında bulunan İran Devrim Muhafızları üssünden atılan 2 kısa menzilli füzeyle “yanlışlıkla” düşürüldüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Kendi başkentinden kalkan yabancı bir havayoluna ait sivil bir uçağı düşürmek, kaçınılmaz olarak, İran için ciddi bir prestij kaybı ve “mahcubiyet/rahatsızlık” kaynağı olmuştu.
Ukrayna Havayolları uçağında hayatını kaybeden 176 kişiden 82’si İran, 63’ü Kanada, 11’i Ukrayna, 10’u İsveç, 4’ü Afgan, 3’ü Alman ve 3’ü İngiliz vatandaşı idi. Diğer ülke vatandaşlarının çoğunun İran asıllı oldukları belirtildi. Ukrayna uçağını “yanlışlıkla” düşürdüğünü kabul etmesinden sonra İran’ın uçak ve hayatını kaybeden yolcular için “tazminat” ödemesi zorunluluğu ve konunun Ukrayna ile İran arasında doğrudan görüşülerek sonuçlandırılması zorunluluğu ortaya çıkmaktaydı.
Ukrayna uçağının düşürülmesiyle ilgili gelişmeler İran’ı “zor” bir duruma sokarken; o zamana kadar, Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin “çok sert” bir “misilleme” olması sebebiyle, İran lehine geliştiği izlenen uluslararası havanın Tahran rejimi aleyhine dönmekte olduğu, Tahran’ın kendisini savunma ihtiyacı içine girdiği izlenmektedir. İran’da rejim aleyhtarı sokak gösterilerinin yeniden başlaması, Dünya’da kendi içinde bölünmüş bir İran ve kendi halkına rağmen iktidarı bırakmayan teokratik bir rejim algılamasının tekrar ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Gerçekten de İran’ı kimin idare ettiği, İran’da kararların nasıl ve kimler tarafından alındığı yönünde cevapları zaten bilinen sorular, şimdi Dünya kamuoyu tarafından daha iyi değerlendirilebilmektedir. Cumhurbaşkanı Ruhani ve Dışişleri Bakanı Zarif gibi makamların ve isimlerin Tahran rejimi tarafından sadece ülkenin Batı ve Dünya kamuoyundaki imajının güçlendirilmesi için “sahte bir yüz” olarak kullanıldığı algısı güç kazanmaktadır.