Paylaş
Geçen hafta başında da konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne getirildi. Amaç Güvenlik Konseyi’nden de Trump Planı’nın Filistin Sorununu çözmede esas alınamayacağı ve uluslararası toplumun (eskisi gibi) “gerçek” 2 devletli bir çözümü desteklediğini vurgulayan bir karar çıkartmaktı. ABD (ve muhtemelen Birleşik Krallığın) kararı veto edecekleri zaten tahmin edilmekte, böylece Trump Yönetiminin Konsey’de “yalnız” bırakılması da planlanmaktaydı.
Bu durumda atılacak adım, büyük ihtimalle, BM Genel Kurulu’nun olağanüstü toplantıya çağrılması ve aynı nitelikte bir kararın Genel Kurul’da kabul edilmesinin sağlanarak Trump Yönetimi’nin “yalnızlığının” Dünya’ya bir kez daha gösterilmesi olacaktı. Ancak, Birleşmiş Milletlerde işler tam planlandığı gibi gitmedi. Trump Yönetimi’nin üye ülkeler üzerindeki ağır baskısı ve mevcut üye yapısı Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkarılmasını ve ABD’nin bu kararın geçmesini ancak veto yoluyla engellemesini önledi.
Filistin Yönetimi Başkanı Abbas’ın Güvenlik Konseyi toplantısında yaptığı konuşma uluslararası alanda geniş ilgi topladı. Abbas, Trump Yönetimi Planının gerçek 2 devletli bir çözümü önlediğini, Filistin halkının meşru hak ve taleplerini görmezlikten geldiğini vurguladı; Plan’da kurulması öngörülen bölünmüş, bütünlüğünü tamamen kaybetmiş Filistin Devletini “İsviçre peynirine” benzetti.
Güvenlik Konseyi’nin hemen hemen tüm üyeleri yaptıkları konuşmalarda Abbas’ı destekleyen bir tutum aldılar ve Trump Planı’nda kurulması öngörülen parçalara bölünmüş, başkenti Doğu Kudüs olmayan, ekonomisini, su kaynaklarını, sınırlarını, hava ve deniz sahasını bile kontrol hakkı verilmeyen bir Filistin Devletinin kurulmasının BM ve uluslararası toplumun “beklentilerini” karşılamayacağını ifade ettiler.
ABD ile işbirliği içine girebileceği düşünülen Birleşik Krallık temsilcisi bile ülkesinin gerçek bir Filistin Devleti’ni ve bu devletin 1967 savaşı öncesi sınırları esas olarak alarak kurulmasını desteklediğini açıkladı. Ancak konu bir karar tasarısının kabulüne gelince durum değişti ve ABD’nin baskısı kendisini gösterdi. BM Güvenlik Konseyi’ne Trump Planını reddeden bir karar tasarısı sunan Endonezya ve Tunus, bu karar tasarılarını, geçmesi için gerekli olan 9 oyu toplayamayacağının anlaşılması üzerine, geri çekmek zorunda kaldılar.
Doğal olarak Güvenlik Konseyi’ne daha ılımlı hale getirilmiş bir karar tasarısı sunulması hala mümkün. Ancak bunun olmayacağı, Filistin Yönetiminin şimdilik Trump Planı’nın BM’de reddedilmesi fikrinden vazgeçtiği, bu çerçevede BM Genel Kurul’unun olağanüstü toplantıya çağrılmasının da şimdilik “ertelendiği” anlaşılıyor.
Bu durumun bir yandan BM Güvenlik Konseyi reformunun ne kadar gerekli olduğunu ve mevcut yapısı ile Güvenlik Konseyi’nin uluslararası toplumu temsil edemediğini gösterdiğini düşünenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak konunun bir de ABD’nin etkisini ve diğer ülkeleri (ABD’ye karşı) daha dikkatli “davranmaya” iten gücünü ortaya koyduğunu görmek gerekiyor. Trump döneminde bu “etkinin” ABD’nin Avrupalı müttefiklerine karşı da kullanıldığı, Almanya ile Fransa gibi ülkelerin bile Trump Yönetimi ile çok da fazla “ters” düşmemeye çalıştıkları izleniyor.
