Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hükümeti’nin Lefkoşe ile Magosa arasında yer alan Geçitkale Havaalanını İnsansız Hava Araçları (İHA) üssü haline getirme kararı önemli bir gelişme. Türkiye şimdi Geçitkale Havaalanında ilk aşamada 5 İHA konuşlandıracak. Böylece Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de deniz alanlarındaki gelişmelere müdahale imkanı büyük ölçüde artmış oluyor.
Esasında Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin İHA konusunda attıkları adım bir anlamda Kıbrıs Rum Yönetimi’nin İsrail’den 4 İHA alması ve bunların Ada’da Rum kesiminde konuşlandırılmasına bir cevap niteliği de taşıyor. Basında Kıbrıs Rumlarının İsrail’den 4 tane daha İHA aldığı ve elindeki İHA sayısını 8’e çıkartacağı bilgisi yer alıyor.
Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs Rum Kesimine yanıtının bu kadar hızlı gelmesi Türk tarafının Doğu Akdeniz’deki haklarını koruma kararlılığını ortaya koyuyor. Kıbrıs Adası Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları konusunda önemli gelişmelere sahne oluyor ve Türkiye bu bölgede hem kendi hem de Kıbrıs Türklerinin denizdeki haklarını korumak için kararlı olduğunu her fırsatta açıklıyor ve gerektiğinde harekete geçiyor.
Türkiye’nin Ada’da Geçitkale Havaalanını askeri bir üs haline getirmesi ve Ada’ya İHA konuşlandırması, Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarına zamanında müdahale etme konusunda önemli bir fırsat getirmektedir. Türkiye’den kalkan ilk (Bayraktar TB2 tipi) İHA Geçitkale Havaalanına varmış ve burada göreve başlamıştır.
Geçitkale Havaalanı ile ilgili bu son gelişmeler doğal olarak akla bu havaalanının geçmişini de getirmektedir. 1990’lı yılların sonunda Yunanistan’ın Paphos Havaalanına askeri uçak konuşlandırması üzerine Türkiye’nin bu duruma hemen yanıt verdiği ve Geçitkale Havaalanına F-16 savaş uçaklarının konuşlandırıldığı hatırlanmaktadır. Bu askeri uçaklar Kıbrıs’tan ancak Yunanistan’ın uçaklarını geri çekmesinden sonra ayrılmıştır.
Doğal olarak konunun Kıbrıs sorununu ilgilendiren bir yönü de bulunmaktadır. Kıbrıs Rumları her fırsatta Ada’da Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliğini kabul etmediklerini ortaya koymakta, bu şekilde hareket etmeyi adet haline getirmiş bulunmaktadır. Geçitkale Havaalanı ile ilgili gelişmeler akıllara Ada’daki diğer havaalanlarını getirmiştir.
Bugün Ada’da sivil havacılığa hizmet veren 3 uluslararası havaalanı bulunmaktadır. Bunlardan birisi (Ercan Uluslararası Havaalanı) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde diğer ikisi ise (Larnaka Uluslararası Havaalanı ve Paphos Havaalanı) Rum Kesiminde bulunmaktadır.
Türk Kesimine uygulanan ağır siyasi ve ekonomik ambargolar sebebiyle Ercan Uluslararası Havaalanına uçuşlar kısıtlıdır. Türk Kesimi ile Dünya arasındaki hava bağlantısı ancak Türkiye üzerinden sağlanabilmektedir. Ercan Havaalanına uçan uçaklar ancak Türkiye’de bir havaalanına indikten sonra Kıbrıs Türk Kesimine gidebilmektedir. Bu durum Türk Kesiminin başta turizm olmak üzere ekonomik hayatı üzerinde çok olumsuz etkiler yapmaktadır.
Birleşik Krallık bugün uluslararası sistemdeki en önemli ülkeler arasında yer alıyor ve Dünya’daki en büyük ilk 5 ekonomi arasında. Bu husus bile bu ülkeyi önümüzdeki dönemde kimin yöneteceğini tek başına önemli yapıyor. Ama dikkatlerimizin 12 Aralık seçimleri üzerinde toplanmasının asıl sebebi seçim sonucunda ortaya çıkan tablonun nihayet Brexit konusuna son noktayı koyması. İngiltere’nin 31 Ocak 2020 tarihinde Avrupa Birliğinden (AB) çıkması artık kesinleşmiş ve Brexit süreci bitmiş durumda.
