Ne güzeldi o eski günler... Hani insanın kendini kelebek gibi hafif ve bol keyif hissettiği günler...
Lafı dolandırmayayım, içkinin beni terk etmediği günlerden söz ediyorum.
Boğaz'ın Karadeniz'e açılan kıyıcığında bir balıkçı meyhanesi keşfetmiştim. Sait Faik'in öykülerinde anlattığı salaş balıkçı meyhanelerinden biriydi. Kapı açılıp saz benizi, buruşuk pardösüsü ve fötr şapkasıyla Sait Faik içeri girse şaşırmazdınız.
Meyhane o gün gürültülü, kahkahalı ve şıngırdak ise, ağların bol bereket çekildiğini anlardınız. Sessizlik varsa teknelerin mazot parası bile çıkmamış demektir. O sessizlikte 45'lik cızırtılı bir plaktan Abdullah Yüce'nin ‘‘Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap!..’’ şarkısı duyulurdu. Zaten meyhanenin diskoteğindeki plak sayısı beşi geçmezdi. Dönüp dolaşıp aynı şarkıları dinlerdik. Vee bir de Üfür Fahri'nin sigaradan kapı gıcırtısına dönmüş sesi duyulurdu.
‘‘Sadettin topu solaçıktan bir haydahladı. Top geldi geldi önümdeki çamura saplandı kaldı. Herkes top zıplayacak diye sağ tarafa koştu. Ben kaldım mı kaleciyle başbaşa...’’
‘‘Tamam be Üfür'cüğüm patlat şutunu, at golünü.’’
‘‘At demek kolay, kalede Bahri var... Yani, Zehra'nın ağabeyi... Zehra da benim o sırada yanıp yakıldığım kız. Golü atarsam kızı eve kapatır, bana saçının telini göstermez. Ayrıca evlerinin önünden geçmek şöyle dursun, daha sokağın başındayken ümüğüme biner beni keçe kilim gibi çiğner.’’
‘‘O zaman sen de atmayıver.’’
‘‘Atmayıver demek de kolay. Bizim mahallenin bütün kopukları maçı seyre gelmiş. 'Haydi lan Fahri geçir şu ineklere!' diye vayvela koparmaktalar. Hele Salim Ağabey'in heyecandan gözü dönmüş, 120 kiloluk cüssesiyle zıp zıp zıplamakta. Adam futbol manyağı, bizim takımın formalarını, pabuçlarını hep o alıyor. Hatta sarhoş bir Yugoslav turist bulup bize antrenör diye tutmuştu. O sıralarda Yugoslav modası vardı. Gol kaçtı mı bütün mahalle nöbetleşe beni her gün döver. Hele, Salim Ağabey'in eli öyle ağırdı ki tokadını yiyen ömür boyu yamuk suratla gezer.’’
‘‘Ee, sen ne yaptın be Üfür Fahri? Golü attın mı atmadın mı?’’
Üfür Fahri, hikáyesinin burasında susup boş rakı bardağına melul mahsun bakardı. Kaptanlardan biri,
‘‘Recep oğlum, görmüyor musun Üfür'ün rakısı bitmiş’’ diye tezgáha seslenirdi. Rakı gelir ama mezeleri de tazeleninceye kadar Üfür'den ses çıkmazdı.
‘‘Sonra kendi kendime, 'Yiyeceğin dayağın önemi yok. Ama bir kız uğruna mahallenin şerefini satmak sana yakışır mı be Fahri? Görev aşktan üstündür!' deyip topu Bahri'nin bacakları arasından ağlara yolladım.’’
‘‘Geçen sefer 'Aşktan yüce duygu yoktur. Bir erkek erkekse, aşkı uğruna mahallenin maskarası olmayı göze alır!' deyip golü atmamıştın ama...’’
‘‘Üfür Fahri'ciğim üfüür!’’
‘‘Yüklenmeyin adama yahu!.. O gün o gündür, bugün bu gündür... Gol dediğin bazen girer, bazen girmez.’’
‘‘Yavu, Fahri yiğenim, fitbolu boşver de Matilda'yı nasıl tavladığını anlat bize.’’
Fahri, derinden ve hicranlı bir ‘‘Ahh Matilda!’’ çekip ve de biraz rakı molası verip anlatırdı.
‘‘Kervansaray'a bir Fransız revüsü gelmişti. İstanbul İstanbul olalı daha bunca afeti birarada görmemişti. Ama içlerinde biri vardı ki görmeyeni bir pişman göreni bin pişman ederdi. Kız bir bacak sallıyor salonun yarısı bir yana devriliyor, bir göğüs titretiyor öbür yarısı öbür yana devriliyordu. Ben Kervansaray'a abone olmuştum adeta... Eh o yıllarda serde gençlik var, hovardalık var, 3. şirketimi yeni kurmuşum torbayla para da var.’’
‘‘Üfürüğüne kurban olayım Fahri'ciim. Herhalde çok da yakışıklısın o sıralar.’’