Bilindiği gibi BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi (ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa) var. Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 10’u ise Genel Kurul tarafından 2 sene için coğrafi temsil esası üzerinden seçiliyor. Bu 10 ülke 2020 yılı için Belçika, Almanya, Estonya, Nijer, Güney Afrika, Tunus, Vietnam, Endonezya, Dominik Cumhuriyeti ile Saint Vincent ve Grenadinler. Güvenlik Konseyinin bu mevcut yapısı ABD baskısına açık durumunu da çok belirgin bir şekilde gösteriyor.
BM’deki bu gelişmelere rağmen, uluslararası tepkinin büyümesinden çekinen, ABD’nin Başbakan Netanyahu’yu aceleci davranmaması ve “ilhak” politikasını (hemen) uygulamaya koymaması yönünde “uyardığı” da ortaya çıkıyor. İsrail şimdiye kadar 1967 Savaşı’nda ele geçirdiği Doğu Kudüs’ü ve Suriye’ye ait Golan Tepelerini uluslararası hukuka aykırı olarak ilhak etmiş durumda.
Başbakan Netanyahu ve İsrail’deki aşırı kanat şimdide Trump Planında İsrail’e bırakılacağından bahsedilen Batı Şeria topraklarını “yutmak” ve İsrail’e “resmen” ilhak etmek istiyor. Bu Batı Şeria toprakları Ürdün’le sınırı oluşturan Ürdün Nehri Vadisi ile Yahudi yerleşim birimlerinin oluşturulduğu alanları kapsıyor. İsrail’in “resmen” ilhak etmek istediği bu topraklar Batı Şeria’nın % 30 kadarını oluşturuyor.
Bugün, Doğu Kudüs dahil, İsrail’in işgali altındaki Batı Şeria’da oluşturduğu Yahudi yerleşim birimlerinde 750 bine yakın İsrailli yaşıyor. Batı Şeria’da yaşayan Filistin nüfusu ise 2,5 milyon kadar. İsrail, Yahudi yerleşim birimlerini inşa ettiği toprakları Filistinlilerin yaşadığı alanlardan uzunluğu 800 km’yi geçen “ayrım duvarı” ile izole etmiş durumda. Filistinliler zaten topraklarında “ayrım duvarı” sebebiyle hareket edemez bir duruma düşürülmüşler. Bugünkü mevcut şartlar bile çok küçük bir alana sahip (5,6 bin km2) Batı Şeria’daki çok zor durumu, Mahmud Abbas’ın İsviçre peyniri benzetmesinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor.
İsrail basınından çıkan hava Başbakan Netanyahu ve destekçilerinin Mahmud Abbas’ın Güvenlik Konseyi konuşmasından çok, Abbas’ın eski İsrail Başbakanlarından Ehud Olmert ile New York’ta gerçekleştirdiği görüşmeye kızdıklarını gösteriyor. Olmert, İsrail’in 2008 yılı sonu ve 2009 yılı başında gerçekleştirdiği Gazze saldırısı sırasında İsrail Başbakanı olmasına rağmen Filistin Yönetimi tarafından “ılımlı” bir politikacı olarak biliniyor. Olmert, Filistinlilerle konuşmaya ve uzlaşmaya daha “yakın” sayılan İşçi Partisinin iktidarda olduğu dönemde Başbakanlık yapmış bir kişi.
Ancak, İsrail’de Filistinlilerle gerçek bir barışı isteyen cephe çok zayıflamış ve etkinliğini kaybetmiş durumda. İsrail seçmeninin aşırılık yanlısı partilere dönmesi ve bu partilere verdiği destek bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Bu nedenle aşırılık yanlısı Başbakan Netanyahu çok uzun zamandan beri İsrail’i yönetebiliyor ve İsrail’de en uzun dönem Başbakanlık yapmış kişi unvanını alabiliyor. Hakkındaki yolsuzluk suçlamalarına rağmen (Likud) Partisinin Başkanı olarak kalabiliyor ve hala Başbakan olma iddiasını sürdürebiliyor.