12 Aralık seçimlerini, şimdiki Başbakan Boris Johnson liderliğinde seçime giren Muhafazakar Parti oyların % 43’ünü alarak kazandı. Muhafazakar Parti’nin ana rakibi İşçi Partisi’nin oyları ise % 32’de kaldı. Bu oy oranları ile Muhafazakar Parti 650 üyeli Avam Kamarası’nda 365 milletvekilliği aldı ve tek başına hükümeti kurma hakkını elde etti. Avam Kamarası’nda salt çoğunluk 326 ve kazandığı sandalye sayısı Muhafazakar Partiye önümüzdeki dönemde ülkeyi rahat bir çoğunlukla yönetme imkanı tanıyor.
Seçim sonucunda muhalefetteki İşçi Partisi’nin sadece 203 milletvekili çıkartabilmesi ciddi bir yenilgi ve Avam Kamarası’ndaki mevcut 59 sandalyesini kaybetmesi anlamına geliyor. Bu durumun 1935 yılından bu yana İşçi Partisinin uğradığı en büyük yenilgi olduğuna işaret ediliyor. Zaten İşçi Partisi lideri Jeremy Colbyn de istifa edeceğini ve “önümüzdeki seçimlere İşçi Partisinin kendi liderliğinde girmeyeceğini” açıklamış durumda.
Birleşik Krallığın 2016 yapılan referandumundan bu yana Brexit’i gerçekleştirememesi ülke için ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmış, Brexit’in sürüncemede kalması ve bunun yarattığı belirsizlikler ülkede istikrarsızlığa yol açmıştı. Brexit düğümünü çözmek için 2017’de yapılan seçimlerde Muhafazakar Partinin Avam Kamarası’nda çoğunluğu kaybetmesi ve küçük bir partinin desteğiyle iktidarda kalabilmesi sorunları büyütmüş, Başbakan ile Avam Kamarası (Parlamento) arasında Brexit konusundaki görüş ayrılıklarının büyümesine neden olmuştu.
Theresa May’den sonra Muhafazakar Parti liderliğine gelen ve Başbakan olan Boris Johnson da bu zorlukları aşamamış, Brexit’i gerçekleştirememiş ve sonunda erken seçime gitmek durumunda kalmıştır. Johnson için Parlamento’dan erken seçim kararı çıkartmak da hiç kolay olmamış, kendi partisi içindeki “muhalefetle” uğraşmak ve ilk önce kendi partisi içinde disiplini sağlamak gereği ortaya çıkmış, muhalefetteki İşçi Partisi de ne Brexit ne de erken seçim konusunda Başbakan Johnson ile işbirliğine gitmekte istekli davranmamıştır.
Ancak Boris Johnson’un erken seçim kararının kendisi ve Muhafazakar Parti için çok isabetli olduğu seçim sonuçlarından ortaya çıkmaktadır. Boris Johnson seçim kampanyası sırasında Brexit’i gerçekleştirme ve Birleşik Krallığı AB’den çıkartma sürecini tamamlama sözü vermiş, 12 Aralık seçimleri adeta bir Brexit oylaması konumuna dönüşmüştür.
Seçimi Boris Johnson ve Muhafazakar Partinin pekte beklenmedik bir şekilde büyük bir çoğunlukla kazanması, Birleşik Krallık seçmenin Brexit’i desteklemeye devam ettiği anlamına gelmektedir. 12 Aralık seçiminde Brexit yanlısı Başbakan Johnson seçmen tarafından “desteklenmiş”, Brexit konusundaki tutumları 2016 referandumu ile hiçte uyumlu olamayan İşçi Partisi ile Liberal Demokrat Parti seçmen tarafından ağır bir şekilde “cezalandırılmıştır”.