‘‘Yok ben yalanı sevmem. Yakışıklıydım ama, çok değil... Matilda'ya her gece kamyonetle çiçek gönderiyorum ama kız oralı değil... Kızın hayali gözümden gitmez rüyalarımdan çıkmaz oldu. Yolladığım pırlanta yüzük, küpe ve gerdanlıkları geri gönderiyor.’’
‘‘Eyvah, ayazda kaldın Fahri'ciim.’’
‘‘Ayazda kalmak bizim o zamanki namımıza yakışmaz.’’
‘‘Ne yaptın pekiyi?’’
‘‘Bir gece kulisi bastım, kızı sürüyüp götürdüm.’’
‘‘Vay bee, onca adamın arasından ha!.. Herhalde o yıllarda Filiz Nurullah boyunda, Koca Yusuf enindeydin de yaşlanınca çekip küçüldün!’’
Fahri gerçekten ufak tefek bir adamdı. Ne giyse üstüne bol gelirdi.
‘‘Bilekle yürek kalıba bakmaz Naci Reis. Kızı kaptığım gibi dooğru Hilton Oteli'ne. Bir hafta odadan çıkmadık. Revü Paris'e döndü, ama Matilda revüden 6 ay sonra döndü.’’
Sonra Fahri saatine bakar,
‘‘Yahu, kızı çok beklettik ayıp oldu’’ diye muhabbetin tatlı yerinde kalkıp giderdi. Aslında Üfür Fahri'yi tam tanıyanımız yoktu. Kimdi, nereden gelmişti, ne iş yapardı bilmezdik. Onu bu balıkçı meyhanesinde bulmuştuk. Sanırım hepimizden yaşlıydı. Sigarası hiç sönmezdi ama dinçti. Onca rakıya sarhoş da olmazdı. Bazen ortalıktan kaybolur, bir hafta görünmezdi. Balığın kesat ya da lodosun azgın olduğu o gecelerde meyhanede bardak şakırtısı ve ağız şapırtısından başka ses duyulmazdı. Bir de Abdullah Yüce rahmetlinin sesi...
Bir kış gecesi meyhanede iki üç masaydık. Keyfim kaçıktı. O sırada çalıştığım gazeteden o ay da maaş alamamıştık. Mezeleri azaltmış köfteyi filan kesmiştim. Recep anlayışlı bir Karadeniz'liydi. Üç gündür içtiğimi hesaba yazıyordu.
Üfür Fahri, bardağını alıp ‘‘Oturabilir miyim?’’ diye masama geldi. Adama nasıl acıklı baktımsa,
‘‘Dert etme bu gece hesap benden’’ deyip oturdu.
‘‘Dünyanın derdi bitmez. Hastalanırsın, aşık olursun, Fener yenilir... Bunların hepsi derttir. Ama bir tek para işini dert etmeyeceksin. Para tren gibidir, bir gelir, bir gider. Sen istasyon bekçisisin.’’
‘‘Bizim tren iyice rötar yapıyor. Ev sahibine dert anlatamıyoruz.’’
‘‘O yıl bereketli geçmişti. Hal'e meyve ve sebze yağmıştı. Ben de elimdekini avucumdakini yatırmış tonlarla meyve ve sebzeyi kapatmıştım. İki gün sonra ihtilal olmaz mı? Sokağa çıkma yasağı derken, piyasada tık kalmadı. O yıllarda buzhane filan da hak getire... Bütün varlığım çürüyüp gidecek.’’
‘‘Gitti mi?’’
‘‘Gider mi? Onca yıl keçi gibi dişimle tırnağımla çalışmışım, senetle 10 tane kamyon kiraladım. Zaten hepsi yatıyordu... Çifter şoförle bastık gaza ver elini Almanya... O yıllarda vize belası yok. Çarşı, pazar, sokak arası demeden bağıra çağıra malımızı sattık durduk. Polis ensemize binene kadar meyvemiz sebzemiz tükenmişti. Namusumuzla cezamızı da ödedikten sonra kalanıyla yurda döndük. Elimdeki parayı beşe katlamıştım. Çünkü enflasyon olmuş, marklarımın değeri iki katına çıkmıştı. O parayla ben de ilk konserve fabrikamı kurmuştum.’’
‘‘Yahu Fahri, ne güzel üfürüyorsun insanın inanası geliyor.’’
‘‘Bak sana bir sır vereyim; sizin meslekte işine yarar... Yalanı gerçek gibi, gerçeği de yalan gibi anlatacaksın.’’
Fahri yine saatine baktı,
‘‘Tüü, lafa dalmışız. Ben kalkayım kıza ayıp oldu. Saatlerdir bekleyip duruyor garip.’’
Fahri, hesabı görüp kapıya yürüdü. Sonra bana dönüp,
‘‘Dışarısı kış kıyamet, gel seni de evine bırakayım’’ dedi.
Meyhaneden titreyerek çıkınca yanımıza kocaman bir Mercedes araba yanaştı. Şoför arabadan fırlayıp kapıyı açtı, bindik. Fahri arabadaki sarışın dilbere,