Başbakan Netanyahu’nun aşırılık yanlısı Filistin politikaları özünde bir toprak paylaşımı sorunu olan Filistin Meselesine giderek bir din (Müslüman-Yahudi) çatışması görüntüsü de kazandırıyor. İsrail, Doğu Kudüs’teki baskısı paralelinde, (Kudüs’e 32 km mesafedeki, 3 tek tanrılı din için önemli) El Halil (Hebron) şehrinde, yine dini sebepler kullanılarak meşrulaştırılmaya çalışılan, genişlemeci bir politikaya hız veriyor.
1994 yılında bir Yahudi fanatiğin gerçekleştirdiği, 29 kişinin hayatını kaybettiği, 300 kişiden fazlasının yaralandığı İbrahim Camii katliamından sonra İsrail’in El Halil şehrindeki baskısının arttığı; İbrahim Camii’nin bile bir kısmının sinagog olarak bölündüğü, şehirdeki Yahudi yerleşim birimleri ve nüfusunun arttığı görülüyor.
Geçici Başbakan Netanyahu hükümetinin kısa bir süre önce açıkladığı El Halil’de yeni Yahudi yerleşim birimleri kurulması kararı bu çerçeve içerisine oturuyor ve İsrail’in 2 Mart’ta bir yıl içindeki 3 parlamento seçimine gittiği bir sıraya rastlıyor. İsrail’deki siyasi krize ve sebeplerine daha önceki bir yazımda (“İsrail Seçimleri ve Asrın Çözüm Planı”, 30 Ocak 2020) bakmıştım. O tarihten bu yana durumda büyük bir değişiklik meydana gelmediği anlaşılıyor.
Her ne kadar merkez ve merkez solda yer alan partiler İsrail Parlamentosunda (Knesset) güçlerini arttırıyor gibi görünseler de bu Beyaz Mavi (Kahol Lavan) Partisi Başkanı Benny Gantz’a 2 Mart seçimlerinden sonra hükümet kurabileceği bir çoğunluk sağlamıyor gibi görünüyor. Son yapılan kamuoyu yoklamaları Beyaz Mavi ve merkez-sol partilerin Knesset’te en fazla 59 sandalyeye sahip olabileceklerine işaret ediyor.120 sandalyeli Knesset’te hükümet kurmak için en az 61 milletvekilinin desteği gerekiyor.
Zaten bu 59 sandalye sayısı içinde Arap partilerin oluşturduğu “Ortak Liste” de var. Kamuoyu yoklamalarına göre merkez sol cephede Beyaz Mavi 35, Ortak Liste 14, İşçi Partisi (Labor-Gesher-Meretz) 10 milletvekili çıkartıyorlar ve toplam olarak 59 sandalyeyi buluyorlar. Beyaz Mavi Partisinin Arap Ortak Liste ile koalisyona gitmesi düşünülmesi bile zor bir ihtimal, ancak Ortak Liste milletvekilleri bir Benny Gantz hükümetini dışardan destekleseler bile gerekli 61 rakamına ulaşılamıyor.
Son kamuoyu yoklamalarına göre merkez sağ partiler ise Knesset’te 53 sandalye elde edebilecekler. Merkez sağda Likud 33, Şas 7, Birleşik Tevrat Yahudiliği 7, Yamina 6 milletvekili çıkartarak 53 sandalyeye ulaşabiliyorlar. Bu da Benjamin Netanyahu’ya hükümet kurma imkanı tanımıyor. Yani 2 Mart seçimlerinden sonra Knesset’teki durumun fazla değişmeyeceği ortaya çıkıyor.