Kraliçe Elizabeth tarafından yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen ve zaten Brexit taraftarı olan Başbakan Johnson’un şimdi Brexit sürecini tamamlayacağı, Avam Kamarasının Avrupa Birliği ile varılan Brexit Anlaşmasını kısa sürede (bu kez) onaylayacağı ve yeni bir uzatma olmadan Birleşik Krallığın 31 Ocak 2020 tarihinde (nihayet) AB’den ayrılacağı artık kesinleşmiş gibi görünmektedir.
Kendisi de bir Arap ülkesi olan Katar bu üç Arap komşusu ile oldukça uzun bir zamandan beri açığa dökülen ciddi sorunlar yaşıyor. Katar’ın üç komşusunun ağır siyasi ve ekonomik yaptırımlarına başarılı bir şekilde karşı koyduğu; Körfez’deki durumun kendi aleyhine dönmekte olduğunu gören Suudi Arabistan’ın Katar’la ilişkilerini yumuşatma girişimlerinde bulunduğu izleniyor.
Bir süreden beri uluslararası basında Suudi Arabistan’ın Katar’a yönelik bazı açılımlarından bahsediliyor. Bunlar arasında iki başkent arasında diplomatik temasların hızlanmasının en önemli işaret olduğu, iki ülke arasında 2017 yılından bu yana ilk kez doğrudan üst düzeyde diplomatik görüşmelerin gerçekleştiği belirtiliyor. Basında Suudi Arabistan ile Katar arasındaki “futbol” diplomasisinden de bahsediliyor.
Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Doha’da yapılan bölgesel bir futbol turnuvasına katılmasının bu üç ülkenin Katar’a karşı tutumlarını yumuşatmakta olduklarının bir işareti olduğu yorumları yabancı basında geniş şekilde yer alıyor. Hele turnuvaya katılacak Suudi Arabistan futbol takımının Katar’a doğrudan uçakla seyahat etmeleri çok önemli bir gelişme ve Suudi Arabistan’ın Katar’a uyguladığı hava ambargosunu yumuşatmasının bir ilk adımı olarak yorumlanıyor.
Bütün bu gelişmelerin üzerine Suudi Arabistan Kralı Salman Bin Abdülaziz El Suud’un Katar Emiri Tamim Bin Hamad Al Thani’yi Mekke’de yapılacak 40. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Zirvesine gönderdiği bir mektupla davet etmesi Riyad-Doha ilişkilerinde ciddi bazı gelişmelerin habercisi olarak kabul ediliyor. Riyad’ın Katar’la ilişkilerde olumlu yönde açılımlar yapmaya önümüzdeki haftalarda da devam edebileceği anlaşılıyor.
Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri’nin yanlarına Mısır’ı da alarak 2017 yılı yazında Katar’la diplomatik ilişkileri kestikleri, bu 4 ülkenin Katar’a karşı tam bir ekonomik ambargo başlattıkları, Katar’ın Dünya ile olan ilişkisini kesmek için bu ülkeye kara, hava ve denizden abluka uyguladıkları hatırlardadır. Katar’a KİK içinde “ortak” olan 3 Arap komşusu tarafından uygulanan ağır siyasi ve ekonomik yaptırımlar bugün de yürürlüktedir.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin, KİK’i zayıflatma ve Körfez’deki Arap Cephesini yıkmak pahasına, Katar’ı açıkça karşılarına almayı seçmelerinin temel sebebi bu iki ülke ile Katar’ın Arap Baharına bakış açılarında ciddi ayrılıkların bulunmasıdır. Katar, Arap Dünyasında değişim isteyen güçleri desteklemekte, Arap halklarının iktidara katılması, despotik rejimlerin düşmesi yönünde çalışan gruplara destek vermektedir.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise, özellikle iki ülkedeki veliaht prenslerin yönetiminde, Arap Dünyası’nda “statükodan” yana güçlerin destekçisi ve Arap Dünyasında siyasi değişim karşıtı cephenin savunucuları haline gelmişlerdir. Hem Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman hem Birleşik Emirlikleri (Abu Dabi) Veliaht Prensi Muhammed Bin Zayed Arap Dünyasında esen değişim ve halk yönetimi isteklerini kendi ülkelerindeki “statüko” ve “mutlak monarşi” rejimleri için tehdit olarak algılamaktadır.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’a karşı siyasi ve ekonomik yaptırımlar ve ambargoları açıklarken, bu ülkeyi terör gruplarını desteklemek ve bu gruplara sağladığı desteği kesmek yönünde daha önce verdiği sözleri yerine getirmemekle suçlamışlardır. Katar’ın destek verdiği bu gruplar Arap ülkelerinde değişim isteyen, despotik ve halklarından kopuk, seçimle gelmeyen rejimleri karşılarına alan tutumlarıyla bilinmektedir.
Bu çerçevede, yönetim düzeyinde geleneksel NATO karşıtlığı bilinen Fransa Londra’da açıkça yalnız kaldı. NATO’ya karşı 1960 ortalarındaki De Gaul yaklaşımını sürdüren ve NATO’nun “beyin ölümünün gerçekleştiğini” belirten Cumhurbaşkanı Macron’u Londra’da destekleyen hiç kimse çıkmadı.
Cumhurbaşkanı Macron NATO-Türkiye ilişkileri konusundaki yaklaşımında da yalnız kalmış görünüyor. Türkiye’nin önemli bir NATO üyesi olduğu ve Türkiyesiz bir NATO’nun ciddi ölçüde zayıflayacağı yönündeki görüşün, Fransa dışında, tüm NATO üyesi ülkeler tarafından paylaşıldığı izleniyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un NATO ve Türkiye karşıtı ifadelerine yanıtların ilk başta Almanya’dan, Başbakan Merkel’den gelmesi tabii ki çok ilginç. Merkel’in güçlü bir NATO’dan ve ABD’nin Avrupa’daki varlığının devamından yana olduğu çok açık. Başbakan Merkel’in NATO’nun Türkiye ile daha güçlü olduğunu gördüğü de ortada.
NATO Zirvesi öncesi Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ABD Başkanı Trump ile gerçekleştirdiği görüşme sonrasında yapılan basın toplantısı da ilginç görüntüleri ortaya çıkarttı. Macron’un NATO ve Türkiye karşıtı ifadelerine cevaplar Başkan Trump’dan geldi. Esasen Başkan Trump tüm Zirve sırasında basına yaptığı açıklamalarda Türkiye’ye karşı yumuşak ve olumlu sayılabilecek tutumunu sürdürdü.
NATO’nun önemi Londra Zirvesi sonrasında yayınlanan ortak bildiriye de yansıdı. Kısa ortak bildiriye bakıldığında görünen NATO’nun artık Rusya yanında Çin’i de bir tehdit olarak önemsediği ve önümüzdeki yıllarda Pekin konusunun da NATO için öncelikli olacağı. Bu esasında Vaşington’un istediği bir husus. ABD’nin, özellikle Trump Yönetiminin Rusya’dan çok Çin tehdidini ön plana çıkarttığı biliniyor.
Birçok Avrupa ülkesi için ise Rusya hala en önemli tehdit. Almanya, Baltık ülkeleri, Polonya dahil eski Doğu Avrupa ülkeleri güvenlikleri için esas tehdidin daha çok doğudan (Rusya’dan) geldiğini düşünüyor. Bu çerçevede Türkiye’nin Polonya ve Baltık ülkeleri askeri tehdit planları üzerindeki çekincesini kaldırdığı yönündeki haberlerin, Brüksel’deki NATO yönetimi yanında, bu ülkelerde de memnuniyetle karşılandığı görülüyor.
NATO üyesi ülkelerin uluslararası terörizmle, terör örgütlerle mücadelesine verilen desteğin ve bu alandaki güvenlik ihtiyaçlarının Londra Zirvesi sonunda yayınlanan bildiriye girmesinin Ankara tarafından istenildiği ve yeterli görüldüğü anlaşılıyor. Esasen birçok NATO üyesi ülke için büyük bir tehdit uluslararası terörizmden kaynaklanıyor ve NATO’nun bu durumu tespit etmesi olumlu yönde atılmış bir adım.