Bu tabloda hükümet oluşturmak için 2 seçenek var. Bunlardan ilki Knesset’te yer alacak diğer bir partiyi, Avigdor Lieberman’ın aşırı milliyetçi İsrail Evimiz Partisini ön plana çıkartıyor. İsrail Evimiz Partisinin 8 milletvekili çıkaracağı tahmin ediliyor. Yani ne merkez sol ne de merkez sağ partiler İsrail Evimiz Partisinin desteği olmadan bir koalisyon oluşturamıyorlar.
Aşırı milliyetçi İsrail Evimiz partisinin merkez sol bir koalisyonda yer alması imkansız gibi. Ancak İsrail Evimiz askerlik kanunu üzerindeki anlaşmazlık sebebiyle bir Likud merkez sağ koalisyonuna da destek vermiyor. Zaten İsrail’in bugün karşılaştığı siyasi krizin temelinde de bu sorun ve Lieberman-Netanyahu anlaşmazlığı yatıyor.
Bu durumda tek seçenek Knesset’teki iki büyük partinin (Beyaz Mavi ve Likud) merkezde güçlü bir koalisyon oluşturması olarak kalıyor. Burada da Netanyahu’nun dönüşümlü Başbakanlık ve yolsuzluk davalarında dokunulmazlık istemesi bir engel olarak ortaya çıkıyor ve merkezde bir koalisyon hükümeti kurulması gerçekleştirilemiyor.
Ancak, 2 Mart’ta yapılacak seçim İsrail’de bir sene içinde (9 Nisan ve 17 Eylül seçimlerinden sonra) yapılacak 3. erken seçim olacak. 2 Mart’tan sonra İsrail’in 4. bir seçime daha gidemeyeceği, 2 Mart’ta oluşacak Knesset’ten şu veya bu şekilde bir hükümet çıkması gerektiği konuşuluyor. Bu çerçevede 2 Mart İsrail Parlamento seçimleri ve sonucunda ne olacağı Dünya’nın daha fazla ilgisini üzerine topluyor.
Esasında eskiden genelkurmay başkanlığı makamında da bulunan asker kökenli Benny Gantz ile sivil kökenli bir siyasetçi olan Benjamin Netanyahu arasında Filistinliler ve Filistin sorununa bakış açısından önemli bir fark da yok. Gantz’ın da Filistin sorununu gerçek iki devletli bir çözüm çerçevesinde çözmeye niyetli olmadığı anlaşılıyor. Gantz da Batı Şeria’da İsrail ilhak politikalarını savunuyor; Trump’ın “çözüm” planını destekliyor.
Bununla beraber Netanyahu yerine Gantz’ın başbakan olmasının İsrail için “yeni bir başlangıç” imkanı tanıyacağına inananlar var. Uzun bir dönemden beri “aşırı” ve “abartmalı” politikalarıyla yıpranan Netanyahu’nun “eskimiş” ve kızgın” yüzü yerine Gantz’ın gelmesinin İsrail için bazı açılımlara imkan tanıyabileceğini düşünenler de bulunuyor.
Geçtiğimiz kısa dönemde İsrail’i en fazla kızdıran gelişme ise BM İnsan Hakları Ofisi’nce yayınlanan bir rapor. Bu raporda uluslararası hukuka göre İsrail işgali altında bulunan Batı Şeria’da kurulan Yahudi Yerleşim Birimlerinde faaliyet gösteren 112 firmanın isimleri açıklanıyor. Bu firmalardan 94’ü İsrail, 18’i farklı ülkeler üzerinden çalışıyor ve Yahudi Yerleşim Birimleriyle kurdukları ticari ve ekonomik bağlar uluslararası hukuka aykırı. İsrail bu raporun, başta AB ülkelerinde olmak üzere, bu firmalara yönelik tedbirler alınmasında etkili olmasından endişe duyuyor. Esasında bakıldığında uluslararası toplumun Filistin’de adil ve kalıcı bir çözümü desteklemek için yapabileceği, ancak yapmadığı, o kadar şey var ki.
Paylaş