Türkiye için NATO Zirvesi kadar, bu zirve marjında yapılan ikili ve çok taraflı temasların da önem taşıdığı izleniyor. Bu temaslar içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile yaptığı görüşme de bulunuyor. Türkiye-ABD ilişkilerinde birçok sorun yaşanıyor. Suriye’de karşılaşılan sorunlar, Vaşington’un PYD/YPG terör örgütüne verdiği destek, S-400/F-35 krizi gibi konuların Erdoğan-Trump görüşmesinin gündeminde olduğu biliniyor. F-35 savaş uçakları krizinin çözülmesi gerekiyor ve bu krizin büyümesi Türkiye-ABD ilişkilerinde daha büyük kalıcı yaraların açılması potansiyelini taşıyor.
Her iki toplantı da esasen her yıl yapılıyor. Ancak, bu yıl farklı sebeplerden dolayı dikkatler daha fazla bu toplantılara çevrilmiş gibi. Londra’da yapılan toplantıda NATO güvenlik ittifakının kuruluşunun 70. yılı da kutlanıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına ve Varşova Paktının ortadan kalkmasına rağmen NATO hala önemini koruyor.
NATO’nun bugün 27’sı Avrupa kıtasında olan 29 üyesi var. Bütün bu ülkeler için NATO’nun sağladığı güvenlik şemsiyesi hala önem taşıyor. Ama NATO’nun kendisini yenileme ihtiyacı içinde olduğu, birlik ve bütünlüğü ile ilgili soruların ortaya çıktığı da gözden kaçmıyor.
Bütün bu konular bu hafta toplanan NATO Zirvesinde ele alınıyor. ABD’nin artık Rusya kadar, belki de daha fazla Çin Halk Cumhuriyetini bir tehdit olarak gördüğü biliniyor. NATO üyesi birçok ülke için uluslararası terörizmin ortaya çıkarttığı tehdit büyük bir önem kazanmış durumda. NATO’nun bu yeni tehditlerle ilgilenmesi, kendisini uluslararası yeni sisteme uydurması, bu arada caydırıcılığını kaybetmemesi, sorunlar karşısında ilkeli ve kararlı bir cephe oluşturması gerekiyor.
Türkiye için de NATO’nun önemi devam ediyor. Londra Zirvesi’nden önce Türkiye’nin NATO üyeliği ve NATO’ya olan katkıları konusunda dışarda çıkartılan bazı çatlak seslerin bu Zirveyi Ankara için daha da önemli yaptığı açık. Zirveden önce ABD’nin Türkiye’nin güvenlik planının çıkmasını önlemesi karşısında Türkiye’nin de Baltık ülkelerinin güvenlik planlarının çıkmasına mani olduğu biliniyor.
Bu durum Ankara’dan bakıldığında NATO’nun terör örgütleri karşısında ilkeli ve ciddi bir tutum takınmadığı anlamına geliyor. ABD’nin Türkiye’nin güvenlik planına karşı çıkmasının sebebi, planda PYD/YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesi. Vaşington'un Türkiye’ye Suriye ve Irak’tan gelen terör tehdidini görmezlikten gelmesi NATO içinde de sorunlara sebep oluyor.
Bu tip zirvelerde gündemdeki konular kadar zirve marjında yapılan ikili ve çok taraflı görüşmelerin önemli olduğu biliniyor. Nitekim Londra’da da durum aynı oldu. NATO Zirvesi marjında Cumhurbaşkanı Erdoğan Londra’da bir seri temas
yaptı. Bunlardan en önemlilerinden biri Türkiye’nin İngiltere, Almanya ve Fransa ile bir araya gelmesi ve Suriye dahil önemli bölgesel sorunları ele almasıydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Johnson, Başbakan Merkel, Başbakan Merkel ve Cumhurbaşkanı Macron arasında yapılan 4’lü toplantının sonuçları henüz tam olarak belli değil. Çok yakında toplantı ile ilgili ayrıntıların basına sızacağını düşünmek mümkün. Her halükarda bu 4’lü toplantının Ankara’ya Suriye politikasını ve PYD/YPG ile ilgili kaygılarını bir kere daha en üst düzeyde anlatmak için imkan tanıdığı görülüyor.
Her şeyden önce 1949 yılında 12 olan NATO üye ülke sayısı bugün 29’a çıkmış durumda. NATO 1949-1990 yılları arasında 41 yıl boyunca yaşanan Soğuk Savaş’ın galibi. 1955 yılından itibaren NATO’nun rakibi ve “düşmanı” olan Varşova Paktı’nın 1991 yılında dağılması ve Varşova Paktı üyesi olan 6 Doğu Avrupa ülkesinin de “taraf değiştirerek” NATO’ya katılmış olması bile NATO’nun “zaferini” açıkça gösteriyor.
NATO’nun 2. Dünya Savaşı’ndan sonra (1945’te) Avrupa ortalarına kadar gelen Batı-Doğu sınırını yeniden (1990’lı yıllarda) Avrupa’nın doğusuna itmesi bile Soğuk Savaş’ın kazanılmasının bir “sonucu”. Bugün Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan 15 ülkeden 3’ü (Estonya, Letonya ve Litvanya) NATO üyesi, 2’si (Ukrayna ve Gürcistan) NATO üyesi olmak için büyük bir çaba harcıyor.
NATO ile Rusya arasındaki çekişme artık Avrupa ortalarında değil, eskiden Sovyetler Birliği içinde yer alan Ukrayna’da, Gürcistan’da, Moldova’da yaşanıyor. Buna rağmen Putin yönetiminde, büyük bir askeri güce sahip Rusya’nın yeniden ortaya çıkması Avrupa ülkelerinde “telaş” ve “tedirginlik” yaratıyor.
Bu nedenle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, Fransa’nın geleneksel NATO karşıtlığını ortaya koyan, NATO’nun “beyin ölümü gerçekleşmiştir” açıklaması diğer Avrupa başkentlerinde akis bulmuyor, paylaşılmıyor. Macron’un NATO “açıklamasına” ilk karşı çıkan ülkenin Almanya olması da şaşırtıcı değil.
Almanya güçlü bir NATO’yu kendi menfaatleri ve Avrupa’nın (Rusya’dan) savunulması (korunması) için “gerekli” görüyor. Fransa’nın Avrupa’nın kendi ordusunu “kurması” ve ABD’den biran önce “kurtulması” yönündeki görüşleri Berlin tarafından paylaşılmıyor. Berlin ile Paris arasındaki görüş ayrılıkları NATO’yla ilgili konularla da sınırlı değil.
Almanya, Cumhurbaşkanı Macron’un son Avrupa Birliği Zirvesi’nde Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’la üyelik müzakerelerinin başlamasını veto etmesinden hiç de “memnun” değil. Berlin, özellikle Kuzey Makedonya ile üyelik müzakerelerinin başlaması gerektiği görüşünde ve Fransa’nın iç politika
saikleriyle AB’nin Balkanlar’daki genişlemesinin “önünü kesmesini” uygun bulmuyor.
İşte Londra NATO Zirvesi böyle bir ortamda yapılıyor ve NATO içi çekişmeler ve görüş ayrılıkları nedeniyle, dikkatler Zirve’ye ve Zirve marjında yapılacak ikili ve çok taraflı temaslara çevrilmiş durumda. Bu arada Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin İspanya’da yapılan bir toplantıda sarf ettiği sözler de NATO Londra Zirvesini takip edenlerin dikkatlerinden kaçmış değil.
İki toplum lideri Akıncı ve Anastasiades ilk önce BM Kıbrıs Özel Temsilcisi Jane Holt ile birlikte masaya oturdular. Aynı gün akşamı iki lider BM Genel Sekreteri Guateres ile birlikte yemek yediler, ayrı ayrı ve birlikte görüştüler. BM Genel Sekreteri’nin şimdi Kıbrıs’ta uzun bir zamandan beri tıkalı olan toplumlar arası görüşmeleri başlatmak için gerekli zeminin oluşup oluşmadığı konusunda bir karar vermesi lazım geliyor.
İki toplum liderinin Berlin’deki görüşmesinin “olumlu” geçtiği bildiriliyor; ama BM Genel Sekreterinin önümüzdeki günlerde yapacağı “değerlendirmenin” nasıl bir sonuç vereceği henüz belli değil. BM Genel Sekreteri Guateres gerekli zeminin oluştuğu yönde karar verirse toplumlar arası görüşmeleri resmen başlatılacak. Görüşmeler başlarsa, bundan sonraki toplantının Türkiye ve Yunanistan’ın da katılmasıyla 5’li, hatta (diğer garantör devlet) İngiltere’nin de katılmasıyla 6’lı formatta yapılmasının planlandığı anlaşılıyor.
Kıbrıs sorununu çözmek için yürütülen toplumlar arası görüşmeler Temmuz 2017 tarihinden bu yana (2,5 seneye yakın bir zamandan beri) durmuş vaziyette. Son olarak 2017 yılı Ocak ayında başlatılan görüşmeler yılın ilk yarısında aralıklarla devam etmiş, İsviçre’nin Crans-Montana kentinde 10 gün kadar süren görüşme maratonunun “başarısız” olunması sonrası ise tamamen kapanmıştı.
Her ne kadar iki toplum lideri, çeşitli vesilelerle, bir araya gelseler de Ada’da (Kıbrıs sorununu masa başında barışçı, kalıcı ve adil bir şekilde çözmek için) toplumlar arası görüşmeler artık yapılmıyor. İşte BM Genel Sekreterinin yapmak istediği de bu: görüşme sürecini yeniden başlatmak. Guterres bunun için, Berlin toplantıları sonucunda, gerekli zeminin oluştuğuna karar verecek mi, bunu kısa bir zamanda öğreneceğiz.
Berlin de iki liderin vermek istedikleri “olumlu” tabloya rağmen, Kıbrıs sorununu toplumlararası görüşmelerle çözmek için zamanın pek de iyi olmadığına inanlar çoğunluktadır. Her ne kadar Kıbrıs sorununun ancak “iki toplumlu, iki devletli bir federasyonla” çözümleneceği konusunda bunca zamandır süren görüşmelerde ortaya çıkan bir “anlayış” varsa da; bu çatının ne anlama geldiği konusunda iki taraf arasındaki görüş ayrılıkları çok geniştir.
Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumları “federal çözüm” formülünün ne anlama geldiği hususuna çok farklı yaklaşıyorlar. Bunun temel nedeni de Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliğini bir türlü içlerine sindirememeleri ve Kıbrıs Türklerini hala bir azınlık statüsüne indirme “amaçlarından” tam olarak vazgeçememeleri olarak ortaya çıkıyor.
Toplumlar arası müzakereler şimdiye kadar “ekonomi-Avrupa Birliği”, “mülkiyet”, “yönetim-güç paylaşımı”, “toprak” ve “güvenlik ile garantiler” başlıkları altında sürdürülmüştür. Müzakerelerde bu başlıkların hiç birinde toplumlar arasında tam bir mutabakat bulunduğunu söylemek imkanı yoktur. Müzakereler zaten “tüm konularda anlaşılmadan hiçbir konuda anlaşma yok” formülü üzerinden yürütülmektedir.
Kıbrıs Türklerinin kaderi ve geleceği doğal olarak tümüyle Türkiye’yi çok yakından ilgilenmektedir. Türkiye “güvenlik ve garantiler” konusunda ise özellikle çok hassastır. Kurulacak yeni Birleşik Kıbrıs Federasyonu’nun ve Kıbrıs Türklerinin haklarının Türkiye’nin “garantisi” altında olması “hayati” bir önem taşımaktadır. Kıbrıs Sorununun bütün tarihi, geçmişi Türkiye’yi bu konuda çok “dikkatli” olmaya ve bazı prensiplerden vazgeçmemeye zorlamaktadır.
Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Vaşington’un İsrail’in Batı Şeria’da kurduğu yerleşim birimlerini artık uluslararası hukuka aykırı olarak görmediğini açıkladı. Her ne kadar Pompeo emsal teşkil etmeyeceğini söylese de, bu durum Vaşington’un, İsrail’in Batı Şeria’yı adım adım kolonileştirmesine yeşil ışık yaktığı anlamına geliyor.
Bundan da kötüsü Pompeo’nun açıkladığı yeni tutumla Vaşington, İsrail’in Batı Şeria’nın Yahudi yerleşim birimlerinin bulunduğu bölgelerini ilhakına da kapıyı açmış gibi görünüyor. Zaten Başbakan Netanyahu Nisan ayı başında yapılan Knesset seçimleri sırasında bu husustan (Batı Şeria’nın Yahudi yerleşimlerinin bulunduğu bölgeleri İsrail’e ilhak etmekten) söz etmiş, bu Başbakan Netanyahu’nun iki devletli çözümden daha da uzaklaştığını gözler önüne sermişti.
İsrail, Batı Şeria’da Yahudi yerleşim birimleri kurmaya ve Batı Şeria’yı kolonileştirmeye uzun bir süre önce başlamıştır. Bugün Batı Şeria’da 250’nın üzerinde Yahudi yerleşim birimi bulunmaktadır. Bu, Batı Şeria’nın %10-15 kadarının fiilen Yahudileştirildiği anlamına gelmekte; uluslararası hukuka, Birleşmiş Milletler kararlarına tamamen aykırı olarak kurulan bu yerleşim birimlerinde 700-750 bin kadar Yahudi yaşamaktadır.
Yahudi yerleşim birimlerinin önemli bir kısmı Doğu Kudüs ve çevresinde kurulmuştur. Bununla birlikte bugün bu yerleşim birimleri bütün Batı Şeria’ya yayılmış bir durumdadır. Doğu Kudüs ve çevresinde 350 bin, Batı Şeria’nın diğer bölgelerinde kurulan yerleşim birimlerinde ise 400 bin olmak üzere, Batı Şeria’da yaşayan Yahudi nüfusu böylece bugün 750 bini bulmuştur.
Geçen haftaya kadar uluslararası toplum İsrail’in Batı Şeria’yı kolonileştirmesini ve Batı Şeria’da kurduğu Yahudi yerleşim birimlerini uluslararası hukuka aykırı olarak niteleyerek, İsrail’i iki devletli çözümden uzaklaştıran bu uygulamalara karşı çıkmıştır. Geçen hafta Dışişleri Bakanı Pompeo’nun yaptığı açıklama ile Trump Yönetimi kendisini hem geçmişteki ABD politikalarından ve tutumundan hem de Avrupa’daki müttefiklerinden ayırmış olmaktadır.
Trump Yönetimi İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim birimleri kurarak Batı Şeria’daki işgalini kalıcı hale getirme politikasına destek sağlayarak büyük bir hata içerisine düşmektedir. Bu her şeyden önce savaş ve şiddet yoluyla toprak kazancını desteklemek ve teşvik etmek anlamına gelmekte ve Vaşington uluslararası hukuka ve BM temel kurallarına ters düşmektedir. Trump Yönetiminin Filistin karşıtı Başbakan Netanyahu’ya destek veren politikaları ve kararları, diğer yandan, Filistin sorununun masa başında, barışçıl bir şekilde ve Oslo yol haritasına uygun olarak, iki devletli bir şekilde çözümünü de imkansız hale getirmektedir.
Oslo Anlaşmaları ve süreci Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti kurulması esasına oturmaktadır. Beklenti İsrail’in 1967 Savaşı öncesi sınırlarına çekilmesi, Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti’nin masa başında kurulması, bu devletin başkentinin ise Doğu Kudüs olmasıdır. Ancak bütün işaretler artık İsrail’in gerçek anlamda iki devletli bir çözümü istemediği, İsrail’de bazı grup ve kesimlerin “masa başında” bir barış yerine, Batı Şeria’da genişlemeyi ön plana çıkarttıkları yönündedir.
Trump Yönetiminin kendisinden önceki bütün ABD yönetimleri gibi İsrail’i masa başında, iki devletli bir çözüme teşvik etmek ve zorlamak yerine, İsrail’in genişlemeci politikalarına destek çıkması, İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmek arzusunu kamçılaması bölge istikrarı için son derece talihsiz bir gelişmedir. Trump Yönetiminin Filistin kararlarına Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin karşı çıkmaları ve reaksiyon göstermeleri, bu çerçevede, çok anlamlıdır.